21 Kasım 2010 Pazar

Altın şehir: Timbuktu

Nedense Afrika tarihi ile pek ilgilenmeyiz. Halbuki bu kıtanın topraklarının bir kısmı yakın zamana kadar Osmanlı Devleti sınırları içerisindeydi. Bu yazının konusu, bir zamanlar Afrika’nın önemli merkezlerinden biri olan Timbuktu ve Avrupa'nın Timbuktu'ya olan arzusudur.

Bir Afrika (Tamaşek) atasözü der ki [1]: “Tuz kuzeyden, altın güneyden, gümüş beyaz adamın ülkesinden gelir; Allah’ın kelâmı ve bilgeliğin hazineleri ise sadece Timbuktu’da bulunur”.

Timbuktu’da (bugün Mali sınırları içindedir) hayat, XI. asrın sonlarına doğru Tuareg halkının ticaret merkezi olarak başladı. Başlangıcından beri büyüyerek önemli bir şehir konumuna gelen Timbuktu, özellikle Avrupalıların haksız abartmalarına karşın beynelmilel ün kazandı [2]. Brian Gardner’a göre Avrupa’da asırlarca hiç kimsenin Timbuktu’nun tam olarak nerede olduğunu bilmemesine rağmen, evleri altından bir şehir olduğu efsanelerine inanılıyordu [3]. Avrupa dillerinde bu şehrin ismi Tombuto, Tambucto, Tombuctoo veya Timbuctoo olarak da anılmaktadır.

Timbuktu, İslamî ilimlerin tedris edildiği en önemli merkezlerden biriydi. Bölgenin yönetimi zamanla Mali, Songay ve Mor eline geçse de bilginler çalışmalarına devam ettiler. Asırlar boyu Timbuktu uleması tefsir, hadis, fıkıh ve kelam ilimleri ile birlikte dilbilimi, tarih, matematik, mantık ve astronomi ile ilgilenmişlerdir [Afrika'daki ilimler tarihi ayrı bir araştırmada ele alınacak kadar geniştir. İleriki yazılardan birini bu konuya ayırmayı planlıyorum]. Ahmed Baba’nın (1556-1627) yazdığı ve XVI. asrın sonu XVII. asrın başlarında yaşamış âlimleri içeren önemli bir bibliyografik sözlük, Timbuktu’nun İslamî ilimlerdeki yüksek seviyesini ve Mekke ve Mısır ile yakın temâsını göstermektedir [5].

Asırlardır ilmî faaliyetine devam eden Sankore Camisi

XVI. asırda Papa’nın talebiyle Afrika’yı dolaşan Leo Africanus (Hasan bin Muhammed el-Vazzan el-Zeyyatî), seyahatini kaleme aldığı kitapta Timbuktu’daki ilmî hayat hakkında ipuçları vermektedir [6]: “Burada hükümdar tarafından cömertçe desteklenen çok sayıda dinî öğretmenler, hakimler, âlimler ve bilgili insanlar (allame) var. Ayrıca buraya Berberi’den (Mısır’dan Atlantik Okyanusuna kadar uzanan Kuzey Afrika’ya ait bölge) muhtelif yazma veya basma kitaplar getiriliyor. Bunlar herhangi bir ticari eşyadan daha fazla paraya satılıyor”.

Hunwick, Timbuktu ile alakalı önemli bilgiler sunmaktadır [7]. Timbuktu’nun ilmî merkez olması kitap yazımı (istinsah) ve ticaretinin önemini artırmıştır. Timbuktu’ya sadece Kuzey Afrika ve Mısır’dan yazma kitaplar ithal edilmedi. Âlimler hac vazifesi için gittikleri Mekke’de ve dönüş yolundaki Kahire’de eğitim gördüler ve kopyaladıkları kitapları kendi kütüphanelerine eklediler. Timbuktu’da da aktif kopyalama faaliyeti vardı. Kitaplardaki yayınevi amblemlerinden (colophon) yazma işleminin gerçekten profesyonelleşmiş bir iş olduğu anlaşılmaktadır. Hunwick, 1999 ağustosunda Timbuktu’da iken Mahmud Kati’nin kütüphanesinde rastladığı 1420 tarihli bir Kur’an-ı Kerîm’den bahsetmektedir. Son sayfa Osmanlıca yazılmış ve Şerife Hadice Hanım adına vakfedildiği kaydedilmiş.

Binlerce yazma eser yok olmaktan kurtarılmayı bekliyor

UNESCO  1988 senesinde Timbuktu'yu Dünya Mirası Listesine ekledi. Yüzbinlerce yazmanın digital ortama aktarılarak koruma altına alınması için Ford Vakfı'nın destekleriyle 2000 yılında Timbuktu Yazmaları projesi başlatıldı. Bu proje aynı zamanda UNESCO Dünya Hafızası projesidir [8].

Dünyada çok az şehir ve yer Timbuktu kadar efsanelerle çevrilmiştir. Şehir, sahrada ticaret kervanlarının kesisştiği yerdedir. Sahra ticaretinin esas metası altındı. Ortaçağ boyunca dünya altın ihtiyacının hemen hemen üçte ikisini Batı Afrika karşılıyordu. Daha sonraları, onyedinci ve onsekizinci yüzyıllarda altın Guinea’dan geldiğinden, altın para “guinea” olarak adlandırıldı. Yüklü miktarda altın kuzeye gönderildi ve Timbuktu piyasayasında satıldı. Altın buradan develerle Sahra’yı geçerek Kuzey Afrika’nın Fas (Fez) veya Trablusgarb (Tripoli) gibi şehirlerine taşındı. Bu altının çoğu Avrupa’ya satılırdı. Zaman geçtikçe, altının Timbuktu’dan geldiği bilgisi yaygınlaştı. Bu ise Timbuktu’nun Avrupa’daki imajının şekillenmesinde önemli yer oynamıştır. Timbuktu’dan geçen altın ticaretinin uzun zaman önce sonlanmasına rağmen, Timbuktu miti Avrupa’da büyüdü [4].

Yeni pazarlar, yeni ticaret rotaları ve yeni kaynaklar arayan Avrupa’dan yola çıkan kâşifler amaçlarını gerçekleştirmek için dünyanın dört bir yanına dağıldılar. Afrika onlar için ilginç olmakla beraber önemli kaynaklar içermekteydi. Bu kâşiflerden bir kısmı Timbuktu’ya varan ilk Avrupalı olmak tutkusundaydılar. Bunların çok azı hedeflerine ulaşabildiler. Bu da Timbuktu’ya altın şehir imajına ilâveten uzak ve ulaşılmaz bir şehir imajı kazandırmıştır. İngilizce’deki “To Timbuktu and back”, “It's a long way to Timbuktu”, “I'll knock you clear to Timbuktu”, “Go to Timbuktu” gibi tabirler bu imajın dile yansımasıdır.

Avrupa’nın Afrika’yı nasıl tahayyül ettiğinin ipuçlarını Encyclopedia Britannica’nın 1778 tarihli baskısının “Africa” maddesinde görebiliriz [9]: “Dünya’nın hiçbir bölgesinde altın ve gümüş bu kadar bol değildir… altın ve gümüşe karşı olağanüstü ve doyumsuz isteklerine rağmen ne eski ne de modern Avrupalılar kendilerine Amerika ve Doğu Hindistan’dan daha yakın olan ve arzu ettikleri nesnelerin bolca bulunduğu bu ülkeye etkili bir şekilde yerleşmediler”.

Avrupa’nın Afrika macerası çok eskilere dayanıyor. Ancak XVIII. asırdan sonra bu macera sistemli bir keşif faaliyetine dönüşüyor. 1788 senesinde Londra’da Afrika Derneği (uzun adıyla Afrika İçlerinin Keşfini Destekleme Derneği – The Association for Promoting the Discovery of the Interior Parts of Africa) kuruldu. Derneğin amacı Nijer nehrinin güzergahını saptama ve haritalandırma ve daha önemlisi meşhur şehir Timbuktu’yu bulmaktı. Derneğin kurucularından Sir John Sinclair’ın torunu William Sinclair dernek hakkında yazdığı makalede şunları aktarmaktadır [10]: “1788 yılında Afrika’nın keşfini desteklemek amacıyla bir derneğin kurulmasına öncülük etti. O zaman Afrika sahillerinin ve Mısır’ın ötesinin haritası neredeyse boştu. Avrupalılar, bu zamana kadar kıtayı talan, baskı ve köle elde etme amacıyla ziyaret etmişlerdi. Köle ticaretinde bu bölgenin payı tarihin en utanç verici bir sayfadır. Bu cemiyetin amacı bilim ve insanlığı ilerletmek, esrârengiz coğrafyayı keşfetmek, kaynakları araştırmak ve talihsiz kıtanın şartlarını iyileştirmektir. Planlarına ilaveten, olabildiğince kıtanın içine girmek ve filozof ve hayırseverlere alâka çekici tüm konularda bilgi toplamak amacıyla ehil ve tecrübeli seyyahlar çalıştırıldı. Bu görevlerin masraflarını karşılamak amacıyla her bir dernek üyesi senelik abone ücreti öderdi… Onların bu emekleri İngiliz ismine yeni bir ün kattı ve insan bilgisinin sınırlarını iyice genişletti. Sağlam ve kalıcı bir şöhret elde ettiler”. Makalenin sonunda William Sinclair şu temennide bulunuyor: “Derneğin varlığı devam etmiş olsaydı, bir çok Afrika meselelerine barışçıl çözüm ve bilgi ve ticaretin arttırılması için çok şeyler yapacaktı”. Daha sonra araştırmaya konu olan bölgeler Fransız sömürgesi olmuştur. Fransa’nın idarî konulardaki beceriksizliği göz önünde bulundurulursa, Sinclair’ın bu temennilerine hak vermek gerek. Yine de bu temenniler, Avrupa sömürme mantığına sahip olduğu müddetçe gerçekleşmemiştir ve maalesef gerçekleşmesi de zor gözükmektedir.

Afrika Derneği'nin 1790 tarihli Afrika haritası

Avrupa’nın Timbuktu’ya karşı olan tutkusu şiirlere de yansımıştır. Saray şairi (Poet Laureate) olan Alfred Tennyson (1809-1892) 18 yaşındayken “Timbuctoo” şiiriyle Cambridge Üniversitesi’nin verdiği “Chancellor's Gold Medal”ı kazandı. Bu şiiri yermek amacıyla İngiliz roman yazarı William Makepeace Thackeray (1811-1863) Timbuctoo isimli bir başka şiir kaleme almıştır [11].

Batı Afrika, 1893-1960 yılları arasında Fransız sömürgesi olarak kaldı. XVII. yüzyıla kadar ilmî faaliyetlerin icra edildiği bir yer olan Timbuktu’da her ne kadar tedrisat devam etse de, eski günlerinden uzak, evlerin mahzenlerinde binlerce yazma eserin bulunduğu ve yoksulluğun hüküm sürdüğü bir yer durumundadır.

BBC’nin 2009 tarihli “The Lost Libraries of Timbuktu” belgeselindeki sunucu Timbuktu’da mevcut astronomi ve matematik sahalarındaki yazma kitapları görünce çok şaşırıyor. Siyah ırkın köleleştirilmesiyle ve devletlerinin sömürgeleştirilmesiyle (Batı'nın masum tabiriyle colonialization) zenginleşen bir yerden gelen insan elbette şaşırır.

Yakın zamanda Timbuktu hakkında neşredilen kitaplardan muhteva bakımından zengin olan  The Meanings of Timbuktu (Editörler Shamil Jeppie ve Souleymane Bachir Diagne, 2008) adlı kitabı yayınevinin sitesinden ücretsiz indirebilirsiniz.

Referanslar

[1] Dubio Felix, Timbuctoo-The Mysterious, Fransızcadan İngilizceye tercüme eden Diana White, 1896, s. 276.

[2] Y. G.-M. Lulat, A history of African higher education from antiquity to the present: a critical synthesis, 2005, s. 72.

[3] Brian Gardner,The Quest for Timbuctoo, 1968, s.9.

[4] Tor A. Benjaminsen and Gunnvor Berge, “Myths of Timbuktu : From African El Dorado to Desertification”, International Journal of Political Economy, Volume 34, Number 1, p. 31 - 59, 2004. 

[5] Ira Marvin Lapidus, A history of Islamic societies, 2002, s. 409. İslamiyetin Afrika'daki ilmî hayata katkıları için şu kitaba bakınız: Scott Steven Reese, The transmission of learning in Islamic Africa, Brill, 2004.

[6] Leo Africanus, The history and description of Africa: and of the notable things, Trc. John Pory, Haz. Robert Brown, Hakluyt Society, London, 1896, cilt 3, s. 825. Kitabı buradan (cilt 1, cilt 2 ve cilt 3) indirebilirsiniz.

[7] John O. Hunwick, West Africa, Islam, and the Arab world: studies in honor of Basil Davidson, Princton, 2006, s. 41-42. Hunwick, Timbuktu ile alakalı geniş bir bibliyografya da sunmaktadır. John O. Hunwick, “Timbuktu: a bibliography”, Sudanic Africa, vol.12, pp. 115-129 , 2001. Makalenin pdf haline buradan erişebilirsiniz.

[8] UNESCO Dünya Mirası Listesi Timbuktu sayfasına buradan erişebilirsiniz. Timbuktu Yazmaları Projesi ile alakalı tafsilatlı malumata buradan ulaşabilirisiniz. Yüzbinlerce yazma eserden digital ortama aktarılanların bir kısmına Kongre Kütüphanesinin (The Library of Congress) sitesinden ulaşılabilir. Batı Afrika Arapça Yazmalar Veritabanındaki (West African Arabic Manuscript Database Project) yaklaşık 23,000 kayıt konularına göre tasnif edilmiştir. Ayrıca Al-Furqan Vakfının neşrettiği kataloglardan biri de Timbuktu'daki Ahmed Baba Kütüphanesindeki 1500 yazmayı tanıtmaktadır. John O. Hunwick derlediği  Arabic Literature of Africa The Writings of Western Sudanic Africa adlı kitap 2003 senesinde neşredildi. 2010 Kasım ayında neşredilecek The Trans-Saharan Book Trade : Manuscript Culture, Arabic Literacy and Intellectual History in Muslim Africa adlı kitabın Brill'deki sayfasına buradan ulaşabilirsiniz. [Kitap, "Library of the Written Word - The Manuscript World" serisinin 3. kitabı olarak 7 Aralık 2010 tarihinde neşredildi.]

[9] Robin Hallett, “The European approach to the interior of Africa in the eighteenth century”, The Journal of African History, vol. 4, no.2, pp. 191-206, 1963.

[10] William Sinclair, “The African Association of 1788”, Journal of the Royal African Society, vol. 1, no. 1, pp. 145-149, 1901. Dernek elde ettiği bilgileri Proceedings of the Association for Promoting the Discovery of the Interior Parts of Africa adıyla yayınlamaktaydı. Bu raporlardan 1798 tarihli sayının pdf haline buradan ulaşabilirsiniz. Derneğin kayıtları Robin Hallett tarafından Records of the African Association adıyla 1963 senesinde Londra'da neşredilmiştir.

[11] William Makepeace Thacke, The works of William Makepeace Thacke, Kensington Edition, Volume XXX, New York, 1904, s. 457-460 veya William Makepeace Thackeray, Essays, Reviews, Hesperides Press, 2008, s.410-412. Kitabın 1904 baskısının pdf halini buradan indirebilirsiniz.

19 Kasım 2010 Cuma

"History of the intellectual development of Europe"

John William Draper'in (1811-1882) 1876 senesinde 2 cild olarak neşredilen History of the intellectual development of Europe adlı kitabında, Avrupa'nın Müslümanlara ilmen borçlu olduklarını görmezlikten gelmelerini şu sözlerle tenkid etmektedir [1]:

I have to deplore the systematic manner in which the literature of Europe has contrived to put out of sight our scientific obligations to the Mohammedans. Surely they cannot be much longer hidden. Injustice founded on religious rancour and national conceit cannot be perpetuated for ever. What should the modern astronomer say when, remembering the contemporary barbarism of Europe, he finds the Arab Abul Hassan speaking of tubes, to the extremities of which ocular and object diopters, perhaps sights, were attached, as used at Meragha? what when he reads of the attempts of Abderrahman Sufi at improving the photometry of the stars? Are the astronomical tables of Ebn Junis (A.D. 1008), called the Hakemite tables, or the Ilkanic tables of Nasser Eddin Tasi, constructed at the great observatory just mentioned, Meragha, near Tauris, A.D. 1259, or the measurement of time by pendulum oscillations, and the methods of correcting astronomical tables by systematic observations—are such things worthless indications of the mental state? The Arab has left his intellectual impress on Europe, as, before long, Christendom will have to confess; he has indelibly written it on the heavens, as any one may see who reads the names of the stars on a common celestial globe.

Avrupa bu gibi tenkidlere kulak vererek, İslam Medeniyetinin insanlığa yaptıklarını takdir etmeye başlamıştır. Son yıllarda artan İslam bilim ve medeniyeti ile alakalı çalışmalar - bunların önemli bir kısmı yabancı ilim adamlarınca yürütülmektedir- Türkiye'de de yankı bulmaktadır. Belki birgün bizler de Avrupa'nın Klasiklerine ulaştıkları gibi kendi Klasiklerimize ulaşabiliriz.


Referanslar

[1] John William Draper, History of the intellectual development of Europe, New York, 1876, cild II, s. 42. Kitabın  pdf halini buradan  (cild-I ve cild-II) indirebilirsiniz.

15 Kasım 2010 Pazartesi

Âmid’de Bir Cesîm Kütüphane


İslâm medeniyetinin karakteristik vasıflarından biri ilme ve kitaplara verilen önemdir. Kütüphanelerdeki kitap miktarının çokluğu –rivayetlerde mübalağa olsa bile- bu vasfın delilidir. Kütüphanelerdeki kitap sayısına birkaç misal olarak şunları verebiliriz [1]: Miladî 961-976 tarihleri arası Endülüs'te hüküm süren II. Hakem’in kütüphanesinde 400,000 ile 600,000 arası, Trablus-Şam’daki kütüphanede 3,000,000 ve Âmid (şimdiki adı Diyarbekir) şehrindeki kütüphanede 1,040,000 kitap bulunduğu mervîdir. İslâm tarihçilerinin verdikleri kitap rakamlarının kabarık olmasının sebeplerinden biri de küçük risalelerin yani birkaç sayfalık eserlerin bir kitap sayılmasıdır. Avrupalı tarihçiler kitap sayılarının çok abartıldığı görüşündedirler. Ancak onları bu görüşe sevk eden, o tarihlerde ve sonrasında Avrupa’daki kitap sayısının azlığıdır. Mesela, 1110’lu yıllarda Fransa’daki Cluny Manastırı’nın ana kütüphanesinde 570 cilt bulunuyordu [2]. 1457 senesinde Cambridge Üniversitesi umumî kütüphanesi 330 kitap barındırıyordu [3]. Charles Seignobos da ortaçağdaki Avrupa kütüphanelerindeki kitap sayısının birkaç yüzü geçmediğini söylemektedir [4]. 

Ali Emîrî Efendi’nin her onbeş günde bir neşredilen Âmid-i Sevda isimli gazetedeki “Âmid şehrinde vaktiyle bir milyon kırk bin cild kitabı havî cesîm bir kütübhane” [5] başlıklı makalesinden iktibaslar sunacağım (ilaveler köşeli parantez { } arasına yapılmıştır):

Makalenin yayınlandığı sayının kapak sayfası

İşte İslamiyet’in nur-u seher gibi az vakitte afâka intişar etmesi bu misüllü ahlâk-ı âliye ve hamiyyet-i vicdâniye ile hâsıl oldu.

Öyle allâmeler zuhûra geldi ki her birinin tasnif eylediği asâr-ı güzîde bir kütüphane teşkil edecek mertebeye vardı.

Irak, Mısır, Yemen, İran, Endülüs kıtalarında öyle kütüphaneler zuhûra geldi ki her birinde mevcut olan kütüb-ü ’ilmîye yüz binleri geçti. Eğer şarkta Tatar beliyye-i kübrasının zuhûru, garpta Endülüs düvel-i İslamîyesinin mâil-i inhitat ve karîn-i inkıraz olması gibi ahvâl zuhûra gelmeseydi hala âlem-i İslamiyet bir kütüphane-i cihan şekl-i ’ale’l-aleni iktisâb edecekdi.

O zamanlarda cihân-ı medeniyetin en ileri giden bir kıta-i mübeccelesi de Elcezire ve Diyarbekir ve Kürdistan idi. Âlem-i İslamiyet’in en kıymetdar kütüphanelerinden biri de (Âmid) şehrinde idi. Bu kütüphane Âmid şehrinin hala mevcut olan Cami-i Kebir civarında vâki’ olup hicret-i seniyyenin altıncı asrında miktar-ı mevcudu bir milyon kırk bin cilt kütüb-ü nefîse ve nâdireye bâliğ olmuş idi.


Bugünkü günde böyle milyonluk kütüphane şöyle dursun, yüz bin cilt kütüb-ü İslamîyeyi havî bir kütüphane kürre-i arz üzerinde gayr-i mevcûd olduğundan bundan altı yedi asır evvel yalnız bir (Âmid) kütüphanesinde bu kadar enâfis-i asârın mevcud olması mûcib-i isti’cab olabilir ise de bunun sıhhatini ve hatta kitapların mikdar-ı mevcûdunu allâme Abdurrahman Şehabüddin Ebu Şâme Hazretleri (Kitâbu’r-Ravzateyn fî Ahbâri’d-Devleteyn {en-Nûriyye ve's-Salâhiyye}) ünvanlı tarih-i mu’teberlerinde bizzat Yusuf Selahaddin Eyyûbî ile ziyaret-i kütüphanede hazır bulunan edîb, şehîr, kâtib-i bînazir İmadüddin İsfehanî’den ve sâhib-i Tarih-i Kebir Ebu Tayy’den naklen ve aynen şöylece tahrir buyuruyor. {Selahaddin Eyyubi’den (1138-1193) hemen sonraki neslin en önemli iki tarihçisi Şamlı İbn Ebî Tayy (1179-1232) ve Kuduslü Abdurrahman ibn İsmail Ebu Şâme’dir (1203-1268). İbn Ebî Tayy Şam’da önde gelen Şiî bir ailenin içinde doğdu. Sünnî tarihçiler onun hakkında çok az biyografik bilgi vermektedir. Birçok muasırları gibi, İbn Ebî Tayy çeşitli sahalarda velûd bir yazardı. Tarihî çalışmaları sadece Şam’dan değil Mısır ve Kuzey Afrika’dan da bahsediyor. Selahaddin ve oğlu Zahir’in tarihlerini yazdığı gibi tarih-i umumî de yazmıştır. Fatimîlerin son zamanlarında ve Eyyubî Mısır’ının ilk zamanlarındaki çok sayıda meşhur simalarla tanışma fırsatı buldu. İbn Ebî Tayy Selahaddin hakkında çok önemli bilgiler vermektedir.. Ancak eserlerinin hiçbiri günümüze ulaşmamıştır [6].}

(Ve kânet fîha hazâinü’l-kütüb kâne fîha elfu elfin ve arba’une elfu kitabin) Allâme-i müşarün ileyh Ebu Şame hazretleri mikdar-ı kütüb-ü mevcudiyeyi bu suretle beyan eyledikten sonra (Fevehebe’s-sultanü’l-kütübe li’l-kâdi’l-fadil fentehebe minha hamle sab’îne hicazeten) ibaresini tahrir ediyor ki ol vakit Mısır ve Şam ve Halep gibi merâkiz-i ’ulûm ve medeniyet olan bilâd-ı meşhûrenin Şeyhülislamı bulunan Kadı Fazıl gibi bir zatın bu kütüphaneden kütüb ahzına mecburü’l-ihtiyaç olması bunda mevcûd olan asâr-ı nâdirenin derece-i kıymet ve ehemmiyetini tayin eder.

Mamafih müsa’ade-i sultan müşarün ileyh ile Kadı Fazıl hazretlerinin bu kütüphaneden yetmiş hicaz’e kitap intihal ve ihraç eylemesine ve bir hicaz’e hadd-i a’zam olmak üzere beş yüz ciltten ziyade alamayacağından yetmiş hicaze nihayet otuz beş bin cilt kitap demek olmasına ve geride daha bir milyondan ziyade kütüb kalmasına ve Sultan Yusuf Selahaddin Eyûbî’nin (Âmid)’den tarih-i ‘azameti olan 579 senesinden 629 senesine kadar (Âmid) şehri mülûk-i Artukîye ve ondan 658 senesine kadar da şu’be-i mülûk-i Eyyûbî’yeye makarr-ı hükümet olup bunların her iki kısmı da muhibb-i ‘ilim ve ‘ulemâ olduklarından şu müddet zarfında dahi kütüphane-i mezkûrun tenakus eylemeyup tezayüd eylediği şüpheden varestedir.

Şu cesîm kütüphanenin kimler tarafından ne suretle mahv ve tahrib edildiği bahsine gelince 654 senesinde (Vefeyâtü’l-A’yân)’ı ikmal eden Cenab-ı İbn-i Hallikân bu kitaplar hakkında (ve hiye ile’l-an mevcûdetün bi hazâini’l-cami’în) serahatini kaydetmesine ve hâlbuki 672 senesinde tevellüd ve 732 senesinde vefat eden Melikü’l-müeyyed Ebü’l-Fida Eyyûbî (Kitabü’l-Muhtasar fî Ahbâri’l-Beşer) namındaki tarih-i meşhûrunda (ve hiye ila karîbin kânet mevcûdetün bi hazâini’l-cami’în) ibaresinin tahrir eylemesine göre ol esnada zühûr eden Tatar beliyye-i küberasında böyle altı yedi asırlık kadîm ve nâdirü’l-emsâl bir kütüphanenin de mahv ve ifna’ edildiği anlaşılıyor.


Bu kütüphane-i cesîmeden başka (Âmid) şehrinde ve mülhakatında daha başka kıymettar kütüphaneler de mevcûd idi. Cümleden (Âmid) şehrinde (Al-i Yanal) Kütüphanesi, Mardin, Hısn-ı Keyfa, Meyyafarikîn şehirlerindeki kütüphaneler dahi nevâdir-i dünyadan idi. Hususuyla Tabib Fazıl ibn-i Ebu ‘Asbi’a (‘Uyûnü’l-Enba’ fi Tabakâti’l-Etibba’) kitabında Diyarbekir meliği Ebü’n-Nasr Ahmed tarafından Âmid civarında baki Meyyafarikîn şehrinde gayet cesîm bir hastahane ile kütüb-ü tıbbîyeye mahsus kütüphane-i kıymettar inşa ve ihya eylediğini yazıyor.

Referanslar

[1] Ribhi Mustafa ElAyyan, “The History of the Arabic-Islamic Libraries: 7th to 14th Centuries”, International Library Review, vol. 22, no. 2, 1990.

[2] Jonathan M. Bloom, Paper before print: The history and impact of paper in the Islamic World (Kağıda işlenen uygarlık: Kağıdın tarihi ve İslam Dünyasına etkisi), Trc. Zülal Kılıç, İstanbul, 2003, s. 162.

[3] Elisabeth Leedham-Green, Teresa Webber, The Cambridge History of Libraries in Britain and Ireland, Cambridge, 2006, Cild 1, s. 47.

[4] Charles Seignobos, History of Medieval and of Modern Civilization to the End of the Seventeeth Century, Trc. James Alton James, New York, 1909, s. 130.

[5] Ali Emîrî Efendi, “Âmid şehrinde vaktiyle bir milyon kırk bin cild kitabı havî cesîm bir kütübhane”, Âmid-i Sevdâ, sayı 3, 1324. Bu makalenin latinize edilmiş haline buradan ulaşabilirsiniz. Transliterasyonda okuma hataları vardır.

[6] Yaacov Lev, Saladin in Egypt, Hollanda, 1999, s. 41-43.

7 Kasım 2010 Pazar

"Batı Dünya Egemenliği ve Endüstri Devrimi"

Baykan Sezer'in kitaplarından ilk olarak Sosyolojinin Ana Başlıkları adlı kitabını okumuştum [Bu kitaptan yaptığım iktibasları Ağustos ayında siteye eklemiştim]. Toplum meselelerini tarihî bağlantılarıyla birlikte ele alması kitaplarının tamamını okumaya karar vermemdeki en büyük âmil oldu. İktibas yapacağım Batı Dünya Egemenliği ve Endüstri Devrimi [1] kitabından başka okuduğum Türk Sosyolojisinin Ana Sorunları ve Doğu-Batı İlişkileri Açısından Batı Tarımı kitaplarının notlarını da en kısa zamanda ekleyeceğim. Şimdi Sosyoloji Yıllığı kitaplarının 12.ncisi Tarihte Doğu-Batı Çatışması adlı kitabın Baykan Sezer'in ders notlarına ayırılan bölümünü okumaktayım. Sırada olan üç kitap: Toplum Farklılaşmaları ve Din Olayı, Sosyolojide Yöntem Tartışmaları ve Asya Tarihinde Su Boyu Ovaları ve Bozkır Uygarlıkları.

Sezer, Batı Dünya Egemenliği ve Endüstri Devrimi adlı kitabında endüstri sosyolojisiyle alakalı sorunları iki bölümde ele alıyor. Birinci bölümde kurulu Batı endüstri sosyolojisinin tarihçesini ve ana konularını tartışıyor. İkinci bölümde ise kendi görüşlerini belirterek temel konularda tutumumuzun ne olması gerektiği üzerinde duruyor.

Endüstri ve Sosyoloji…

İktisat sosyolojisi daha geniş konuları kapsamaktadır. Endüstri sosyolojisi ise, iktisat sosyolojinin konuları arasında ancak endüstri devriminden sonra tarih sahnesinde görülen özel bir toplum türünün açıklanması ve gelişme yasalarının gün ışığına çıkarılması, endüstrileşmeyle birlikte başlamış toplumsal ilişkiler ile ilgilenir. s.1


“Endüstri sosyolojisi” adını seçmemizde ikinci bir neden de, sosyoloji tarihinde bu başlığın belli bir anlam taşıması ve sosyoloji bilgilerinin ilk kez ve en yaygın bir biçimde gündelik amaçlara ve uygulamaya yöneldiği alan olarak karşımıza çıkmasıdır. s. 2


XIX. yüzyıl düşünürlerinden Lorenz von Stein’in “Endüstri üretim metodlarının kabulü ile ortaya çıkan toplum hareketine hâkim olmamız gerek. Ancak bunu yapabilmemiz için önce bu hareketin kanunlarını bilmeliyiz” sözü, sosyolojinin bir bilim dalı olarak XIX. Yüzyılda Batı Avrupa’da doğuşuna yol açan kaygıları ve bu olayda endüstrileşme akımının oynadığı rolü çok iyi özetlemektedir. s. 2


Toplum yaşamı üzerinde insanoğlunun etkili olabileceği inancı ve bunun yanında pratik kaygılar, bir dizi pratik önerilerin ileri sürülmesine yol açmıştır. Ve bu arada XIX. yüzyıl Avrupa’sında en büyük kaygı ne Doğu ülkeleri ve ne de dolaylı olarak kendi dünya egemenliklerini kaybetmek olasılığıydı. En önde gelen kaygının kaynağı, kendi bünyelerinde başlayan işçi hareketleriydi. s.3


Sosyoloji, ülkemizde çok daha önceden saptandığı sanılan sorunlara hazır reçeteler getirecek bir bilim olarak görülmüş ve sosyoloji bilgisi bekletilmeden uygulama alanına yöneltilmek istenmiştir. ….. endüstri sosyolojisinin Türkiye’de sözü edilen görüş üzerinde büyük etkisi olmuştur. Le Play’in Sabahattin Bey aracılığıyla başlayan etkisinin bu sosyoloji anlayışının yurdumuzda oluşmasında büyük katkısı olmuştur. s. 5


Türkiye’de Batı sosyolojisinin etkilerini duyurmaya başladığı yıllar, yurdumuzda Batıcılaşma çabalarının yoğunlaştığı dönemlere rastlamaktadır. Batıcılaşma, Osmanlı düzenini kaldırmayı ve topluma bilinçli bir biçimde yeni bir yön vermeyi kendisine amaç edinmiştir. Endüstri sosyolojisi bunun olabilirliğini öğretmekte ve toplumun yazgısına egemen olabilme yollarını göstermektedir. s.5

Sosyoloji, Batı’da doğmuş ve bize Batı’dan aktarılmış bir bilimdir. …. Sosyolojinin kendi geleneği içinde Batı görüşü egemendir. … Sosyolojinin Batı’da doğmuş olması, bizlerin de bu konuları anlamaya, araştırmaya çalışmamızı yasaklayamaz. Anca bugün sosyolojinin bağlı olduğu gelenek ve kaynakların bilincine varmak, onları bir eleştiriden geçirmek yurdumuzda sağlıklı sosyoloji çalışmalarının gerektirdiği bir zorunluluktur. s.6

Frederic Le Play…

Endüstri sosyolojisinin ilk ve en tipik habercisi olarak karşımıza Frederic Le Play çıkmaktadır. …. Frederic Le Play, Fransa’da “science sociale” okulunun kurucusudur. Öğretileri bu okul üyelerince sürdürülmüştür. Fransa’daki “science sociale” okulunun bu çalışmalarına karşılık Frederic Le Play’nin bugünkü gerçek izleyicisi Amerikan uygulamalı sosyolojisidir. s. 9

Frederic Le Play, 1806-1882 yıllarında yaşamış bir Fransız sosyologudur. Yaşamı boyunca üç işçi ayaklanmasına tanık olmuştur (1830, 1848 ve 1871 ayaklanmaları). … Le Play [45000’e yakın işçinin çalıştığı madenleri işletiyordu], kendi deyimi ile maden mühendisliğinden toplum mühendisliğin kaymaya başlamıştır. s. 9


Le Play’nin toplum bilimleri için önerdiği önce toplumdaki en küçük ve dolayısıyla da en basit birimin saptanmasıdır. En basit ve en küçük birim üzerinde çalışmanın üstünlüğü, üzerinden etkili olabilmek ve denetleyebilmek olanaklarının bulunmasıdır. Toplumda en küçük birim olarak Le Play aileyi almaktadır. Araştırma alanı olarak ve topluma yön verebilmek için ailenin ele alınmasının birden çok nedeni vardır. Aile, toplum içinde en çok süreklilik gösteren kurumdur. Yine aile toplum yaşamı içine köklü bir biçimde yerleşmiştir. Günlük yaşamı büyük ölçüde etkilemektedir. Ve son olarak aile öbür kurumlara oranla çok daha gelenekçi kalabilmiştir. Frederic Le Play, aileler içinde işçi ailelerini ele almaktadır. Bunun da açık nedenleri bulunmaktadır. Önce Batı toplumlarında aileler arasında sayıca üstünlük, işçi ailelerinde bulunmaktadır. Ayrıca Le Play’nin gerçek tasasını, işçi sorunları oluşturmaktadır. s. 11


Endüstride Yoğunlaşma…

XIX. yüzyılın başlarından bu yana Avrupa’da kapitalizmin yerleşmesi ile endüstri, bir çok iktisadî ve toplumsal devrimlerle birlikte yeni bir aşama çizgisine ulaşmıştır. XVI. yüzyıldan bu yana uygulanan merkantilist sistemin de yardımıyla yeni ticaret yollarının getirdiği zenginlikler, Avrupa’nın belli merkezlerinde sermayeye dönüşmeye hazır bir biçimde birikmeye başlamıştır. Yeni ticaret yollarını işletmeye açmanın getirdiği üstünlüklerin kârının giderek azalması karşısında bu üstünlükleri kalıcı bir biçim kazanması zorunluluğu, Avrupa içinde elverişli koşullarla da karşılaşınca günümüzde de süregelen endüstri devrimi başlamış oldu. s.27

[Endüstri] Yoğunlaşma olayıyla birlikte işletme yönetiminde yönetim ile mülkiyetin biribirinden kopması biçiminde görülen başlıca değişiklik asıl başka bir olayla birleşince önem kazanmaktadır. Yönetici, işletmenin kaderine işletmenin başarısıyla, kârla bağlanıp ücretli bir memur durumuna düşünce işletmelerin bürokrasinin egemenliğine geçtiğini söylememiz gerekmektedir. s. 34

Mülkiyetle yönetimin biribirilerinden kopmaları sonucu ortaya yeni bir olay çıkmıştır. Fakat bu yeni olay, bürokrasi kavramıyla açıklanamamakta, en azından bürokrasinin alışılmış anlamının dışına taşmaktadır. Bu nedenle olayı yeni bir kavramla, teknokrasi kavramıyla açıklamakta yarar görülmüştür. ….. teknotrat yöneticinin bürokrat gibi işi ile olan ilişkisi yalnızca değişmeyen ücretle sınırlı kalmamaktadır. Verilen primler ve uygulanan başka düzenlemelerle günümüz teknotrat yöneticisi, işletmenin başarısıyla yakından ilgili olmaktadır. s. 35



Endüsti Toplumları…

Büyük seri halinde imalat, XIX. Yüzyıldan bu yana Batı kapitalizminin başlıca eğilimi olarak tanıtılmaktadır. Kitle tüketiminden ise günümüzde söz edilmeye başlanmıştır. Oysa büyük seri halinde imalat, ancak kitle tüketimi ile birlikte yürütülebilirse söz konusu olabilir. Günümüzde de iş günü, insanların yaşamlarının en önemli bölümünü oluşturmayı sürdürmektedir. Fakat gitgide kendisine yabancılaşan kayıtlı yavan bir-iki harekete indirgenebilen iş uğraşlarından doyum, dolayısıyla kendi benliğini bulmak fırsatını yitiren Batı insanının yaşamında belli bir biçimde iş-dışı uğraşlar, boş zaman önem kazanmaktadır. Yine iş gününün kısalmak eğiliminde olması, söz konusu gelişmeye yeni bir hız vermektedir.

İş-dışı uğraşların önem kazanması, ancak insanın kişiliğini ve bu kişiliğe bağlı olarak doyumlarını tüketim aracılığı ile gerçekleştirmesiyle mümkün olmaktadır. Bu durumda Batı ülkelerinde görülen en önemli olaylardan birisi de artık işbirliğinin yerini tüketim birliğinin almış olmasıdır. Batılı bir kişi, topluma bağlılığın bilincini belli bir üretim birimine işi dolayısıyla katılmakla değil belli marka, belli çeşit malları yine belli bir bileşim içinde tüketmekle kazanmaktadır. …. Günümüzde bu ülkelerde [Doğu ülkelerinde] Avrupaî, Batılı kimse denilince Batı örneğinde bir iş sahibi kadar ve hatta daha önce Batı örneğinde bir tüketici akla gelmektedir. Bir kişi, ister fabrikatör olsun, geleneksel yaşayış biçimini sürdürüyorsa Avrupaî tip değildir. Öte yanda Batı düşüncesiyle beslenen, Batı giyinişine özenen, Batı kolaylıklarından yararlanan kişi, işsiz-güçsüz bir kişi de olsa, Avrupaî-Batılı sayılmaktadır.

Batı uygarlığında tüketim temel öge olması sonunda Batı ülkeleri kendilerini “tüketim toplumu” adı altında tanımlamaya başladılar ve bunun açıklamasını da teknik uygarlığın gelişmesine bağladılar. s. 41.

Batılı, Batı kültürü almak ve belli bir tüketim ilişkisine girmekle kendisinde toplumun bir üyesi olmak hakkını görmektedir. Böylece doğrudan kazanılması güç birlik bilinci, kitle kültürü aracılığıyla ve biraz da hazır elde edilmektedir. s. 42


Makine, Batı’da insan çevresine yeni bir görünüm de kazandırmakta ve sonuçta insanın çevre ile olan ilişkilerini ve özellikle iş uğraşlarını etkilemektedir. Gerçekten de Batı’da makine ve makine tekniği günümüzde insan yaşamının her kesimine yayılmıştır. Bu yaygınlaşma, okullarda mantık diye “modern mantık” adı altında makine mantığının okutulmasına kadar varmıştır. s. 42


Az-gelişmişlik Kavramı…

Batı-dışı ülkelerde endüstrileşme, bu ülkeleri belirleyen toplumsal yapı ve düzenlerin kendi gelişme çizgilerinin bir aşaması olarak da ortaya çıkmamıştır. Aksine bu ülkelerin tarihlerinde bir kopukluğa neden olmaktadır. Bu durumda da endüstrileşmeyi ölçü olarak alınca bu ülkelerin ne olduklarını değil, ancak olumsuz yönde ne olmadıkları belirtilebilmektedir. s. 44-45


Bugün iktisadî kalkınma diye sözü edilen, övgüsü yapılan iktisadî kalkınmanın kendisi değildir. Belli toplumların iktisadî gelişmelerinin belli bir çizgisinde elde ettikleri ürünlerdir. Tüketim mallarıdır. Kendi öz yapılarının açıklamasını bir yana iterek Batı’nın günümüzdeki üstünlüğüne bakıp da Batı-dışı ülkeleri olumsuz yönde sınıflandırma çabalarına girişmek, bu ülkelerin içinde bulundukları sorunları anlamamıza izin vermeyeceği gibi iktisadî gelişmede izlenmesi gereken yolun tam aydınlığa kavuşmasına da yardımcı olmayacaktır. s. 45


Endüstri Toplumlarının Tarihî Gelişimi…

Günümüzde kullanılan, anlaşılan anlamıyla endüstri olayı, Batı’nın dünya egemenliğini sağlayan ilişkilerin biçimlendiği bir olaydır. Batı bugün kendi tanımı içine dünya egemenliğini de katmış bulunmaktadır. Bu nedenle Batı’nın dünya egemenliğini belli tarihî koşulların bir sonucu olmak yerine kendi benliğinde bulunan bazı niteliklerin sonucu olarak görmek istemesi, endüstri ile ilgili temel sorunları tartışma dışı bırakmaktadır. s. 51


Endüstri, sözlük anlamıyla, “Hammaddeleri işlenmiş hale sokup değerlendirmeye yarayan işlem ve araçların tümü” demektir… Fakat endüstri kelimesinin sözlük anlamında söz konusu edilen işlemler, bütün insan topluluklarını ve bütün tarih dönemlerini kapsayacak genelliktedir….Bu tanımlara göre endüstri olayına Orta Çağda olduğu gibi Doğu toplumlarında da tanık olmamıza karşılık öte yanda günümüz Batı endüstrisi kendisine toplum ve çağlar arasında yapılacak ayırımlarda bir ölçüt olabileceği görüntüsünü vermiştir. s. 52


Endüstri Devrimi Öncesi...

Endüstri devrimiyle birlikte Batı’nın siyasî üstünlüğüne dayalı yeni dünya dengesinin Doğu aleyhine getirdiği sorunların için Doğu’ya Batı’nın teknik düzeyine ulaşmasını önermek Batı toplumlarının iç çelişkilerinde ortaya çıkan sorunlara bütün sınıfları mülk sahibi yaparak çözüm aramakla eş anlama gelir (Bugün Batı’da işçilere kârdan pay ya da işletmelerin hisse senetlerini dağıtarak toplumsal gerilimleri gidermek girişimleri bulunmaktadır. Bu girişimlerin nasıl bir sonuca varabileceği bizim tartışma konumuzun dışındadır). Ayrıca bugün Batı teknolojisi, Batı üstünlüğünün bir aracı fakat aynı anda bir simgesidir. Doğu’nun Batı teknolojisine sahip olabilmek çabalarıyla Batı üstünlüğünde dile gelen günümüz dünya dengesinde değişikliklere yol açılmayacağı gibi bu dengeye bazı sınırlı çıkarlarla Doğu’yu da bağlamak ve Doğu’yu da ortak etmek sonucunu getirecektir. Böylece Doğu kendi lehine yeni bir dünya dengesi kurabilmek için gerekli ve bağımsız araçlardan da yoksun bırakılmaktadır. s. 56


Teknik, objektif bir üstünlük ölçüsüdür… Teknik, toplumlar arası ve toplumlardan bağımsız olaydır… Biz, Batı’dan yalnızca teknik alcağız…

Bu görüşlerin ortaya atıldığı dönemlerde bizlere tekniklerini ithal edebileceğimiz ülkeler olarak Batı toplumları tanıtılmıştır. Ve Batı’daki ileri teknolojinin övgüsü yapılmıştı. Bu görüşler, gerçekte daha geniş bir tutumun belirtisidir. Batı tekniğinin övgüsü, karşımıza hangi adla çıkarsa çıksın (uygarlık düzeyine erişme, çağdaşlaşma ya da endüstrileşme) Batı’ya yönelmenin, Batıcılaşma çabalarının bir parçasıdır. s. 57

Tarihte büyük izler bırakan, bir çağı kapayıp yeni bir çağ açan olay İstanbul'un, Hindistan yolunun Doğu'nun öncüsü ve koruyucusu Osmanlıların eline geçmesidir... İstanbul'un Osmanlıların eline geçmesinden önce Hindistan yolunda Bizans egemenliği sürmekteydi. Bizans, Hindistan yolu üzerinde  güvenlik ve sözcüsü olduğu Batı'ya Doğu-Batı ticaretinde ek çıkarlar sağlamakla yetinmiştir. Gerçekte ticareti düzenleyenler, Bizans koruması altında İtalya kent-devletleriydi. Bizans, koruma görevi karşılığı aldığı harçla yetiniyordu. Osmanlı, İstanbul ile birlikte Hindistan yolunda mutlak egemenliği ele geçirince yanında, Bizans yanında Cenevizlilerin ya da Venediklilerin oynadığı rolü oynayabilecek  Doğulu tüccar topluluklar bulamamıştır. Doğu-Batı ticareti, Doğulu tüccarlar eliyle de olsa, sürdüğü sürece Batı bu ticaret üzerinde Doğu'nun egemenliğini benimseyebilir ve böylece Doğu-Batı ilişkileri, Osmanlı denetimi altında daha değişik bir gelişme gösterebilirdi. XVI. yüzyılda Osmanlı denizcileri, Akdeniz'de Doğu tüccarlarına yol açmak için Batı gemilerini kovalamış olsalardı başarıları sürekli olurdu. Ama yerine yeni bir şey getirmeden Akdeniz ticaretini baltalayacak bir biçimde Batı gemilerini kovalayınca başarıları da geçici olmuştur. Bu durum Batı'ya, karşısında muhteşem bir Osmanlı egemenliği de bulunsa, koskoca Afrika kıtasını dolanmak güçlüğüne göğüs germek gerekse bile yeni bir çözüm, yeni ticaret yolları aramayı kaçınılmaz kılmıştır... Osmanlı, dünya ticaretinin kendi denetiminin dışına çıktığını görünce (yeryüzündeki ilk Amerika haritalarından biri Pirî Reis haritasıdır. Osmanlı sanıldığınca yeryüzünde olup bitenden bilgisiz değildir) Yakın-Doğu ticaretini canlandırabilmek için yerlerini Doğulu tüccarlarla doldurtamadığı Batılılara,  açık deniz ticaretinin çekiciliğini gölgeleyebilmek amacıyla kapitülasyonlar vermeyi kabul etmiştir. Bu nedenle kapitülasyonların Batı'nın oyunu olmaktan öteye anlamı vardır. s. 59

Devamı var....

Referanslar

[1] Baykan Sezer, Batı Dünya Egemenliği ve Endüstri Devrimi, Ankara, 1997.