İslam Tarihi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İslam Tarihi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

4 Eylül 2017 Pazartesi

Hâricî Zihniyet ve Kemalpaşazâde'nin Müslümanlara Nasihatı

“İndirilmiş Din vs. Uydurulmuş Din” ??? Bu, aslında basit bir slogan değil. Kendisi gibi inanmayan Müslümanları, “Uydurulmuş Din”e tâbi olmakla itham etmek, yani ‘tekfir’ manasına geliyor.... Evet bu sloganı ortaya atanların bir kısmı [1], görünüş itibariyle İŞİD'e benzemiyor olabilir. Hatta hareket tarzları da farklı olabilir. Bunda, bulundukları coğrafya ve cemiyetin tesiri inkâr edilemez. Ancak bu iki grubun müşterek bir noktası var: Hâricî zihniyet. Peki bu hâricî zihniyet nedir?

Şehristânî dinler ve fırkalar tarihini ele aldığı el-Milel ve'n-Nihâl kitabında, Hâricîliği, ümmetin ittifak ettiği meşrû halifeye/imama baş kaldırı olarak tarif etmektedir [2]. Bu aynı zamanda İslâm tarihinde dinî kisve altındaki ilk ayrışmanın da adıdır. Hâricîler, ‘tahkim hâdisesine’, yani Hazret-i Ali ile Muaviye arasındaki siyasî ihtilafın, hakem vâsıtasıyla halline karşı çıkmışlardır. Onlar, müslümanların bu hakem tayinine dair ittifakını reddetmekle de kalmayarak, bu işe taraf olanları, yani Hazret-i Peygamber'in Eshabını Allahü teâlanın âyet-i kerimelerine muhâlif hareket iddiasıyla tekfir etmişlerdir. Buna bakınca, Hâricî zihniyetin ne manaya geldiği daha da ortaya çıkmaktadır. Son devir Osmanlı âlimlerinden İbn Âbidîn, Reddü'l-Muhtâr [3] adlı meşhur eserinde, Hâricîliği târif ederken, “kendilerine karşı çıkan Müslümanları tekfir edenler” ifadesini kullanır [4]. Halbuki Ehl-i sünnet âlimleri, Hâricîlerin bu tekfir hareketine mukabil, onları, dinden çıkmakla itham etmemiştir. Kur’an âyetini hatalı tevil ettiklerini nazara alarak, onlara bâğilerin (isyancıların) hükmünü tatbik etmişlerdir [5].  

Ehl-i sünnetin esas prensiplerinden biri, ehl-i kıblenin tekfir edilmemesidir. Yani dinin usulunden olan ve zaruri bilinmesi/inanılması gereken meseleleri inkâr etmeyenlerin tekfir edilmemesidir. Bütün müctehid fıkıh âlimleri bunda ittifak etmiştir [6]. Bu kâide, İmam Ebu Hanife'nin el-Fıkhu'l-Ebsat kitabında ifade edilmiştir [7]. İmam Gazali de Faysalü't-Tefrika Beyne'l-İslam ve'z-Zendeka adlı risalesinde tekfir meselesini ele almıştır. Ehl-i sünnetin tekfir meselesinde ne kadar hassas hareket ettiği bu müctehid âlimlerin kitaplarından anlaşılmaktadır. Çünki “el-Küfrü şeyün 'azîmün - Küfür, büyük bir şeydir” [8].


*   *  *

Peki, herkesin din adına konuştuğu, hatta birbirlerini tekfir ettiği böyle bir hengamede bir müslümanın tavrı ne olmalıdır? Osmanlı şeyhülislamlarından Kemalpaşazâde, beş asır evvel kaleme aldığı Risâletü’l-Münîre kitabında, buna cevap vermekte ve bugünki müslümanlara yol göstermektedir [9]:

Ben âlim değilim, işlerimi ve sözlerimi şeriate uygun nasıl yaparım’ dersen, cevabında derim ki, “Âhiret yolunu senden iyi bilen bir âlime uy, onun yaptığı gibi yap. Nitekim Allahü teâlâ bunu emrediyor ve Nahl suresi 43. âyet-i kerimesinde meâlen, “Bilmiyorsanız, bilenlere sorunuz” buyuruyor. Yani âhiret işlerinden bir şeyi bilmediğiniz zaman, bunu iyi bilenlere sorunuz.” 
Hangi âlim âhiret bilgilerini ve işlerini daha iyi biliyor, bilemiyorum, bilseydim ona uyardım’ diyorsan, şimdi sana, din işlerinde kendisine uyacağın âlimin sıfatlarını öğreteyim: Kur'ân-ı kerimden ve hadis-i şeriflerden bildirdikleri doğrudur. İşte böyle birinin meclisinde bulunman câiz olur. Âlim o kimseye denir ki, Allahü teâlâdan korkar. Kur'ân-ı kerim ve Peygamber Efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem sünneti ile amel eder. Küçük ve büyük günahlardan sakınır. Şüpheli [helâl mi haram mı olduğu iyi bilinemeyen] şeylerden, uzak durur. Bid'atleri [din diye ortaya çıkarılan yenilikleri] işlemez. İşte bu kimse, âhiret ve din bilgilerini bilir. Salih amel sahibidir. Ona itaat etmen, ona uyman ve sana din bilgilerinden bildirdiklerinin doğru olduğuna inanman ve meclisinde bulunman icab eder. Şeriatın hükmüne göre böyle olana, muti', âdil, sâlih, fakih, şeyh veya mürşid denir. Bunun için Peygamber Efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem buyurdular ki: “İlmi ile amel eden âlimler, dünyaya bağlanmadıkları müddetce Allahü teâlânın ve Resulünün aleyhisselam yeryüzünde emin kulları ve ümmetleridir. Dünyaya gönül verdikleri zaman din hususunda onlardan sakınınız”.  
Âhir zamanda, ilmi ile amel edenlerin nişan ve alâmetleri vardır: Din hususunda zemmedenleri [kötüleyenleri], methedenlerinden [övenlerinden] çok olur. Onun için Peygamber Efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem buyurdular ki: “Âhirzamanda çeşitli kavimler olur. Ümmetimin âlimleri ile din hususunda münakaşa ederler. Emr-i maruf ve nehy-i münker yapanlar, onların arasında yapamaz olurlar”. Bir başka hadis-i şeriflerinde de buyurdular ki, “İslâm dini garib olarak başladı. Başladığı gibi garib gider. İşte o gariblere müjdeler olsun!”.  
Bu zikredilen sıfatlarda bir âlim bulamazsan, başkasına uymaktan kaçın! Nitekim Allahü teâlâ Kehf suresi 28. âyet-i kerimesinde meâlen, “Kalbini bizi anmaktan gâfil eyleyip, nefsinin arzularına uyan, işi zarar ve ziyan olanlara tâbi olmayınız” buyuruyor. Bütün günahlardan bir daha yapmamak üzere tevbe et. Mü'min olsun, kâfir olsun bütün hasımlarını râzı eyle. Kalbini kibirden, yani kendini büyük görmekten, kendini beğenmekten, kinden, kıskançlıktan ve cimrilikten kurtar. Üzerinde geçmiş farz ve vacibleri kazâ eyle. Sonra hayatının geriye kalmış günlerini Rabbine ibadetle geçir. Kendin için sevdiğin ve beğendiğin şeyi din kardeşin için de sev ve beğen. Böylece Rabbinin rızasını kazanır, korktuğundan emin olursun. 
... 
Ey Kardeşim! .. itikâda ait bilgileri İmam-ı Azam'ın el-Fıkhu'l-Ekber'inden ve Eshabına Vasıyyeti'nden ve [Emâli Kasidesi şerhi Nuhbetü'l-Leâli, Birgivi Vasiyetnâmesi Şerhi, Kâdızâde’nin Âmentü Şerhi, Mevlânâ Hâlid’in İtikadnâme gibi] diğer kıymetli din kitaplarından öğrenirsen, itikâdın bid'at ve sapıklıktan kurtulur. Yok, arzularınla aklına uyarsan, itikâd bilgilerini nefsine uygun kitaplardan öğreneyim dersen, câhil, aldanmış, sapık olursun. Başkalarını da yoldan çıkarırsın. 
İtikad bilgilerini öğrendikten sonra, Allahü teâlânın emr ve yasaklarına uymalısın. Bu emr ve yasakları şu kıymetli kitaplardan öğrenmelisin: Kudûrî, el-Câmi’u's-Sağir, Hidâye ve şerhi, Fetâvâ-i Kâdıhan, Hülâsa [Halebi-i Sağir, Mevkufat, Reddü'l-Muhtar, Miftahu'l-Cenne, Mecmû’a-i Zühdiyye, Nimet-i İslâm, İslam Yolu] ve bunlara benzer müellifleri müctehid bulunan veya dinde ilmi ve salâhı belli olan âlimlerin kitaplarından öğrenmelisin.

Kemalpaşazâde'nin bu mühim ikaz ve nasihatleri gösteriyor ki, nasıl hasta olunca tabîb-i hâzık [mütehassıs, uzman hekim] aranırsa, din işlerinde de on dört asırdır üzerinde bir şâibe bulunmayan, ilmi ve takvasıyla ümmetin itimadını kazanmış âlimlerin kitaplarını okumak en emniyetli yoldur. Bu kitaplar Arabi, Farisi ve Osmanlıca olarak kaleme alınmıştır. Bunları okuyamayan bir müslüman, bunların ehil zatlar tarafından günümüz Türkçesine tercüme edilmiş veya aktarılmış hallerini okuyabilir.


Referans ve Notlar

[1] Meselâ Y. N. Öztürk, A. Bayındır, M. İslamoğlu, C. Taslaman.

[2] Şehristânî, Terceme-i Milel ve Nihâl, Trc: Nuh bin Mustafa, İstanbul: Tabʾhane-i Âmire, 1279, s. 50.

[3] Reddü'l-Muhtâr, her Osmanlı âliminin evinde bulunan ve fetvâ vermek için müracaat edilen muteber hacimli bir fıkıh kitabıdır. Osmanlı âlimlerinden Reisu'l-ulemâ Tikveşli Yusuf Ziyaeddin Efendi [Mecelle azası Ömer Hilmi Efendi'nin hocasıdır], Reddü'l-Muhtâr için “hiçbir âlimin evinde eksik olmayan” ifadelerini kullanmaktadır. Muhammed Zâhid el-Kevserî, Makâlâtü'l-Kevserî, Kahire: Matbaatü'l-Envâr, 1373, s. 107. Reddü'l-Muhtâr'ı Türkçeye tercüme eden Ahmed Davudoğlu Hocaefendi de kitabın vasıflarından biri olarak âlimlere rehber oluşunu zikretmektedir. Bu tercüme 17 cild olup, ilk 10 cildini Ahmed Davudoğlu Hocaefendi tercüme etmiştir. Böyle bir tercüme, zamanın imkanları dikkate alındığında muazzam bir hizmettir. Maamafih, tercüme, tam bir tercüme değildir. Bazı yerlerde atlamalar yapılmış ve bazı yerler ihtisar edilmiştir. Çok olmamakla birlikte manaya tesir edecek tercüme hataları da mevcuttur. Tercümenin elden geçirilip tekrar neşrinin büyük bir hizmet olacağı âşikârdır.  

[4] Allâme İbn Âbidîn, Hâricîler için söylenen "Sahabileri tekfir ederler" ifâdesini şu şekilde izah etmektedir: “Havâric [Hâricîler] ile isimlendirmede, bunun [Sahabileri tekfir etmelerinin] şart olmadığını bilirsin. Bu şart, hazret-i Ali'ye karşı çıkanları beyân içindir. Havâric olarak isimlendirilmesi için, kendilerine karşı çıkan Müslümanları tekfir etmeleri kifâyet eder. Zamanımızda Necd'de ortaya çıkıp Harameyni [Mekke-i mükerreme ve Medine-i münevvere] ele geçiren İbnü Abdülvehhab'ın tâbîlerinde olduğu gibi. Hanbeli mezhebinde olduklarını iddia ederlerdi. Ancak sadece kendilerinin müslüman; itikadlarına muhalefet edenlerin ise müşrik olduğuna inanırlardı. Bu sebeple, Ehl-i sünnet müslümanların ve âlimlerinin öldürülmesini helâl görürlerdi. Ta ki Allahü teâla onların şevketini [kuvvetini] yok edip memleketlerini yıkana kadar. Müslümanların askerleri 1233 [hicri/1817 milâdî] senesinde zafer kazandı”. Reddü'l-Muhtâr, Derse'âdet: Matbaatü Osmaniyye, 1324, III/427-428. 

[5] İbn Âbidîn, Reddü'l-Muhtâr, III/427.

[6] İbn Âbidîn, Reddü'l-Muhtâr, III/428. Fukahanın bu icmaını İbn Münzir haber vermektedir. Burada fukahadan maksadın, müctehid fukaha olduğu Reddü'l-Muhtâr'da tasrih edilmektedir. Devamında, “müctehid olmayanın sözüne itibar yoktur” denilmektedir.

[7] İmam Azam'a fıkh-ı ekberden sual oldunduğunda şöyle buyurur: “Günahından dolayı ehl-i kıbleden kimseyi tekfir etmemektir”. Zâhidü'l-Kevserî, fıkh-ı ekber için şu dipnotu düşer: “İtikadı tashihe [düzeltmeye] müteallik ilm murad edilmiştir. İmam Ebu Hanife'nin indinde, fıkh, ale'l-ıtlak [umumiyetle] itikad, amel ve ahlaka müştemildir [şâmildir]. Nitekim O, fıkhı, ma'rifetü'n-nefsi mâ lehâ ve mâ aleyhâ (nefsin kendi lehine ve aleyhine olan şeyleri bilmesi) olarak tarif eder”. İmam Ebu Hanife, el-Fıkhu'l-Ebsat - Rivâyetü Ebi Muti (el-Âlim ve'l-Müteallim içinde), tahkik: Muhammed Zâhid el-Kevserî, 1368, s. 40.

[8] İbn Âbidîn, Reddü'l-Muhtâr, III/393.

[9] Kemalpaşazâde, Risaletü'l-Münîre, İstanbul: Matbaatü Cemal Efendi, 1308, s. 17-18, 20. A. Faruk Meyan'ın tercümesi, orjinal metinle mukabele edilerek, bazı küçük değişiklikler yapıldı. İlâveler, köşeli parantez içinde yapıldı. Kemalpaşazâde, Risaletü'l-Münîre (Vesiletü'n-Necât – Seadet Yolu içinde), Trc. A. Faruk Meyan, İstanbul: Berekât Yayınevi, 1977,  s. 39-41, 43.

  

24 Eylül 2015 Perşembe

Islamic Intellectual Tradition and Imam al-Ghazali

Through his writings, Imam al-Ghazali has a legitimate reputation in both the Islamic world and the West. On the other hand, due to the shortsightedness of some of today's scholars, this reputation has been leading them to incorrectly evaluate the effects of his writings on the Islamic intellectual tradition. In this tradition, no scholar's thought or word has been regarded as an absolute and indisputable truth. Clearly this is the requirement of the nature of ilm (knowledge). Despite the recent perception that religious sciences are merely based on the narration (naql), the rational activity plays a crucial role in the application of naql and how to figure out a solution when there is no clear naql about a problem. 

The first orientalists claimed that Ashari madhab and Imam al-Ghazali negatively impacted rational thought in Islamic civilization. At best, they claimed rational thought slowed down. Although the decrease in lack of interest in rational sciences is also disputable, the validity of such a claim would be only shown by presenting al-Ghazali as an absolute authority. They have been successful at this.

The statements in an article, written by a Turkish columnist with a Phd in social sciences and comparative philosophy, reminds me that the domination of the orientalistic ideas over the Eastern minds still continues. This article contains the following claims about Imam al-Ghazali and Islamic intellectual tradition [1]:
  • In his Tahafut al-Falasifa, “al-Ghazali passed a merciless judgment on the philosophers and declared them outside the faith of Islam for holding three views”
  • “The political developments of his time in the background” affected his judgment on this issue.
  • “Sunni theologians and jurists took this verdict as a condemnation of all philosophy.”   
In an intellectual writing, a scholar should act according to what science rather than emotion requires. Unfortunately, the author approaches to the issue emotionally rather than scientifically. What is the mercilessness in his views? What is more natural than that a religious scholar gives a judgment in a religious matter?

Taking into consideration Imam al-Ghazali's works (e.g. al-Munkiz min al-Dalal and Tahafut al-Falasifa) and especially his views about infidelity in Faysal al-Tafrika - a small book but dealing with important issues-, how politically or scientifically he approaches to issues can easily be understood. The claim in the article about the political effect on al-Ghazali's views left unsupported.

The claim that Imam al-Ghazali's verdict was accepted as an indisputable fact among theologians (mutakallimin) and fiqh (Islamic law) scholars (fuqaha), is also inconsistent with the Islamic intellectual tradition. For instance,  Imam al-Ghazali regards the belief of the eternal (qadim) universe as an infidel statement; however, Shaykh al-Islam KamalPashazadah (d. 1534), one of the greatest Ottoman scholar, criticizes this verdict in his book Hashiya ala Tahafut [2]. Moreover when taking a look at the works penned during the Ottoman time, for instance in Kamalpashazadah's treatise on ontology, Ibn Sina (Avicenna) is often cited with the name of “Shaykh” (master) despite Imam al-Ghazali's criticism of Ibn Sina's thoughts [3]. Another famous Ottoman scholar Hadimi (d. 1762), having many important works on fiqh (Islamic law), usul al-fiqh (Islamic legal theory) and morality, penned a commentary on Ibn Sina's exegesis of the chapter of al-Ikhlas (sincerity or fidelity) in  al-Quran al-Kerim [4].  

As opposed to the Christian world, you cannot find any list of banned writings/publications (such as Index Librorum Prohibitorum [5]) or scholars  in the Islamic intellectual tradition. Even though there is a widespread tradition of criticism (raddiya) in this tradition, this does not mean at all that  a criticized scholar or book has absolutely no value or is prohibited.

References and Notes

[1] "With the political developments of his time in the background, Ghazali passed a merciless judgment on the philosophers and declared them outside the faith of Islam for holding three views: that the universe was eternal, that God did not know the particulars and that resurrection in the hereafter will be spiritual only. Sunni theologians and jurists took this verdict as a condemnation of all philosophy. The Orientalists declared this end of philosophical thinking in Islam. As Sunni theology and philosophical mysticism Ghazali and Ibn al-Arabi grew stronger, Peripatetic philosophy took a back seat. But philosophical thinking did not come to an end in the Muslim world. It took different forms". Ibrahim Kalin, "Al-Ghazali and Wittgenstein on the limits of philosophy", Daily Sabah, November 1, 2014. You can read the whole article here.

[2] Kemal Paşa-zâde, Tehâfüt hâşiyesi, translation from Arabic to Turkish by. Ahmet Arslan, Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı, 1987, p. 25-26. In the pages where Kamalpashazadah deals with this issue, he states that  Fakhr al-Din al-Razi does not agree with Imam al-Ghazali as well by citing al-Razi's al-Matalib al-Aliya.

[3] Please refer for one of these treatises to: Engin Erdem ve Necmettin Pehlivan, "Varlığın ve Yokluğun Ötesi: Kemalpaşazade’nin 'Leys ve Eys’in Anlamının İncelenmesine Dair Risale'si / Beyond Being and Non-Being: Kamalpashazādah’s Risālah on the Analysis of the Meanings of  'Lays' and 'Ays' ", İslam Araştırmaları Dergisi, 2012, no 27, p. 87-116. You can reach the paper here.

[4] Please refer for the evaluation of this hashiya to: Harun Bekiroğlu, "Bir Felsefî Tefsir Örneği Olarak Muhammed Hâdimî’nin İbn Sina’ya Ait İhlâs Sûresi Tefsirine Haşiyesi / A Philosophical exegesis - Muhammad Hadimi's hashiya on Ibn Sina's exegesis of the chapter of al-Ikhlas", Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2013/1, vol. 12, no 23. You can read the article here.

[5] Index Librorum Prohibitorum is a list of publications prohibited by the Catholic church. The last update was done in 1948. It was abolished on June 14, 1966 by Pope Paul VI.

1 Mayıs 2015 Cuma

Golden City: Timbuktu

For some reason, the history of Africa is not interesting to Turkish academia. Some part of this continent was, however, inside the territory of the Ottoman State until recently. The topic of this article covers the history of Timbuktu, which was once one of the most important centers in Africa, and Europe's desire to Timbuktu.

“Salt comes from the north, gold from the south, and silver from the country of the white men, but the word of God and the treasures of wisdom are only to be found in Timbuctoo” says an old African (Tamasheq) proverb[1].

The life of Timbuktu, which today is inside the territory of Mali, began as a trading center of Tuareg people by the end of 11th century. Timbuktu, which became an important city by constant growth, has gained an international reputation as the center of trade and knowledge despite its different perception in the eyes of the Europeans [2]. Even though the exact location of Timbuktu was not known in Europe for many centuries, the city was believed to have houses which were made of gold [3]. The name of this city is variably called Tombuto, Tambucto, Tombuctoo or Timbuctoo in European languages.

Timbuktu was one of the important centers where Islamic sciences were taught. Although the region was ruled by different people, such as Mali, Songay and Mor, scholars uninterruptedly continued doing research and teaching students. Scholars in Timbuktu have been interested not only in tafsir (Quranic exegesis), hadith (Prophetic tradition), fiqh (Islamic law) and kalam (theology), but also linguistics, history, mathematics, logic and astronomy. A bibliographic dictionary, which was written by Ahmad Baba (1556-1627) and contains the biographies and works of scholars between the end of the 16th century and the beginning of the 17th century, demonstrates Timbuktu's high level in Islamic sciences and its close contact with Makka and Madina [5].

Sankore Madrasah in which scientific activity has lasted for centuries
Leos Africanus (Hasan bin Muhammad al-Wazzan al-Zayyati), who traveled around Africa upon the request of Pope in the 16th century, gives clues in his travel book regarding the intellectual life in Timbuktu [6]: “Here are great store of doctors, judges, priests, and other learned men, that are bountifully maintained at the kings cost and charges. And hither are brought diuers manuscripts or written bookes out of Barbarie, which are sold for more money than any other merchandize”.

Hunwick, an African historian, presents notable information about Timbuktu [7]. Timbuktu's being center of knowledge was the impetus for the increase in writing and trading of books from there. Timbuktu did not import manuscripts only from north Africa and Egypt. Scholars got education in Makka where they went to for religious pilgrimage and also in Cairo which was on their way back, bringing the books they copied in those places to their own libraries. There was an active copying tradition in Timbuktu, too. It can be realized from the colophons on the books written in Timbuktu that the writing process was a professional business. Hunwick mentions al-Quran al-Karim with 1420 date in the library of Mahmud Kati he encountered on August, 1999. The last page was written in Ottoman Turkish and al-Quran was recorded in the name of Sharifa Hadija Hanim foundation.

Thousands of manuscripts are waiting to be read
UNESCO added Timbuktu to the World Heritage List in 1988. By the support of the Ford Foundation, Timbuktu manuscripts project was initiated in order to protect these manuscripts by digitization in 2000. This project also is included in Memory of the World projects of UNESCO [8].

Few cities in the world are surrounded by legends as Timbuktu. The city is located at the intersection of the caravan trades in the Sahara. The fundamental commodity of the Saharan trade was gold. Throughout the Middle Ages, almost two-thirds of the gold need in the world were provided by the West Africa. Later on, since gold came from Guinea in the 17 and 18th centuries, gold currency was called “guinea”. A tremendous amount of gold was sent to the north and sold in the Timbuktu market. Gold was carried from here to Fez and Tripoli passing through the Sahara by camels. Most of this gold used to be sold to Europe. As time went on, the knowledge that the gold came from Timbuktu spread out over Europe. This played an important role in shaping the image of Timbuktu in Europe. Even though the gold trade passing through Timbuktu ended a long time ago, the myth of Timbuktu became bigger and more pervasive in Europe [4].

The European explorers who set out for new markets, new trade routes and new sources spread out all corners of the world in order to accomplish their purpose. Besides being an interesting place, Africa had significant natural resources. Some of these explorers had a desire to become the first European to reach Timbuktu. Few of them achieved their aim. This cultivated the image of Timbuktu as an unreachable city in addition to its image of golden city. The phrases, such as “To Timbuktu and back”, “It is a long way to Timbuktu”, “I will knock you clear to Timbuktu” and “Go to Timbuktu”, are the reflection of Timbuktu's image of unreachability on the language.

We can see the clues about how Europe imagines Africa in the article “Africa” in the 1778 edition of Encyclopedia Britannica [9]: “abounds with gold and silver in a greater degree . . . and it is surprising that neither the ancient or modern Europeans, notwithstanding their extraordinary and insatiable thirst after gold and silver, should have endeavoured to establish themselves effectively in a country much nearer to them than either America or the East Indies and where the objects of their desires are to be found in equal, if not greater, plenty”.

An African map published in 1790 by the African Association
The European adventure in Africa dates back to very early times. After 18th century, this adventure, however, turned into a systematic exploration movement. In 1788, the African Association (with the full name, The Association for Promoting the Discovery of the Interior Parts of Africa) was founded, whose purposes were to determine and map the route of the Niger River and more importantly to find the famous city Timbuktu. William Sinclair, grandchild of the association co-founder Sir John Sinclair, says the following in his article about the association [10]: “In 1788 he took a leading part in forming an association to promote discoveries in Africa. At that date the map of Africa, beyond the coast-line and Egypt, was almost a blank. Hitherto Europeans had visited that continent to plunder, oppress, and enslave: the share of this country in the slave-trade is the most astounding and disgraceful chapter in its history. The object of this society was to promote the cause of science and humanity, to explore the mysterious geography, to ascertain the resources, and to improve the condition of that ill-fated continent. In furtherance of their designs they employed able and experienced travellers to penetrate as far as they could into the interior, and collect information on all subjects interesting to the philosopher or the philanthropist. Towards the expenses of these missions each member paid an annual subscription. ... The result of their labours has thrown new lustre on the British name, and widely extended the boundaries of human knowledge. They have caused a solid and permanent glory, and have acquired higher claims to the admiration of mankind than many of those whose achievements fill the first place in the page of history”. At the end of his article, William Sinclair wishes this: “Had the Association continued its existence, it might have done much for the peaceful solution of many African problems, and for the general improvement of commerce and knowledge”. Later on, the areas under the investigation were colonized by France. Taking into account France's lack of administrative skill, Sinclair's wishes are convincing. These wishes, however, can unfortunately not be fulfilled as long as the West has the exploitative attitude towards the non-Western countries.

Europe's desire for Timbuktu also was reflected through poems. Alfred Tennyson (1809-1892), a poet laureate, won the “Chancellor's Gold Medal” from Cambridge University by his poem “Timbuctoo” at the age of 18. William Makepeace Thackeray (1811-1863), an English novelist, penned another poem titled “Timbuctoo” in order to satirize Alfred's poem [11].

West Africa was a French colony between 1893 and 1960. The traditional education keeps on in Timbuktu where an intense scientific activity continued until 18th century. Timbuktu now is far from the good old days and has become a place where thousands of manuscripts are in the storerooms of houses and the poverty prevails.

When the host in the documentary “The Lost Libraries of Timbuktu” of BBC saw the manuscripts about astronomy and mathematics in Timbuktu, she was very surprised at these books. Of course a person, coming from a wealthy country that has enslaved black people and exploited (with the West's innocent word 'colonize') their countries, will be surprised.

References and Notes

[1] Dubio Felix, Timbuctoo-The Mysterious, Translation from French by Diana White, London, 1896, p. 276.

[2] Y. G.-M. Lulat, A history of African higher education from antiquity to the present: a critical synthesis, London, 2005, p. 72.

[3] Brian Gardner, The Quest for Timbuctoo, London, 1968, p. 9.

[5] Ira Marvin Lapidus, A history of Islamic societies, Cambridge University Press, 2002 , p. 409. For the contributions of Islam to intellectual life in Africa, please refer to: Scott Steven Reese, The transmission of learning in Islamic Africa, Brill, 2004.

[6] Leo Africanus, The history and description of Africa: and of the notable things, Translated by John Pory, Prepared by Robert Brown, Hakluyt Society, London, 1896, vol. 3, p. 825. All the volumes can be downloaded here (vol. 1, vol. 2 and vol. 3).

[7] John O. Hunwick, West Africa, Islam, and the Arab world: studies in honor of Basil Davidson, Princton, 2006, pp. 41-42. Hunwick presents a comprehensive bibliography regarding Timbuktu: John O. Hunwick, “Timbuktu: a bibliography”, Sudanic Africa, vol.12, pp. 115-129 , 2001. This paper can be downloaded here.

[8] You can reach the Timbuktu website of UNESCO the World Heritage List here. You can also reach the detailed information about the Timbuktu Manuscripts Project here. The website of The Library of Congress provides some part of thousands digitized manuscripts. West African Arabic Manuscript Database Project has classified approximately 23,000 manuscripts based on their subjects. One of the catalogs published by Al-Furqan Islamic Heritage Foundation presents 9000 manuscripts in the Ahmad Baba library, Timbuktu. The book titled Arabic Literature of Africa The Writings of Western Sudanic Africa edited by John O. Hunwick was published in 2003. Another valuable book about the intellectual life in Africa was published under the title The Trans-Saharan Book Trade : Manuscript Culture, Arabic Literacy and Intellectual History in Muslim Africa in 2010. The Meanings of Timbuktu (Editors  Shamil Jeppie and Souleymane Bachir Diagne) published in 2008 can be downloaded here.

[9] Robin Hallett, “The European approach to the interior of Africa in the eighteenth century”, The Journal of African History, vol. 4, no.2, pp. 191-206, 1963.

[10] William Sinclair, “The African Association of 1788”, Journal of the Royal African Society, vol. 1, no. 1, pp. 145-149, 1901. The association used to publish the information they gathered under the title of Proceedings of the Association for Promoting the Discovery of the Interior Parts of Africa. You can reach the pdf version of  the 1798  report. Robin Hallett published the association's records under the title of Records of the African Association in 1963,  London.

[11] William Makepeace Thacke, The works of William Makepeace Thacke, Kensington Edition, Volume XXX, New York, 1904, p. 457-460 or William Makepeace Thackeray, Essays, Reviews, Hesperides Press, 2008, p. 410-412. The 1904 edition of the book can be downloaded here.

11 Ekim 2011 Salı

"Arapça Yazma Eserlerde İcâzet"*

İcazet, yazmaların genellikle colophon’a {neşr bilgisinin bulunduğu yer} yakın veya kapak sayfasına yazılmış okuma veya işitme sertifikasıdır. Bu sertifika sahibine metni nakletme (aktarma), okutma veya fetva verme hakkı sağlamaktadır. Bir anlamda okumanın yapıldığına şahitlik etmektedir. İcâzetü’t-tedris okutmaya müsaade etmektedir; icâzetü’s-semâ’ ise okumaya iştirak edildiğini ve okunan metni nakletmeye müsaade edildiğini göstermektedir {Avrupalı tarihçiler, modern üniversitelerdeki doktoranın izini Ortaçağ'da latince licentia docendi olarak adlandırılan öğretim üyeliği belgesine kadar sürmüşlerdir. Aslında licentia docendi, Ortaçağ Hıristiyan üniversitesinde ortaya çıkışından uzun süre önce aynı isimle, icâzetü't-tedrîs veya el-icâze bi't-tedrîs (öğretme izni) tabiriyle İslâm dünyasında ortaya çıkıp gelişmiş durumdaydı [1] }. Bu iki icâzet bir birine karıştırılmamalıdır. Bu makalede icâzetü’s-semâ’ ele alınacak ve okuma celsesinin tutanakları üzerinde durulacaktır. Bu tutanaklar genellikle metne eklenmektedir. Böylelikle metinlerin nakledilmesinde insan faktörü hakkında geniş bilgi elde edilebilmektedir. 

{Osmanlı eğitim sisteminde de öğrenciler, âmm (genel) ve hâss (özel) olmak üzere iki türlü icâzet almaktaydılar. Bir talebe hocasından okuduğu bütün ilimleri okutma yetkisini aldığı icâzetnâmelere genel icâzetnâme (icâzet-i ‘âmme); belli bir ilim dalıyla alakalı olarak okuduklarını okutma yetkisini aldığı icâzetnâmelere de özel icâzetnâme (icâzet-i hâssa) deniliyordu [2].}

İcâzet Arapça yazmaların (manuscript) dikkat çeken bir özelliğidir. Bir metnin eğitim, ilim veya kültür çevresinde nasıl faaliyette bulunduğunu göstermektedir. İcâzetler üzerinde yapılacak araştırma kullanılan metin veya yazmalarda insan  unsuru hakkındaki malumatımızı arttıracaktır. İcâzeti daha iyi anlamak için, İslâmî ilimlerin nakledilmesinde ferd ve şahıs unsurunun farkında olmak da önemlidir. Bundan dolayı önce bu mesele ele alınacaktır. Sonrasında Arapça yazmalarda icâzetü’s-semâ’ derlemesi ve analizi için bir plan önerilecektir.

Şahsî yaklaşım ve İslamî ilimlerde süreklilik

İslam dünyasında, Hırıstiyanlıktaki kiliseye benzeyen hiyerarşik bir yapı yoktur. Açıkçası bu doğrudur. İslam, Allah ve inanan arasında bir yer işgal ettiğini iddia eden, dinî ayinleri yöneten ve inanılacak esasları belirlemede tekel olduğunu farzeden ne  yanılmaz bir papaya  ne de karmaşık bir hiyerarşik sistem içerisindeki ruhbanlara sahiptir. Bu elbette İslam’da dinî bir organizasyonun tamamen olmadığı anlamında gelmez. Organizasyon sürekliliği sağladığından İslam’daki sürekliliğin dinamiği farklı yolda gelişmiştir. İslam’da Allah ile kul arasında bir aracıya gerek yoktur. Tıpkı bir müslümanın Allah ile irtibatının doğrudan ve şahsî olması gibi, dinî bilgilerin elde edilme yolu da böyledir. İslam dünyasında hoca talebe ilişkisi şahsîdir. Böyle bir sistem, kuşaklar boyu kendi sürekliliğini garanti altına alan güçlü bir itici güç üretmiştir.

Zamanla bu ferdî ve şahsî hali yansıtan muhtelif alanlarda İslam literatürü gelişmiştir. Bu, hadîs ilminin ortaya çıkmasıyla çok erken dönemde başladı. Hadîsin metni kadar metnin önünde bulunan râviler zinciri yani isnâd da önemlidir. Erken devir hadis kitapları sadece konuya göre değil aynı zamanda şeyhlere {hadisin alındığı raviler} göre de tasnif edilmiştir. Böyle hadisin alındığı şeyhlere göre tasnif edilen hadis kitaplarına müsned denir. Hadis ilminin yarısı ravilerin durumunu ele alan alan ilmü’r-ricâl’dir {İmam Buharî'nin şeyhlerinden olan Ali b. el-Medînî (v. 234/843), hadis ilmini ikiye ayırmıştır: hadis metinlerini anlamak ve hadis ricâlini tanımak.    Bu görüşe göre ilm-i ricâl hadis ilminin yarısı olmaktadır}. Sikâ (güvenilir) şeyhlerin oluşturduğu sahih bir silsile hadis metnini muteber kılar. Bu olmaksızın, ilk devir Müslüman âlimlere göre böyle bir hadis askıda kalır ve eksiktir. Pratik sebeplerden dolayı bu hadis metinleri ve râvi zincirleri yazıya geçirilmiştir. Ancak eski ideallere göre dinî ilimler en iyi şifahen aktarılmaktadır. Bundan dolayı isnadlar ilmin nakledildiği müteakip oturumların tutanakları olarak okunabilir. Dolayısıyla hadisin yazımı hadis ilminin bir boyutunu teşkil etmektedir. Aktarımdaki insan unsuru ve ilmin sürekliliği kaydedilen mesajın kendisi kadar önemlidir. “İlim sudurlardadır/hazıfalardadır, satırlarda/kitaplarda değil (el-ilmü fî's-sudûr lâ fî's-sutûr)” sözü bu düşünceyi yeterince özetlemektedir. 

İslam’ın hızlı yayılması ve farklı ilim dallarının çoğalması şifahî aktarımın ilmin tek nakil vasıtası olarak devam etmesine imkan vermemiştir. Savaş meydanlarında hâzıfların ölmesi Allah kelamının yazılmasını zorunlu kılmıştır. Daha sonraki safhada, tarihî ve hadis metinleri kaleme alındı {Hz. Peygamber'in sözlerinin bazı sahabeler tarafından Hazret-i Peygamber hayatta iken yazıldığı kaynaklarda geçmektedir. Ayrıca Kuran-ı Kerim'de kalem ve kitabete dair ayet-i kerimeler yazmaya verilen önemi göstermesi açısından manidardır}. Başlangıçta şahsî defterler kaleme alınırken sonraları bunlar daha geniş kitleleri düşünerek daha organize olmuş kolleksiyonlara dönüşmüştür. Nihayet, kitaplar olağan araçlar kabul edilmesine rağmen, ferdî ve şahsî yaklaşım bozulmadan devam etti. Bugün bizim yaptığımız gibi bir kitabın muhtevasını anlamak için okumak kâfi değildir. Klasik dönemde bir kitabın ya bir hoca ile, tercihen kitabın müellifi ile okunması gerektiği; bu olmaz ise yetkin ve itibarlı bir hocadan tedris edilmesi gerektiği düşünülüyordu. Okuma daha doğrusu tahsil tek başına yapılan bir faaliyet değildi. Bilakis göreceğimiz üzere içtimaî bir faaliyetti.

Ferdî ve şahsî yaklaşımın sonuçlarından biri olarak biyografi literatürü İslam dünyasında ortaya çıktı {Bu literatüre zemin hazırlayan faktörlerden biri de araplar arasında neseb ilmine (ilmü'l-ensâb) verilen önemdir. Araplar atalarının şecerelerini ezberliyorlardı. Bu sayede uzak ve yakın akrabalarını tayin edebiliyorlardı. Hatta şecere konusunda uzman olanlar (nessâbe) sadece kendi şecerelerini değil, diğer kabilelerin şecerelerini de ezberliyorlardı. Bu nessâbeler ezberledikleri şecerelerdeki şahıslar hakkında da istenildiğinde tarihî malumat naklediyorlardı [3]}. Bu tarz literatür Akdeniz medeniyetleri için yeni sayılmazdı. Klasik antik devirde, Plutarch’ın Paralel Hayatlar adlı eseri gibi biyografik literatür tarihî, didaktik, ahlakî ve bazende ideolojik amaçlara hizmet etmiştir. İslamî biyografik literatürünün bazısı benzer amaçlara sahipti; ancak ilave bir boyutu vardı. İlmü’r-ricâl ilmî salahiyetin (otoritenin) değerlendirilmesi için tenkitçi bir method haline geldi {İlk devir âlimlerinin "Allah, bu ümmeti, daha önceki hiçbir ümmete verilmeyen isnad, ensâb ve i'râb ile diğerlerinden ayırdı" dedikleri nakledilmektedir. Abdullah b. Mübarek'in "İsnad dindendir. O olmasaydı, herkes dilediğini söylerdi" dediği rivayet edilir. Ayrıca Abdülfettah Ebu Gudde isnad ile alakalı olarak el-İsnâd mine'd-dîn adlı kitap neşretmiştir}. Çok sayıdaki biyografik eserlerde ilmî ağlar ve nakil zincirleri ele alınmıştır. Buna iyi bir örnek olarak sikâ hadis ravilerini içeren ve biyografik bir sözlük  {tabakât} olan İbn Hacer el-Askalanî’nin (v. 852/1449) Tezhîbü’t-Tezhîb adlı eseri  verilebilir. {İbn Abdilber el-Kurtubî’nin (v. 463/1071) el-İstiâb fî-Ma’rifeti’l-Ashâb’ı 3500 Sahâbe’nin biyografi ve ağ bilgisini içermektedir. İbnü’l-Esîr el-Cezerî’nin (v. 630/1233) Üsdü’l-Ğâbe fî-Temyîzi’s-Sahâbe’si son cildi hanım Sahâbîlere ayrılmak üzere 8000 civarında kayıt içermektedir. İbn Hacer el-Askalanî’nin el-İsâbe fî-Temyîzi’s-Sahâbe’si 12279 Sahâbî hakkında malumat vermektedir. Ayrıca Zehebî’nin (v. 748/1347) Târîhu’l-İslâm ve Vefeyâtü’l-Meşâhir ve’l-A’lâm adlı eserinde meşhur erkekler ve kadınlar hakkında 70 tabaka halinde düzenlenmiş 40000 civarında kayıt bulunmaktadır. Bu eserin yazma nüshası 20 büyük cilt tutmaktadır [4]}

Devamı var....


Referans ve Notlar

* Bu makale, Jan Just Witkam’ın The Codicology of Islamic Manuscripts (Editör Yasin Dutton,  London, 1995, s. 123-136) adlı kitapta neşredilen “The Human Element Between Text and Reader - The Ijaza in Arabic Manuscripts” makalesinin türkçeye notlar ilave edilerek yapılan tercümesidir. Tercüme, birebir aktarmadan ziyade mânâ odaklı yapılmaya çalışılmıştır. Eklediğim notlar, { } işaretleri arasına alınarak ana metinden ayrılmıştır. Makalenin orjinal haline buradan ulaşılabilir.

[1] George Makdisi, The Rise of Humanism in Classical Islam and the Christian West (İslâm'ın Klasik  Çağında ve Hıristiyan  Batı'da Beşerî Bilimler), Trc. H. Tuncay Başoğlu, İstanbul, 2009, s. 32.

[2] Cevat İzgi, Osmanlı Medreselerinde İlim, İstanbul 1997, cild 1, s. 203.

[3] Ayhan Tekineş, Geleneğin Altın Zinciri, İstanbul, 2006, s. 43-47.

[4] Recep Şentürk, Narrative Social Structure (Toplumsal Hafıza: Hadis Rivayet Ağı 610-1505), Trc. M. Fatih Serenli, İstanbul, 2004, s. 115.

5 Haziran 2011 Pazar

İmam Gazali'den Önce Mantık İlmi


Önceki yazılarda, İmam Gazalî'nin (v. 1111) el-Mustasfa kitabına atıf yapılarak “Mantığı tam olarak bilmeyen, ilmine güvenemez” cümlesi kullanılmıştı [1]. Kendi ilmine itimad edemeyenin ilmine de itimad edilmez. Ayrıca mantık ilminin İmam Gazali'den itibaren Müslüman ilim yolcuları için “farz-ı kifaye” kabul edildiğinden bahsedilmişti.


Mantık ilmine bu kadar ehemmiyet atfettikten sonra, şu sual hatıra gelebilir. İmam Ebu Hanife (v. 150/767), İmam Malik (v. 179/795), İmam Şafii (v. 204/820), İmam Ahmed bin Hanbel (v. 241/855) gibi müctehid hukukçular zamanında, bilindiği kadarıyla, mantık ilmi müstakil olarak tedris edilmiyordu. İmam Gazalî'nin yukarıda zikri geçen ifadesi, bu âlimler için geçerli midir?


Mevzuya girmeden evvel mantık ilmini ve faydasını izah etmek gerekir. Mantık, temelde zihnin açık vermeden işleyebilmesini sağlayan bir ilimdir. Bunun için mantık ilminin ıstılahlarını değil, işaret ettiği temel prensiplerin farkında olmak ve bunlara uymak gerekir. Mantık ilminin faydası, bu yasaların birer ıstılah haline dönüştürülmesi, devrin ilim diline uygun biçimde formüle edilmesi ve küçük yaştan itibaren talebelere bu yasalar konusunda bir dikkat telkin etmektir. Şayet bu yasalar ıstılahlaştırılmasaydı, bunlar tedrisata taşınamaz, öğrencilere rahatlıkla öğretilemezdi. Bu yasalar insan fıtratında bir düşünme dengesi, düşünme refleksi olarak bulunsa bile ifadesi, tartışılması ve tedrisata konu kılınması bunların ıstılahlaştırılmasını, formüle edilmesini, yani bir ilim olarak tedvin ve tasnifini zaruri kılmaktadır. Bu ilim tedvin edildikten sonra hem tedrisata açıldı hem de özellikle münazaralarda bir kriter olarak kullanıldı. Tarafların doğru ve tutarlı biçimde görüş beyanında bulunmaları konusunda hakemlik vazifesi gördü.


İslâmî ilimlerin tedvin asrında (VI ve VII asırlar), önceleri yoğun olarak sözlü rivayete dayanan İslam Kültürü [2], yazılı ve dirayete dayanan kültür hâlini almıştır.  Bu dönemde nahivci (dilbilimci) mütekellim (kelâm âlimi); mütekellim ise nahivci; fakih (fıkıh âlimi/hukuk bilgini) de aynı zamanda nahivci ve mütekellim idi [3]. İslamiyetin ilk senelerinden itibaren lisana verilen ehemmiyet, İslam ilim geleneğinde de tesirini göstermiştir [4]. Bundan dolayı İslam ilim geleneğinde tahsil lisan ile başlamaktadır. Dil (Arapça) üzerinde ihtisaslaşmadan tefsir, hadis, fıkh ve kelâm ilmine başlanamazdı. Çünkü bu ilimlerde kullanılacak nakli delillerin dili Arapçadır. Özellikle aslî kaynaklardan Kuran-ı Kerim'in belagat ve i'câzı ve Hazret-i Peygamberin sözlerinin (hadîs-i şeriflerin) cevâmiü'l-kelim (az sözle çok mana ifade etme) ve veciz özelliğine sahip olması Arapçada derinleşmeyi gerektiriyordu. Fıkıh ilminde, aslî kaynaklarda mevcut olmayan hükümler kıyas yoluyla hükme bağlanır. Bu bir ictihad faaliyetidir. Bunu yapan âlimlere de müctehid denir. Müctehidler hüküm çıkarmada tayin ettikleri usullere göre hareket etmektedirler. Bu usuller, usul-i fıkh ilmini, yani metodolojiyi oluşturur. Fıkh usulünde hükmün inşa edildiği delillerin büyük kısmı nass'lardan yani Kuran-ı Kerim ve hadis-i şeriflerden elde edildiğinden, fıkıh önemli ölçüde nahv (sentaks) ve sarf (morfoloji) ilimlerinden faydalanmaktadır. İctihad faaliyeti, mevcut delillerin aklın son noktasına kadar kullanılmasına istinat eder. Bu da sağlam bir mantık altyapısı gerektirmektedir.


İslam medeniyetinin lisana bu kadar ehemmmiyet vermesi ve bu sayede elde ettikleri [5],  Yunan mantığı ile ilk karılaştığında onu tenkit süzgecine tâbi tutabilmesini de sağlamıştır. Bu cihetten dil-mantık arasındaki irtibat günümüze kadar incelenegelmiştir. Ebu Said es-Sayrâfî (v. hicrî 368) ile Mettâ b. Yûnus arasıdaki meşhur münazarada, Sayrâfî Arap dili ve nahvini (gramerini) bilen insanın mantığa ihtiyaç duymayacağını iddia etmişti [3, s. 532]. Aslında nahivcilerin yaptığı gramer analizinden daha fazlasıydı. Gramerden manaya geçiş üzerindeki mesâileri, onları mantıkî temellerin inşasına sevk etmişti [6]. Mantığa ilk zamanlardaki bu soğuk bakışın sebebi, mevcut İslam Kültürünün, tercüme hareketiyle [7] gelen bir mantık ilminden elde edileceklerden yoksun olmayışıdır.  A System of Logic adlı kitabın yazarı İngiliz filozof Stuart Mill (1806-1873) dili mantığın temellerinden görür [8]: “Dilbilgisi mantığın en temel parçasıdır. Düşünme sürecinin analizinin başlangıcıdır. Dilbilgisi esas ve kaideleri, dilin formlarını düşüncenin külli formlarına uyumlu hale getiren araçlardır. Sözün muhtelif kısımları, isimlerin halleri, fiillerin kip ve zamanları ve sıfat-fiilerin fonksiyonları arasındaki ayırımlar, sadece kelimelerdeki değil düşüncedeki ayrımlardır. […] Her cümle yapısı Mantık’ta bir derstir”. Mill'in dil-mantık üzerindeki görüşü nahivcileri destekler mahiyettedir.


Tercüme hareketiyle dışarından gelen mantık ilmine karşı sergilenen soğuk tavır, bu ilmin kendisine olmayıp, bu ilmi getirenlere idi. İmam Gazalî'nin Tehâfütü’l-Felâsife kitabında yazdıklarına bakılırsa, Müslüman âlimlerin mantık ilmine yabancı olmadığı anlaşılıyor. Gazalî mantık hakkında şunları yazmaktadır [9]: “Evet, filozofların mantığı iyi bilmek gerektiği  görüşü doğrudur; ancak mantık filozoflara özgü bir şey değildir. O sadece bizim kelâm ilminde 'kitâbü'n-nazar' adını verdiğimiz bir yöntemdir. Fakat onlar bu lafı abartarak 'mantık' şeklinde değiştirmişlerdir. Bazen biz onu 'kitâbü'l-cedel', bazen de 'medârikü'l-ukûl' adıyla anarız. Kıt akıllı olduğu halde zeki görünmek isteyen biri, mantık adını duyduğu zaman onun, sadece filozofların bildiği, kelâmcıların ise bilmediği ilginç bir ilim olduğunu zanneder”.


Sözün kısası, ilk dönem Müslüman âlimleri birer ıstılah olarak mantık bilgisine sahip olmasalar bile, temel yasaları ve kıstasları itibarıyla mantığa vâkıf ve onu kullanıyor idiler. Onların dile/lisâna dair yoğun mesâileri ve geliştirdikleri fıkıh usulü ilmi, mantığa vukufiyetlerindeki en dikkate değer delillerdendir [10].



Referans ve Dipnotlar 


[1] İmam Gazali, el-Mustasfâ min 'ilmi'l-usûl, Bulak Baskısı, Beyrut, H. 1368, s.10. Kitap türkçeye terceme edilmiştir. el-Mustasfa (İslam Hukukunda Deliller ve Yorum Metodolojisi), Trc. Yunus Apaydın, Kayseri, 1994, s. 11.  İktibas edilen cümlenin geçtiği kısım Mustasfa'nın Mukaddimetü'l-Kitab başlığının hemen altındadır ve tercümesi şöyledir: “Bu mukaddimede  medâriku'l-ukûl (aklın işleyişi) ve bunların had (tarif) ve burhân'a münhasır olduğundan bahsedeceğiz. Ayrıca hakiki tanımın şartı ile hakiki burhanın şartını ve bunların kısımlarını, Mihakku'n-Nazar ve Mi'yâru'l-ilm adlı kitaplarımızda olduğundan daha özlü ve kısa olarak anlatacağız. Bu mukaddime, usûl ilmi cümlesinden olmadığı gibi, onun özel bir mukaddimesi de değildir. Aslında bu mukaddime, bütün ilimlerin bir mukaddimesidir ve bu mukaddimeyi tam olarak kavrayamamış kimselerin ilimlerine kesinlikle güven olmaz. Bu mukaddimeyi yazmamayı dileyen kişi, 'Birinci Kutub'un Kitab bahsinden başlasın. Usûl-u fıkh ilminin başlangıcı orasıdır. Bütün nazarî ilimlerin bu mukaddimeye ihtiyacı ne kadar ise, fıkıh usûlünün ihtiyacı da o kadardır”. 


[2] Hazret-i Peygambere gelen vahyin yazıldığı bilinmektedir. Aynı zamanda hazret-i Peygamberin sözlerinin de bazı sahabiler tarafından yazıldığı kaynaklarda geçmektedir.  Heysemî'nin Mecmau'z-Zevâid kitabında, Dârimî'nin Sünen'inde ve İbn Ebî Şeybe'nin Musannef'inde “kaydû'l-ilme bi'l-kitâbi” (ilmi yazıyla kayıt altına alın) hadis-i şerifi nakledilmektedir. Vahyin yazımıyla alakalı olarak bkz. M. M. el-A'zamî, The History of the Qur'anic Text from Revelation to Compilation (Vahyedilişinden Derlenişine Kur'an Tarihi), Trc. Ömer Türker ve Fatih Serenli, İstanbul, 2006, s. 105. Sünnetin yazımıyla alakalı olarak bkz. Ekrem Buğra Ekinci, İslâm Hukuku Tarihi, İstanbul, 2006, s. 29; Muhammed Accâc el-Hatîb, Es-sünne Kable't-tedvîn (Sünnetin Tesbiti), Trc. Mehmet Aydemir, İstanbul, 2005, s. 321; Muhammed Salih Ekinci, Hüccet Değeri ve Tedvin Açısından Sünnet, Trc. Metin Yiğit, İstanbul, 2004, s. 101; Abdulganî Abdulhâlık, Hücciyyetü's-sünne (Sünnetin Delil Oluşu), Trc. Dilaver Selvi, İstanbul, 2003, s. 279; Mustafa Es-Sıbâî, es-Sünnetü ve Mekânetüha fi't-Teşrî'il-İslâmi (İslam Hukukunda Sünnet), Trc. Kamil Tunç, İstanbul, 1996, s. 58.


[3] Muhammed Âbid el-Câbirî, Bünyetü'l-Akli'l-Arabî (Arap-İslâm Kültürünün Akıl Yapısı - Arap-İslam Kültüründeki Bilgi Sistemlerinin Eleştirel Bir Analizi), Trc. Hasan Hacak, Ekrem Demirli, Burhan Köroğlu, İstanbul, 2000, s. 18. Münazaranın detayı için bkz. D. S. Margoliouth, “The Discussion between Abu Bishr Matta and Abu Sa'id al-Sirafi on the Merits of Logic and Grammar”, Journal of the Royal Asiatic Society of Great Britain and Ireland, s. 79-129, 1905. 


[4] Lisana karşı hassasiyeti gösteren şu rivayetler manidardır: Bir defasında Hazret-i Peygamber'in huzurlarında lahn (i'râb hatası) yapan birisi hakkında "Kardeşinize doğrusunu gösterin. Zira o şaşırmıştır" buyurarak lisanda yapılan bu hatanın düzeltilmesi gerektiğini ifade etmişlerdir. Bir başka rivayette Hazret-i Ömer bir gün yoldan geçerken okla atış talimi yapan kimselerle karşılaşır. Hedefe isabet edememeleri üzerine, onları ikaz eder. Bunun üzerine onlar atış talimi yaptıklarını belirtmek amacıyla "nahnu kavmun muteallimîn" şeklinde hatalı bir ifade kullanırlar. Bunu duyan Halife: "Bence konuşmanızdaki  hatanız, atışlarınızdaki isabetsizlikten daha kötüdür. Zira ben Hazret-i Peygamber'den dilini düzelten kimseye Allah merhamet etsin dediğini duydum" der.  Başka bir rivayette Hazret-i Ömer, valisi Ebu Musa el-Eş'arî'den gelen bir mektupta i'râb hatası gördüğü için, çok öfkelenmiş ve valisinden katibini cezalandırmasını istemiştir. Nahv ilmindeki çalışmaların başlamasının en önemli sebeplerinden biri de bu gibi hataların yaygınlaşmasıdır. Daha tafsilatlı malumat için bkz. Mehmet Reşit Özbalıkçı, Kur'ân ve Hadîs'in Arap Gramerindeki Rolü, İzmir, 2006, s. 22-24.


[5] Muhammed Âbid el-Câbirî adı geçen eserinin  103. sahifesinde Muhammed el-Mübârek'in Fıkhu'l-luga ve hasâisu'l-'Arabiyye (Beyrut, 1975, s.278-279) adlı eserinden konuyla alakalı olarak şunları iktibas etmiştir: “Arapça'daki yapı ve kalıpların düşünsel ve mantıkî bir fonksiyonu vardır. [...] Örneğin fâil, mef'ul, zaman, mekân, sebebiyet, meslek, çıkarılan sesler, ortaklaşma, alet, karşılaştırma ve oluş isimlerinin hepsi için belirli kalıp ve yapılar konmuştur. Aynı şekilde bunlardan başka birçok anlam için de kalıplar konmuştur. Dolayısıyla lafız köklerinden herhangi biri bu kalıp veya yapılardan birine sokulduğunda bu kök, ilgili kalıbın taşıdığı anlama göre yeni anlamını kazanacaktır. Arapça'daki bu yapı ve kalıplar dildeki anlamları sınıflandırmayı ve bunlar içinde benzer olanları birleştiren bağları ortaya çıkarmakta, bu şekilde Araplar, mantığı ve mantıkî düşünüşü, dilleri sayesinde fıtrî/tabiî bir şekilde farkına varmadan öğrenmişlerdirler”. Ayrıca Osmanlı medreselerinde okutulan sarf ilmini konu edinen Maksud kitabının Müctehid İslam hukukçularından İmam Ebu Hanife'ye atfedilmesi manidardır. 


[6] Foucault, nahivcilerin, yani gramercilerin, mantık konusuna olan yatkınlıklarına Kelimeler ve Şeyler adlı kitabında temas etmektedir. Michel Foucault, Les Mots et les Choses: Une Archeologie des Sciences Humaines (Kelimeler ve Şeyler: İnsan Bilimlerinin Bir Arkeolojisi), Trc. Mehmet Ali Kılıçbay, Ankara, 2001, s. 140: Destutt de Tracy [Fransız filozof, v. 1836] bir gün, XVIII. yüzyıldaki en iyi Mantık incelemelerinin gramerciler tarafından yazıldıklarını fark etmek zorunda kalacaktır: bunun nedeni, gramerin hükümlerinin estetik değil de, analitik düzlemden olmalarıydı.


[7] Tercüme hareketi Halid b. Yezid b. Muaviye b. Ebî Süfyan (v. 86/705) döneminde başlamıştır. Bu dönemde tıp, kimya ve astronomi eserleri tercüme edilmiştir. Abbasîler dönemi halifelerinden Mansûr (v. 158/775) zamanında ise felsefî eserler de tercüme edilmiştir. İbnü'l-Nedim, hicrî 377 (m. 987) senesinde yazdığı el-Fihrist adlı kitabında İbnü'l-Mukaffa'nın (v. 139/756) mantığı Pehlevice'den tercüme ettiğini kaydeder.

[8]  John Stuart Mill, Inaugural address : delivered to the University of St. Andrews, Feb. 1st 1867, London, 1867, sayfa 15. Kitaba buradan ulaşılabilir. İfadenin orjinal hali: "It [Grammar] is the most elementary part of Logic. It is the beginning of the analysis of the thinking process. The principles and rules of grammar are the means by which the forms of language are made to correspond with the universal forms of thought. The distinctions between the various parts of speech, between the cases of nouns, the modes and tenses of verbs, the functions of participles, are distinctions in thought, not merely in words. […] The structure of every sentence is a lesson in Logic." 



[9] Gazâlî, Tehâfütü’l-felâsife (Filozofların Tutarsızlığı), Nşr. ve Trc. Mahmut Kaya, Hüseyin Sarıoğlu, İstanbul, 2009, s. 11.


[10] Noam Chomsky Language and Mind (Dil ve Zihin) adlı kitabının "Linguistics and philosophy" bölümünde filologlar ile filozoflar arasındaki benzerliğe dikkat çekmektedir:  "The methods and concerns of linguists and philosophers are similar in so many respects that it would be folly, I believe, to insist on a sharp separation of these disciplines, or for either to maintain a parochial disregard for insights achieved in the other - Filologlar ile filozofların kullandıkları metotlar ile ilgilendikleri konular birbirine o kadar benziyor ki, bu iki disiplini kesin çizgilerle birbirinden ayırmakta direnmek, ya da bunlardan birinin diğerinin elde ettiği başarıları dar bir bakışla görmezlikten gelmek delilik olur kanaatindeyim".  Noam Chomsky Language and Mind, 3. baskı, 2006, s. 147 (Dil ve Zihin, Trc. Ahmet Kocaman, Ankara, 2001, s. 237).

16 Aralık 2010 Perşembe

Kültürsüzleşme

İsmail Cem, Türkiye'de geri kalmışlığın tarihi adlı kitabının "Piyango Kültürü" başlıklı bölümünde şunları yazmaktadır [1]:

Batının etkisine girmiş Doğu toplumlarını inceleyen bir Fransız sosyoloğu şu tahlili yapıyor [R. Gendarme, La Pauvraute des Nations, s. 212]: "Bütün kültürler zamanın akışı içinde bazı değişimlere uğrarlar. Başka kültürlerle temasın ve toplumdaki bazı tabiî gelişmenin sonucunda meydana gelen yeni görüşler, toplumun temel değer yargılarının çerçevesinde kalmak şartıyla onun kültürünü etkilerler. Toplum, temeliyle çelişmeyen görüşleri zaman içinde benimseyebilirken, çelişenleri reddeder. Bu seçme hakkı kaybedilmediği sürece, kültür, dengesini ve benliğini korur. Seçme hakkının ortadan kalktığı durumlarda ise (yeni sömürgecilik, vb.) temel değerler değişebilir ve hayatî normlar sarsılabilir. Bu gelişme sonucunda kültür yıkılır, parçalanır ve kültürsüzleşme (deculturation) dediğimiz durum meydana çıkar."
Türkiye 200 yıldan beri böyle bir kültürsüzleşme sürecinin içindedir...


Referanslar

[1] İsmail Cem, Türkiye'de Geri Kalmışlığın Tarihi, İstanbul, 1970, s. 387.

15 Kasım 2010 Pazartesi

Âmid’de Bir Cesîm Kütüphane


İslâm medeniyetinin karakteristik vasıflarından biri ilme ve kitaplara verilen önemdir. Kütüphanelerdeki kitap miktarının çokluğu –rivayetlerde mübalağa olsa bile- bu vasfın delilidir. Kütüphanelerdeki kitap sayısına birkaç misal olarak şunları verebiliriz [1]: Miladî 961-976 tarihleri arası Endülüs'te hüküm süren II. Hakem’in kütüphanesinde 400,000 ile 600,000 arası, Trablus-Şam’daki kütüphanede 3,000,000 ve Âmid (şimdiki adı Diyarbekir) şehrindeki kütüphanede 1,040,000 kitap bulunduğu mervîdir. İslâm tarihçilerinin verdikleri kitap rakamlarının kabarık olmasının sebeplerinden biri de küçük risalelerin yani birkaç sayfalık eserlerin bir kitap sayılmasıdır. Avrupalı tarihçiler kitap sayılarının çok abartıldığı görüşündedirler. Ancak onları bu görüşe sevk eden, o tarihlerde ve sonrasında Avrupa’daki kitap sayısının azlığıdır. Mesela, 1110’lu yıllarda Fransa’daki Cluny Manastırı’nın ana kütüphanesinde 570 cilt bulunuyordu [2]. 1457 senesinde Cambridge Üniversitesi umumî kütüphanesi 330 kitap barındırıyordu [3]. Charles Seignobos da ortaçağdaki Avrupa kütüphanelerindeki kitap sayısının birkaç yüzü geçmediğini söylemektedir [4]. 

Ali Emîrî Efendi’nin her onbeş günde bir neşredilen Âmid-i Sevda isimli gazetedeki “Âmid şehrinde vaktiyle bir milyon kırk bin cild kitabı havî cesîm bir kütübhane” [5] başlıklı makalesinden iktibaslar sunacağım (ilaveler köşeli parantez { } arasına yapılmıştır):

Makalenin yayınlandığı sayının kapak sayfası

İşte İslamiyet’in nur-u seher gibi az vakitte afâka intişar etmesi bu misüllü ahlâk-ı âliye ve hamiyyet-i vicdâniye ile hâsıl oldu.

Öyle allâmeler zuhûra geldi ki her birinin tasnif eylediği asâr-ı güzîde bir kütüphane teşkil edecek mertebeye vardı.

Irak, Mısır, Yemen, İran, Endülüs kıtalarında öyle kütüphaneler zuhûra geldi ki her birinde mevcut olan kütüb-ü ’ilmîye yüz binleri geçti. Eğer şarkta Tatar beliyye-i kübrasının zuhûru, garpta Endülüs düvel-i İslamîyesinin mâil-i inhitat ve karîn-i inkıraz olması gibi ahvâl zuhûra gelmeseydi hala âlem-i İslamiyet bir kütüphane-i cihan şekl-i ’ale’l-aleni iktisâb edecekdi.

O zamanlarda cihân-ı medeniyetin en ileri giden bir kıta-i mübeccelesi de Elcezire ve Diyarbekir ve Kürdistan idi. Âlem-i İslamiyet’in en kıymetdar kütüphanelerinden biri de (Âmid) şehrinde idi. Bu kütüphane Âmid şehrinin hala mevcut olan Cami-i Kebir civarında vâki’ olup hicret-i seniyyenin altıncı asrında miktar-ı mevcudu bir milyon kırk bin cilt kütüb-ü nefîse ve nâdireye bâliğ olmuş idi.


Bugünkü günde böyle milyonluk kütüphane şöyle dursun, yüz bin cilt kütüb-ü İslamîyeyi havî bir kütüphane kürre-i arz üzerinde gayr-i mevcûd olduğundan bundan altı yedi asır evvel yalnız bir (Âmid) kütüphanesinde bu kadar enâfis-i asârın mevcud olması mûcib-i isti’cab olabilir ise de bunun sıhhatini ve hatta kitapların mikdar-ı mevcûdunu allâme Abdurrahman Şehabüddin Ebu Şâme Hazretleri (Kitâbu’r-Ravzateyn fî Ahbâri’d-Devleteyn {en-Nûriyye ve's-Salâhiyye}) ünvanlı tarih-i mu’teberlerinde bizzat Yusuf Selahaddin Eyyûbî ile ziyaret-i kütüphanede hazır bulunan edîb, şehîr, kâtib-i bînazir İmadüddin İsfehanî’den ve sâhib-i Tarih-i Kebir Ebu Tayy’den naklen ve aynen şöylece tahrir buyuruyor. {Selahaddin Eyyubi’den (1138-1193) hemen sonraki neslin en önemli iki tarihçisi Şamlı İbn Ebî Tayy (1179-1232) ve Kuduslü Abdurrahman ibn İsmail Ebu Şâme’dir (1203-1268). İbn Ebî Tayy Şam’da önde gelen Şiî bir ailenin içinde doğdu. Sünnî tarihçiler onun hakkında çok az biyografik bilgi vermektedir. Birçok muasırları gibi, İbn Ebî Tayy çeşitli sahalarda velûd bir yazardı. Tarihî çalışmaları sadece Şam’dan değil Mısır ve Kuzey Afrika’dan da bahsediyor. Selahaddin ve oğlu Zahir’in tarihlerini yazdığı gibi tarih-i umumî de yazmıştır. Fatimîlerin son zamanlarında ve Eyyubî Mısır’ının ilk zamanlarındaki çok sayıda meşhur simalarla tanışma fırsatı buldu. İbn Ebî Tayy Selahaddin hakkında çok önemli bilgiler vermektedir.. Ancak eserlerinin hiçbiri günümüze ulaşmamıştır [6].}

(Ve kânet fîha hazâinü’l-kütüb kâne fîha elfu elfin ve arba’une elfu kitabin) Allâme-i müşarün ileyh Ebu Şame hazretleri mikdar-ı kütüb-ü mevcudiyeyi bu suretle beyan eyledikten sonra (Fevehebe’s-sultanü’l-kütübe li’l-kâdi’l-fadil fentehebe minha hamle sab’îne hicazeten) ibaresini tahrir ediyor ki ol vakit Mısır ve Şam ve Halep gibi merâkiz-i ’ulûm ve medeniyet olan bilâd-ı meşhûrenin Şeyhülislamı bulunan Kadı Fazıl gibi bir zatın bu kütüphaneden kütüb ahzına mecburü’l-ihtiyaç olması bunda mevcûd olan asâr-ı nâdirenin derece-i kıymet ve ehemmiyetini tayin eder.

Mamafih müsa’ade-i sultan müşarün ileyh ile Kadı Fazıl hazretlerinin bu kütüphaneden yetmiş hicaz’e kitap intihal ve ihraç eylemesine ve bir hicaz’e hadd-i a’zam olmak üzere beş yüz ciltten ziyade alamayacağından yetmiş hicaze nihayet otuz beş bin cilt kitap demek olmasına ve geride daha bir milyondan ziyade kütüb kalmasına ve Sultan Yusuf Selahaddin Eyûbî’nin (Âmid)’den tarih-i ‘azameti olan 579 senesinden 629 senesine kadar (Âmid) şehri mülûk-i Artukîye ve ondan 658 senesine kadar da şu’be-i mülûk-i Eyyûbî’yeye makarr-ı hükümet olup bunların her iki kısmı da muhibb-i ‘ilim ve ‘ulemâ olduklarından şu müddet zarfında dahi kütüphane-i mezkûrun tenakus eylemeyup tezayüd eylediği şüpheden varestedir.

Şu cesîm kütüphanenin kimler tarafından ne suretle mahv ve tahrib edildiği bahsine gelince 654 senesinde (Vefeyâtü’l-A’yân)’ı ikmal eden Cenab-ı İbn-i Hallikân bu kitaplar hakkında (ve hiye ile’l-an mevcûdetün bi hazâini’l-cami’în) serahatini kaydetmesine ve hâlbuki 672 senesinde tevellüd ve 732 senesinde vefat eden Melikü’l-müeyyed Ebü’l-Fida Eyyûbî (Kitabü’l-Muhtasar fî Ahbâri’l-Beşer) namındaki tarih-i meşhûrunda (ve hiye ila karîbin kânet mevcûdetün bi hazâini’l-cami’în) ibaresinin tahrir eylemesine göre ol esnada zühûr eden Tatar beliyye-i küberasında böyle altı yedi asırlık kadîm ve nâdirü’l-emsâl bir kütüphanenin de mahv ve ifna’ edildiği anlaşılıyor.


Bu kütüphane-i cesîmeden başka (Âmid) şehrinde ve mülhakatında daha başka kıymettar kütüphaneler de mevcûd idi. Cümleden (Âmid) şehrinde (Al-i Yanal) Kütüphanesi, Mardin, Hısn-ı Keyfa, Meyyafarikîn şehirlerindeki kütüphaneler dahi nevâdir-i dünyadan idi. Hususuyla Tabib Fazıl ibn-i Ebu ‘Asbi’a (‘Uyûnü’l-Enba’ fi Tabakâti’l-Etibba’) kitabında Diyarbekir meliği Ebü’n-Nasr Ahmed tarafından Âmid civarında baki Meyyafarikîn şehrinde gayet cesîm bir hastahane ile kütüb-ü tıbbîyeye mahsus kütüphane-i kıymettar inşa ve ihya eylediğini yazıyor.

Referanslar

[1] Ribhi Mustafa ElAyyan, “The History of the Arabic-Islamic Libraries: 7th to 14th Centuries”, International Library Review, vol. 22, no. 2, 1990.

[2] Jonathan M. Bloom, Paper before print: The history and impact of paper in the Islamic World (Kağıda işlenen uygarlık: Kağıdın tarihi ve İslam Dünyasına etkisi), Trc. Zülal Kılıç, İstanbul, 2003, s. 162.

[3] Elisabeth Leedham-Green, Teresa Webber, The Cambridge History of Libraries in Britain and Ireland, Cambridge, 2006, Cild 1, s. 47.

[4] Charles Seignobos, History of Medieval and of Modern Civilization to the End of the Seventeeth Century, Trc. James Alton James, New York, 1909, s. 130.

[5] Ali Emîrî Efendi, “Âmid şehrinde vaktiyle bir milyon kırk bin cild kitabı havî cesîm bir kütübhane”, Âmid-i Sevdâ, sayı 3, 1324. Bu makalenin latinize edilmiş haline buradan ulaşabilirsiniz. Transliterasyonda okuma hataları vardır.

[6] Yaacov Lev, Saladin in Egypt, Hollanda, 1999, s. 41-43.

10 Ekim 2010 Pazar

"İslâm’da Tarih ve Müverrihler"

Şemseddin Günaltay’ın [*] meşhur İslâm tarihçileri ve eserlerini tanıttığı orijinal ismi İslâm’da Tarih ve Müverrihler olan eseri dikkate değer bilgiler içermektedir. Kitabın önsözünde İslâm tarihçilerinin ve kitaplarının genel hususiyetlerine temas eden yazar şunları yazmaktadır [1]: “İslâm tarihçileri, emek ve çabaları, ihata genişlikleri ve eserlerinde topladıkları bilgilerin zenginliği bakımından daha sonra gelenlerin şükran ve minnetine gerçekten hak kazanmışlardır. Gerçi bıraktıkları eserler bugünün bilimsel anlayışına göre metodik birer tarih kitabı sayılamazlar. Ama modern metodlara uygun olarak tarihî araştırmalarda bulunacaklar için değerli birer vesika hazineleridirler. İşte bu açıdan ele alındıklarında, eski tarihlerimizin değeri çok büyüktür.
…..
İslâm tarihçilerine yüklenen en büyük kusur, eserlerini yazarken eleştirel düşünceye yer vermemiş olmalarıdır. Bu yön doğru, fakat genel değildir. İbn Miskeveyh ve İbn Haldun gibi tarihçilerin eserlerinde gerçek bir eleştiri eğiliminin egemen olduğu göze çarpmaktadır. Eğer bu yazarlar bütünüyle başarılı olmamışlarsa, bunun nedeni biraz da yaşadıkları çağın politik ve toplumsal şartlarında, kamuoyundan tam bir destek görmemelerinde ve son olarak da iyi bir yargıya ulaşmak için gerekli olan bütün şartları ve vesikaları bulamamalarında aramak gerekir.

İbn Haldun’un Mukaddime’si, tarih felsefesinin bugün de değerini koruyan yüksek ilkelerini içermiyor mu? Hatta el-Bîrûnî, değerli bir ilim ve tarih vesikası olan el-Âsâru’l-Bâkıye mukaddimesinde, insanları gerçeği tahrife sürükleyen nedenleri açıklarken psikolojik bir hata teorisinin temelini atmış değil midir? Her halde eski büyük İslâm tarihçilerinin parlak ve keskin zekâlı müstesna birer bilgin olduklarını itiraf etmek kadirşinaslık gereklerindendir.
….
.. bir bakıma kusur olarak görülen bu durum [hâdiselerle alakalı rivayetleri kritik etmeden aktarmaları], sonrakiler için daha güvenli ve daha zengin bir inceleme alanı bırakmıştır. Çünkü araştırmacılar bu sayede tarihçinin kişisel yargılarının etkisi altında kalmaksızın doğrudan doğruya rivayet ve olgularla karşılaşmaktadır ki, bu da gerçeğe ulaşma imkanını arttıracak bir etkendir. Eğer tarihçiler eleştirel bir metod izlemiş olsalardı, doğal olarak, topladıkları bilgi ve vesikalardan yalnız kendi muhakemeleriyle ulaştıkları sonuçlara uygun olanları, bunları destekleyenleri kitaplarına alacak, kendilerine doğru görünmeyen rivayetleri ise dışarıda bırakacaklardı. Halbuki İslâm tarihçileri böyle yapmamışlardır. Aksine onlar tarihî rivayetler kendilerine ne şekilde ulaşmamışsa öylece kayıt ve zaptetmeyi görev bilmişler; bunları ta’lil ve tefsir etmekten ne kadar kaçınmışlarsa, kişisel kanaatlerine uygun bir biçime sokmaktan da o derece sakınmışlardır. Bundan dolaydır ki, İslâm tarihçilerinin olaylar ve rivayetler koleksiyonu niteliğinde olan eserleri, ilim ve tarih noktasından eski Yunan ve Roma yazarlarının edebî tarihlerinden daha değerlidir.

Evet, İslâm tarihçileri; genel olarak rivayetleri uzlaştırma ve birleştirmeyle uğraşmamış, eserlerini büyüleyici bir biçime sokma yapmacılığında bulunmamışlardır. Bu eserler samimî ve bilinçli bir doğrulukla toplanıp aktarılmış birer vakayinâmedir. Fakat bugün, bilimsel metodlarla tarihî araştırmalarda bulunacak kimselerin de arayacakları bu gibi kaynaklar değil midir?..”.


Tarihî araştırmalar için kaynak olabilecek ana kitaplardan biri olarak Ebu Ca’fer Muhammed bin Cerîr Taberî’nin Târihu’l-Umem ve’l-Mülûk adlı kitabı zikredilmektedir. Günaltay, bu kitap hakkında şunlar yazmaktadır: “.. aynı zamanda Ahbâru’r-Rusûl ve’l-Mülûk, Târîh-i Ca’ferî, Târîh-i Taberî adlarıyla da tanınır ve en önemli İslâm klasiklerden sayılır. İslâm dünyasının Herodot’u kabul edilen İbn Cerîr’in, kendisinden sonra gelen tarihçileri için geniş bir inceleme kaynağı olan bu eseri, yaratılıştan başlayarak Hicrî 302 (M. 924) yılına, yani ölümünden sekiz yıl öncesine kadar olan olayları içermektedir.

Kitap, derin bir vukuf ve uzun bir çalışmanın ürünü olup İslâm tarihinin başlıca abidelerinden biridir. Bu eserde İslâm’ın ilk dönemleriyle alakalı olarak, hiçbir eserle kıyaslanmayacak derecede önemli bilgiler vardır. Birçok hadîs ve menâkıb, birçok rivayet ve olay, tasarruf edilmeksizin, aynen toplanmıştır. Rivayetleri te’lif ve tevhid etmeyi bile bir tür tahrif kabul eden İbn Cerîr, bunları aynen ve birebir eserine almış olduğu gibi, râvilerinin adlarını da yazmayı ihmal etmemiştir. Eskiliği, yazarının kalitesi ve yüksek kişiliği, bu eseri en yüksek değere sahip kaynaklar sırasına çıkarmıştır”.


Türkçe’ye Târih-i Taberî adıyla tercüme edilen kitap hakkında yazar şunları kaydetmektedir: “İbn Cerîr Tarihi, daha o yüzyıllarda İslâm dünyasında önemli ve büyük bir yer kazanmış, Sâmânoğullarından Ebu Salih Mansur bin Nuh’un emir ve teşvikiyle veziri Ali Muhammed el-Bel’amî tarafından özet halinde Farsçaya çevrilmiştir (Kâtip Çelebi, Keşfü’z-Zünûn, I/176, Mısır baskısı). Fakat Bel’amî, Ca’ferî tarihinin özet halinde çevrisiyle yetinmemiş, eserinin girişinde kendisinin de itiraf ettiği gibi astronomi kitaplarından, İranlı Mecusî tarihçilerin eserlerinden ve Yahudilerin hurafelerinden de bir çok şeyler eklemiştir (D’Herbelot, Bibliothèque orientale, 843). Târih-i Taberî adıyla ünlü olan Türkçe tarih, asıl Târih-i Ca’ferî’nin çevirisi olmayıp Târih-i Bel’amî’nin hurafelerle dolu bir özetidir.”


Keşfü’z-Zunûn’da Târih-i Taberî’nin Türkçe tercümesine mehaz olan kitap hakkında şunlar yazmaktadır [2]: “Sâmânîlerin vezirlerinden Ebu Alî Muhammed el-Bül’umî bu kitabı farsçaya tercüme etti… bu kitapta Sâmânî Mansûr ibn Nûh’un, güvendiği kişi ve yakını olan Ebü’l-Hasan için 352 yılında bu kitabın tercüme edilmesini emrettiğini anlattı.Başka bir kişi de bu kitabı türkçeye tercüme etti, Anadolu halkı arasında elden ele dolaşan bu tercümedir.”


William H. Morley Arapça ve Farsça tarihî yazmalar hakkında hazırladığı katalogda el-Bel’amî’nin tercümesi hakkında şunları yazmaktadır [3]: “Bal’amî has omited in his translation the Isnads, or authorities, which are enumerated by At-Tabarî, and almost all the Arabic verses : he has in addition greatly abridged his original, though at the same time he has added much new matter – Bel’amî tercümesinde Taberî’nin teker teker zikrettiği isnadları ve Arapça beyitlerin neredeyse tamamını çıkarmıştır. Ayrıca orijinal metni özetlemekle birlikte yeni meseleler eklemiştir” .

Milli Eğitim Bakanlığı’nın Şark-İslâm Klasikleri serisinde 5 cild olarak neşredilen Milletler ve Hükümdarlar Tarihi Hazret-i Peygamber’in vefatına kadar olan dönemi içermektedir.

Taberî tarihinin İngilizce tercümesi 18 yılda tamamlanarak, son cildi indeks olmak üzere 40 cilt halinde neşredilmiştir [4].


Referanslar:

[*] İslamiyet aleyhindeki faaliyetlerinden dolayı, şerrüddin olarak bilinir.

[1] Şemseddin Günaltay, İslâm Tarihinin Kaynakları: Tarih ve Müverrihler, Haz. Yüksel Kanar, İstanbul, 1991, s. 12-15.

[2] Kâtip Çelebi, Keşfü’z-Zünûn, Trc. Rüştü Balcı, İstanbul, 2008, Cild I, s. 277.

[3] William Hook Morley, A descriptive catalogue of the historical manuscripts in the Arabic and Persian languages: preserved in the library of the Royal Asiatic Society of Great Britain and Ireland, John W. Parker & Son, 1854, s. 18. Kitabın pdf haline buradan ulaşılabilir.

[4] Editör Ehsan Yar-Shater, The History of al-Tabarî, 40 cild, State University of New York press, 1989–2007.

24 Ağustos 2010 Salı

Bir Medeniyetin Külleri

Bir ülkenin kütüphanelerini, arşivlerini ve müzelerini yağmalattığınızda artık onun tarihinden bahsedemezsiniz. Bir millete yapılabilecek en büyük kötülüklerdendir kitaplarını yakmak, tarihini yağmalatmak kısacası hafızasını yok etmek.

Rebecca Knuth’un 2006 senesinde çıkan Burning books and leveling libraries : extremist violence and cultural destruction adlı eserinin “Errors of Omission and Cultural Destruction in Iraq, 2003” başlıklı bölümünden Irak’a medeniyet getireceklerini iddia edenlerin insanlık mîrâsını, Cengiz-vârî, nasıl yok ettiklerini okuyalım (sayfa 203-205) :

Yağmalanan Bağdat Millî Kütüphanesi (Kaynak: www.guardian.co.uk)

During the period leading up to the American invasion of Iraq, prominent coalitions of experts foresaw and publicly warned of the danger of cultural devastation. On March 26, 2003, 10 institutions and 130 scholars and heritage managers from all over the world signed the Archaeological Institute of America’s “Open Declaration on Cultural Heritage at Risk in Iraq” (“Editorial” 2003, 222). It was an attempt to pressure the U.S. government and its allies to proactively protect Iraq’s cultural legacy in the event of war. The statement urged all governments to recognize that fragile cultural heritage is inevitably damaged by warfare and to respect and protect cultural sites. It pointed out the value of Iraq’s cultural heritage both to the Iraqi people and the world. This was but one of many warnings. The International Council of Museums warned of the possibility of pillage and cited the looting of 7 out of 12 of Iraq’s regional museums in civilian disorders at the end of the Gulf War. The statement of the International Committee of the Blue Shield, which represents nongovernmental organizations in the fields of archives, libraries, monuments and sites, and museums, urged combatants to protect Iraq’s cultural resources and fend off losses to the historical record.

Irak'ın Amerikan istilasıyla sonuçlanan periyot boyunca, seçkin uzmanlar topluluğu kültürel tahribat tehlikesini görerek açıkça uyardılar. 26 Mart 2003'de dünyanın her yerinden 10 enstitü ve 130 bilim adamı ve tarihi yerlerin korumasıyla ilgilenen yöneticiler Amerika Arkeoloji Enstitüsü'nün "Irak'da Kültürel Mirasın Tehdit Altında Olduğuna Dair Açık Bildiri"sini imzaladılar (“Editorial” 2003, 222). Bu, savaş olduğu takdirde tedbirler alınarak Irak'ın kültürel mirasının korunması için ABD hükümetine ve müttefiklerine baskı altına alma teşebbüsüydü. Bildiri tüm hükümetlerin hassas kültürel mirasın savaştan ister istemez zarar göreceğini kabul edilmesine ve kültürel sitelere saygı duyulmasına ve onların korunmasına zorluyordu. Irak'ın kültürel mirasının hem Irak halkı hem de dünya için olan değerini ifade ediyordu. Bu birçok uyarıdan sadece biriydi. Uluslararası Müzeler Konseyi yağma ihtimalini belirtti ve Körfez Savaşı sonunda sivil karışıklıkta Irak'taki bölgesel müzelerden 12'sinden 7'sinin yağmalandığını bildirdi. Arşivler, kütüphaneler, anıtlar ve siteler ve müzeler sahasında sivil toplum örgütlerini temsil eden Uluslararası Mavi Kalkan Komitesi'nin bildirisi muharipleri, Irak'ın kültürel kaynaklarını korumaya ve tarihî kayıtların kaybolmasını engellemeye çağırdı.

Kütüphaneden kitap kaçıran bir yağmacı (Kaynak: www.life.com)

Despite all the warnings, the administration of George W. Bush and his military leadership made no plans for protection of cultural heritage immediately following the collapse of Saddam’s government. With the fall of Baghdad on April 9, mobs swarmed into public institutions and looted, smashed, and burned with abandon for five days.

In Mosul, despite the fact that the mosques pleaded for an end to anarchy, citizens set fire to the government printing office and ransacked the Mosul University Library and its ancient manuscript collection. After the city fell, as the troops rolled in, residents shouted at them: “Why are you so late?” (Espo 2003). The anarchy in Baghdad resulted in devastating losses as Iraq’s prestigious national collections were decimated. Iraqi librarians, curators, and staff noted that, although there were insufficient troops to control the entire city, the American troops capably defended those facilities that they had been ordered to protect: the Ministry of Oil, Palestine Hotel, Sheraton Hotel, the airport, the Republic Palace, and other locations deemed strategic. Iraqi Academy of Science staff members reported that when an American tank crashed through the institution’s front gate and its crew removed the Iraqi flag at the entrance and then left, it was seen as essentially an invitation to looters (Al-Tikriti 2003). When they were asked to protect the National Library, U.S. soldiers informed the librarians that “our orders do not extend to protecting this facility” and that “we are soldiers, not policemen” (Al-Tikriti 2003).

Tüm bu uyarılara rağmen, George W. Bush yönetimi ve onun askeri liderleri, Saddam'ın devrilmesi akabinde kültürel mirasın korunmasına yönelik hiçbir plan yapmadı. 9 Nisan'da Bağdat'ın düşmesiyle, kalabalık kamu enstitülerine üşüştü ve beş gün boyunca yağma, talan ve yakma olayları yaşandı.

Musul'da camiler anarşinin son bulması için çağrıda bulunmalarına rağmen, vatandaşlar devlet basımevini ateşe verdiler ve Musul Üniversitesi kütüphanesini ve antik yazmalar koleksiyonunu yağma ettiler. Şehir düştükten sonra, askerler geldiğinde ahali onlara "Neden bu kadar geç kaldınız" diye bağırdı (Espo 2003). Bağdat’taki anarşi Irak'ın ünlü millî koleksiyonlarının büyük kısmının yok edilmesiyle sonlandı. Iraklı kütüphaneciler, müze müdürleri ve görevliler şunları belirttiler: Tüm şehri kontrol edecek kadar asker olmamasına rağmen, kendilerine korumaları için emir verilen Petrol Bakanlığı, Palestine Hotel, Sheraton Hotel, havaalanı, Cumhuriyet Sarayı ve diğer stratejik yerleri korumayı başardılar. Iraklı Bilim Akademisi üyeleri, bir Amerika tankının enstitünün ön kapısını yıktığını ve girişteki Irak bayrağını indirdikten sonra uzaklaştığı, bunun yağmacılar için bir davet olduğunu rapor etmektedirler (Al-Tikriti 2003). Kendilerinden Millî Kütüphaneyi korumaları istendiğinde, Amerikan askerleri kütüphanecilere "Emirler burayı korumayı içermiyor" ve " biz askeriz polis değil" şeklinde cevap vermişlerdir (Al-Tikriti 2003).


Yağmadan sonra bir imam tarafından camide muhafaza edilen kitaplar (Kaynak: www.guardian.co.uk)

The cultural losses struck a deep chord with educated Iraqis to whom the country’s history and intellectual traditions were important. These Iraqis held the troops directly responsible for the losses, and the U.S. administration lost ground in its attempts to win their hearts and minds. “This is not a liberation; this is a humiliation,” Iraqi archeologist Raid Abdul Ridhar Muhammad told a journalist, “If a civilization is looted, its history ends. Please tell this to President Bush” (Griffi ths 2003).

Gailan Ramiz, a Princeton-educated professor at Baghdad University, sought out reporters to make his statement: “I believe the United States has committed an act of irresponsibility with few parallels in history, with [allowing] the looting of the National Museum, the National Library and so many of the ministries. People are saying that the U.S. wanted this—that it allowed all this to happen because it wanted the symbolism of ordinary Iraqis attacking every last token of Saddam Hussein’s power” (Burns 2003, A1). This claim, that there was a deliberate motive for the troops’ refusal to protect Iraqi cultural institutions, was supported by journalists’ reports that in Basra, British officers who allowed the looting of Ba’ath party buildings, which housed important administrative documents, stated that this was a way to demonstrate to the Iraqi people that the party had lost control of the city (Human Rights Watch 2003).

During the course of the interview, as another tank went by, ignoring the looting that was going on, Fouad Abdulla Ahmed bitterly observed: “The army of America is like Genghis Khan. America is not good and Saddam is not good. My people refused Saddam, and they will refuse the Americans” (McGeough 2003).

An American Library Association (2003) statement lamented the losses: “Cultural heritage is as important as oil. Libraries are a cornerstone of democracy and are vital resources in the re-establishment of a civil society.

On April 11, as the looting in Baghdad raged without check, UNESCO Director-General Koichiro Matsuura exhorted U.S. authorities to protect Iraq’s sites and cultural institutions. Matsuura cited UNESCO’s recent experience in other war-torn situations, which had shown that “culture can play a key role in consolidating the peace process, restoring national unity and building hope for the future” (UNESCO 2003).

Eminent book historian Robert Darnton (2003, B01) pointed out: “libraries and archives, museums and excavations, scraps of paper and shards of pottery provide all we can consult in order to reconstruct the worlds we have lost. The loss of a library or a museum can mean the loss of contact with a vital strain of humanity.

Kültürel kayıplar ülke tarihinin ve fikri geleneklerin önemine inanan eğitimli Iraklıları derinden yaralamıştır. Bu Iraklılar askerleri kayıplardan doğrudan sorumlu tutmaktadır ve ABD hükümeti onların kalplerini kazanma çapalarının zeminini kaybetti. Iraklı arkeolojist Raid Abdul Ridhar Muhammad'in bir gazeteciye "Bu liberasyon (hürriyet) değil, asimilasyon. eğer bir medeniyet yağmalanırsa, onun tarihi son bulur. Lütfen bunu Başkan Bush’a söyleyin" (Griffi ths 2003).

Bağdat Üniversitesinde Princeton eğitimli bir profesör olan Gailan Ramiz röportajcılara beyanat vermek için aradı: "İnanıyorum ki ABD Millî Müzenin, Millî Kütüphanenin ve bir çok bakanlıkların yağmasına izin vermekle tarihte paraleli az bulunur sorumsuz bir hareket yapmıştır. İnsanlar ABD'nin bunu -Saddam Hüseyin'in gücün son hatırasına saldıran Iraklılar sembolü istediğinden bunların olmasına izin verdi- istediğini söylüyorlar"(Burns 2003, A1). Askerlerin Irak kültür enstitülerinin korunmasını reddetmeleri kasıtlı bir hareketti iddiası gazetecilerin raporlarıyla desteklendi. Basra'da İçinde önemli idari evrakların bulunduğu Baas Partisi binasının yağmalanmasına müsaade eden İngiliz subaylar bu, Iraklı insanlara şehrin partinin kontrolünden çıktığını göstermenin bir yoluydu (Human Rights Watch 2003).

Röportaj sırasında, devam eden yağmayı görmezden gelen bir diğer tank geçtiğinde, Fouad Abdullah Ahmed acı acı "Amerika ordusu Cengiz Han gibi. Amerika iyi değil. Saddam iyi değil. Benim halkım Saddam'ı reddetti, Amerikalıları da reddedecektir" dedi (McGeough 2003).

Amerika Kütüphane Derneği (2003) bildirisi kayıplardan dolayı hayıflandı: "Kültürel miras petrol kadar önemlidir. Kütüphaneler demokrasinin temel taşıdır ve sivil bir cemiyetin tekrar inşasında elzem kaynaklardır".

11 Nisan'da, Bağdat'taki yağma kontrolsüz arttığında, UNESCO Genel Direktörü Koichiro Matsuura Irak'ın sitelerinin ve kültürel enstitülerinin korunması konusunda ABD'li otoriteleri uyardı. Matsuura UNESCO'nun diğer savaş yüzünden mahvolmuş mahallerdeki tecrübesinden bahsetti: "Kültür barış sürecinin pekiştirilmesinde, millî birliğin tekrar sağlanmasında ve gelecek için ümit inşasında anahtar rol oynamaktadır" (UNESCO 2003).


Önemli kitap tarihçisi Robert Darnton (2003, B01) şunlara işaret etti: "kütüphaneler ve arşivler, müzeler ve kazı yerleri, kağıt ve çömlek parçaları kaybettiğimiz dünyaların tekrar inşası için başvurabileceğimiz her şeyi sağlar. Bir kütüphanenin veya müzenin kaybı insanlığın önemli bir iziyle irtibatımızın kaybı anlamına gelebilir" .


Yazıda geçen referanslar:

Al-Tikriti, Nabil. 2003. Iraq Manuscript Collections, Archives, and Libraries. Situation Report. Oriental Institute, University of Chicago.
http://www-oi.uchicago.edu/OI/IRAQ?docs/nat.html. June 8, 2003.

American Library Association. 2003. Press Release: “ALA Joins International Community
in Assisting Iraq National Library” (April 23, 2003).

Burns, John F. 2003. “Baghdad Residents Begin a Long Climb to an Ordered City.” New York Times, 14 April, p. A1.

Darnton, Robert. 2003. “Burn a Country’s Past and You Torch Its Future.” Washington Post, 20 April, p. B1.

“Editorial.” 2003. Antiquity 77 (296):221.

Espo, David. 2003. “U.S. Military Expands Control over Iraq.” Associated Press Online, April 11, 2003. http://www.micro189.lib3.hawaii.edu:2138/universe.

Griffi ths, Jay. 2003. “No Time Like the Present.” Ecologist 33 (6):12–13.

Human Rights Watch. 2003. “Iraq: Protect Government Archives from Looting.” News release, April 10, 2003. www.hrw.org/press/2003/04/Iraq041003.

McGeough, Paul. 2003. “Rich Past Stripped as Future in Tatters.” Sydney Morning Herald, April 14.www.smh.com.au/articles/2003/04/13/1050172478179.html.

UNESCO. 2003. “UNESCO to Make a Preliminary Assessment of the State of Iraq’s Cultural Heritage.” ARCHIVES@LISTSERV.MUOHIO.EDU, April 16, 2003.