8 Mart 2008 Cumartesi

Din, Bilim ve İmam Gazali

İmam Gazali deyince bazı aydınlarımızın aklına nedense bilim ve din çatışması gelir. İslam dünyasındaki pozitif bilimlere karşı alakanın azalmasının tek sebebi İmam Gazali'nin eserleri, özellikle Tehâfütü'l-Felâsife eseri gösterilir. Acaba İmam Gazali gerçekten bu eserlerinde felsefenin ve bilimin öğrenilmesine karşı mı çıkıyor? Yoksa birileri anlamak istediği gibi mi meseleye yaklaşıyor?

İslam biliminin (İslam medeniyetindeki bilimlerin) düşüşünde İmam Gazali'nin önemli bir rol oynadığı iddiasının gerçeği ne kadar yansıttığı George Saliba'nın Islamic Science and the Making of the European Renaissance adlı kitabında ele alınmıştır. Bu kitapta, "İmam Gazali'yi takip eden asırlarda neredeyse her bilimsel disiplinde çok iyi giden bir aktivite"nin varlığının aşikar bir gerçek olduğu vurgulanmıştı.

Felsefe ve pozitif bilimlerin öğrenimi meselesinde ise İmam Gazali'nin eserleri maalesef yanlı(ş) okunuyor. Konu ile ilgili olarak Robert G. Morrison'un 2007 yılında çıkan Islam and Science : the intellectual career of Nizam al-Din al-Nisaburi eserinden yapacağım alıntı meseleyi özetlemektedir:

Onikinci asırda, kelâm ilmi yaratıcının vasıfları ve kainat üzerinde sistematik çalışmalar içeriyordu. Felsefe ile ilgilenme, İbn Sina'nın (Ö. 1037) eserleriyle, kelâm çalışmalarının bir parçası oldu. Bu gelişmenin öncülüğünde diğerlerinden daha ileride olan kişi İmam Gazali'ydi (Ö. 1111). El-Munkizü mine'd-Dalal (Delaletten Hidayete) eserinde, bilgi kuramı krizinden sakınmasını detaylı olarak anlattığı entelektüel otobiyografisi, İmam Gazali felsefecilerin eserlerini derinlemesine araştırdığını ve, sıklıkla tekrarlandığı üzere, onların yazılarını tatmin edici bulmadığını bildirdi. Felsefe, onu iman buhranına sevk eden sorulara cevap veremediği gibi, felsefenin dine zarar veren önermelere dayadığı sonucuna vardı. İmam Gazali'nin Tehâfütü'l-Felâsife (Filozofların Tutarsızlığı) eseri, en azından, okuyucuyu felsefeyi kritik bir zihin ile okumaya zorlamaktadır. İmam Gazali, El-Munkizü mine'd-Dalal eserini Tasavvufun Allah hakkında bilgi edinmede en etkili yol olduğunu söyleyerek bitiriyor.

İmam Gazali'nin bu iki eserindeki ifadelerindeki yansıma, onun din bilginlerini felsefenin seçilmiş iddialarına karşı aşıladığı, fakat felsefe ve bilimsel çalışmayı yasaklamadığı izlenimi vermektedir. Her şeye rağmen, Tehâfütü'l-Felâsife eserinin girişinde tüm bilimleri reddeden birinin yanılmış olduğunu söylemektedir. Bu bakımdan, İmam Gazali'nin kariyeri hakkındaki diğer iki nokta önemlidir. İlki, onun önceden yazmış olduğu Mekâsıdü'l-Felâsife eseri, önde gelen bir din alimi olan İmam Gazalinin felsefenin esasları ve tartışma usulleri üzerinde kayda değer hakimiyet sağladığını göstermektedir. İkinci olarak, El-Munkizü mine'd-Dalal eserinde mantık veya matematiksel doğruların tek başlarına özellikle zararlı olmadığını kabul etmesidir. Tehlike sadece, mantık ve matematik çalışmanın avamı felsefenin diğer öğretilerinin vahiy gibi kesin olduğu hükmüne varmasına neden olabilmesidir ki, İmam Gazali'ye göre, bu felakettir. Tehâfütü'l-Felâsife felsefecilerin belli argümanlarına karşı bir hareket olarak görülmelidir, yoksa felsefenin tümüyle reddi olarak görülmemelidir.
sayfa 12-13

[Herhalde George Saliba ve Robert G. Morrison, Cengiz Özakıncı'nın İslam'da Bilimin Yükselişi ve Çöküşü adlı kitabında İmam Gazali hakkında yazdıklarını okusalar gerçekten diyecek bir şey bulamazlardı. Her iki tarafa baktığımızda aynı kitapları okuyorlar (Özakıncı'nın İmam Gazalî'ye ve İslâmî ilimlere dair eserleri okuduğu/okuyabildiği şüpheli!), ancak elde ettikleri sonuçlar tamamen zıt. Bakın Özakıncı eserinde neler yazmış:

Gericiler, usçularla giriştikleri tartışmalarda bir usçuluk döneği [eserde bu ifade italik olarak yazılmış aynen aktardım] olan Gazzali'nin kitabındaki savları kullanarak Müslümanları usçuluğun dine karşıt bir tutum olduğunu inandırabilmiş, .... Gazzali'den iki kuşak sonra Müslüman toplumların çok güçlü bir usçuluk karşıtı gerici akıma sürüklenmesine neden olmuştur.
sayfa 243
Gazzali, matematiğin kişileri dinden çıkardığını bakın nasıl çözmüştü:
sayfa 244
Usçuluk kötüdür, us yürütmek kötüdür, sorgulamak kötüdür, düşünsel tartışmalara girmek kötüdür, bilimlere dalmak kötüdür ve bunlar kişiyi dinden çıkarır, diyor Gazzali...
sayfa 256

Özakıncı'nın ifadelerinin ilmiyetten ne kadar uzak olduğu aşikar. Hakarete varan sözleriyle ancak kendini tatmin edebilir. Kendisine George Saliba gibi bilim tarihçilerinin kitaplarını okumayı tavsiye ediyorum. Saliba kitabında aslî kaynaklarla İmam Gazali'den sonra İslam medeniyetindeki bilimsel akvitelerin ne kadar yoğun olduğunu insanın gözünün içine sokarcasına gösteriyor.]
İslam dininde ilim üstün tutulmuş, bilenler ile bilmeyenler arasında bir ayrım yapılmıştır. Hal böyleyken, var olmayan bir çatışmanın varmış gibi gösterilmesi, hem de bunu aydın geçinen insanların yapması gerçekten ilginç değil mi?

[Tarihî hadiseleri ve şahsiyetleri analiz ederken ideolojik yaklaşımlardan maalesef kurtulamıyoruz. Özellikle bu hadise veya şahsiyetlerin İslam ile alakası varsa peşin hükümler devreye girmektedir. NTV Tarih dergisinin 2010 Mart sayısında "Bir Hakikat Avcısı: Gazâlî" adıyla bir yazı neşredildi. Ancak makalenin yazarı D. Cündioğlu yazısının "ideolojik bir makasla" sansürlendiğini iddia ederek, yazısının tam metnini neşretti. Buna mukabil NTV Tarih'ten konu ile alakalı herhangi bir açıklama gelmedi. İki yazı karşılaştırıldığında esas metnin dörtte birinin kırpıldığı görülmektedir.]

"Islamic Science and the Making of the European Renaissance"

Bir ilim adamının çalışmalarında aslî kaynaklardan istifade etmesi hadiseleri ele almasında mühim tesiri vardır. İşte bilim tarihi alanında dikkate değer bir yeri olan George Saliba da ele aldığı konularda aslî kaynakları en iyi şekilde kullanan ilim adamlarından biri. En son yazdığı Islamic Science and the Making of the European Renaissance eserinde bilim tarihçilerinin klasik söylemine eleştirel yaklaşıyor. Yapmak istediği bir ezberi bozmak. "İslam biliminin onbirinci yüzyıla kadar zirvede olduğu ve sonra düşüşe geçtiği ve İslam medeniyetinin Yunan biliminin taşıyıcısı olduğu" söylemlerinin ne ölçüde gerçeği yansıttığını irdeliyor bu eserde.

İşte eserden bazı alıntılar:
Klasik söylem İslam medeniyetinde bilimsel çalışmaların başlaması ile ilgili sorulara cevap veremediği gibi, sonraki yüzyıllar ile ilgili ortaya çıkan sorulara da cevap verememektedir. Özellikle, İslam biliminin düşüşü gerçekte vâki olduğu gözükmemektedir. Bu düşüşe, İmam Gazali'nin felsefecilere karşı ataklarının (Tehâfütü'l-Felâsife - Filozofların Tutarsızlığı) veya onun "instrumentalist" bakışının oluşturduğu dini ortamın sebep olduğu sanılmaktadır. Aksine, sadece bize ulaşan bilimsel dökümanlara bakarsak, İmam Gazali'yi takip eden asırlarda neredeyse her bilimsel disiplinde çok iyi giden bir aktivite açıkça tasvir edilebilir. Mekanikte, Cezeri'nin (1205) çalışmaları; veya mantıkta, matematikte ve astronomide; Esiruddin Ebherî'nin (1240), Mueyyuddin el-Urdi'nin (ö.1266), Nasireddin Tusi'nin (ö.1274), Kutbuddin el-Şirazi'nin (ö.1311), İbni el-Şatir'in (ö.1375), el-Kuşî'nin (ö.1474) ve Şemseddin el-Kâfrî'nin (ö.1550) çalışmaları; veya optikte, Kemaleddin el-Fârisî'nin (ö.1320) çalışmaları;veya farmakolojide, İbni Baytar'ın (ö.1248) çalışmaları; veya tıpta, İbni el-Nefîs'in (ö.1288) çalışmaları var. Bu alanların her biri, İmam Gazali'nin ölümünden ve felsefecilere atağından sonra çokça vuku bulan özgün bir çalışmaya ve devrim yapan bir ürüne şahitlik etti.

sayfa 21


Dikkate değer, matematik ve tekniğin en yüksek derecesine sahip, bir aktivitenin İmam Gazali'nin vefatından sonra İslam dünyasında parlamaya devam ettiğini görebiliriz. O kadar ki, İmam Gazali sonrası bu dönemi İslam astronomisinin altın çağı olarak adlandırmaktayım. Henüz, bu dönemde elde edilen bu sonuçların hiç biri klasik söylemi savunanlar tarafından dikkate alınma şansına sahip olmadı. Sadece Rönesans Avrupa'sı üzerine etkileri göz önünde tutuldu.

sayfa 23



Büyük ihtimalle, İmam Gazali sonrası yazılan eserler incelenmedi. Çünkü klasik söylemin savunucuları, önemli çalışmaların yazılamayacağı varsayılan dönemden geldiğinden dolayı bu eserler yeterince önemli görülmedi. Bu kendi tahmini ile iş görmeye tipik bir örnektir.

sayfa 24


Özellikle en önemli geleneksel eserler, Batlamyus'un eserleri, ile temsil edilen Yunan astronomi geleneği, çok sıklıkla ileri sürüldüğü gibi, İslam kültüründe sadece muhafaza edilmedi, en başından beri ciddi değerlendirmelere tâbi tutuldu. Mütercimler Yunan eserlerindeki hataları düzeltiler. Gelenekteki en temel astronomik parametrelerin değişimine yol açan gözlemsel sonuçların ciddi bir şekilde tekrar değerlendirilmesi yapıldı. Aristo geleneğine sıkı sıkıya dayanan kendi doğal felsefik söyleminin fark edilen ihmalinden dolayı geleneğe karşı ve astronominin o anki temellerine karşı teorik karşı itirazlarda bulundular.

sayfa 124



Astronomi artık sadece gezegenlerin konumlarına veya astrologların horoskop bakmalarına cevaplar sağlayan bir disiplin değildi. İslam dininin astrolojiye karşı soğuk olmasıyla, astronomi kendisini, gelecek tahmininin ötesinde bir disiplin olarak tanımlamak zordundaydı ve her yerde titiz ölçümler gerektiren daha geniş ve büyük bir dünya görüşüyle çok yakından ilişkili sorular yükselten bir konuma koymak zorundaydı.... Astronomi yeni sosyal ve kültürel çevreye yararlılığını ispatlamak zorundaydı. Bunu Yunan astronomisinin temeline teorik eleştirilerle yaptılar.

sayfa 168


Eserin her sayfası mühim bilgiler ihtiva etmekte ve mevzu ile alakalı doyurucu bilgiler vermektedir.

Eseri Türkçe okumak için 2009 yılına kadar beklemek gerekiyor. [Kitabın, 2008'de bir tercümesi neşredilmiştir. Ancak tercümenin kalitesi çok düşüktü. Arapça yer ve şahıs isimleri İngilizce'de yazıldığı şekilde bırakılmış. Dipnotlar tercüme edilmeyip, referanslar bölümü tercümede yoktu. 2012 senesinde başka bir yayınevinden tekrar neşredildi. Henüz bu tercümeyi okuma imkanım olmadı.]

20 Şubat 2008 Çarşamba

"Sultan Sofraları"

Stefanos Yerasimos’un (1942-2005) 15. ve 16 yüzyılda Osmanlı Saray mutfağını konu alan Sultan Sofraları eseri, Osmanlı’nın idari ve askeri yönlerine odaklanan günümüz tarihçilerin eserlerinden ayrı bir özellik taşıyor. Eser güzel bir araştırmanın eseri olarak ortaya çıkmış ve içerisinde 15. yüzyıl Saray mutfağına ait olduğu sanılan yemek tarifleri var.

Yazar, eserin giriş bölümünde, mutfak kültürü üzerine kısa tarihi bilgiler sunuyor. Bunlardan derlediklerim:

16. yüzyıl İstanbul’undaki evlerin ancak yüzde altısında mutfak bulunurdu. Bunun esas nedeni, ocak yakmak için yapılan harcamaların yüksek olması ve bundan dolayı da halkın seyyar aşçılardan daha uygun ucuza yemeklerini alabilmesidir.

O devirde İstanbul sofralarında etin yeri önemliydi. İstanbul et ihtiyacı Tuna ötesinden getirtilen koyunlarla temin edilirdi. 1593-1606 Osmanlı-Avusturya savaşlarında Eflak ve Boğdan’ın isyanından sonra, Tuna ötesinden istenilen miktarda koyun getirilemeyince, Osmanlı yönetimi et fiyatlarını serbest bırakmak zorunda kaldı ve et fiyatları çok yükseldi. Bunun sonucunda, yemek kültüründe önemli değişiklikler oldu. Et kullanımı azaldı ve dolma ve zeytinyağlı yemekler gelişti.

Söz etten açılmışken, bu işi temin eden celeplerin çok kâr ettiğini sanmayın. Belki günümüzde olsa ederlerdi. Bilakis, Osmanlı idaresi, koyunları getiren celeplerin kayba uğramaları pahasına, et fiyatlarını aynı düzeyde tutardı. Böyle bir ortamda kim celep olmak ister ki? Osmanlı, devlete karşı borçlu olanları zorla celep olarak tayin ederdi.

Söz yemekten açılırda, sıra içkiye gelmez mi? Yazar, ne yazık ki, bu konuya Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci’nin cevap yazdığı Nevzuhur tarihçi gibi yaklaşmış. II. Mehmed ve II. Selim için peşinen kanıtların mevcut olduğunu söylemiş. Sonra, II. Selim’in ve Fatih Sultan Mehmed Han’ın bir şiirinden yola çıkarak onların da aynı yolda olduğunu ispata kalkışmış. Eh artık gülelim mi ağlayalım mı? Keşke yazar ölmemiş olsaydı da, Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci’nin yazısını okumuş olsaydı. Belki bu fikrinden rücu’ ederdi. [Konuyla ilgili detaylı bilgi edinmek isteyenler, Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci’nin 2007 Aralık Yeşilay Dergisinde yayınlanan “Osmanlı Sultanları İçki İçer miydi?” başlıklı yazısını okuyabilir.]

Osmanlı’yı sadece savaş meydanlarında veya milletleri yönetmekteki maharetlerinde aramaya kalkışmak, onlara karşı çok büyük bir haksızlık olur fikrindeyim. Dilerim böyle eserler çoğalır da Osmanlı’yı mutfağıyla, sanatıyla, âdetleriyle, giyimiyle, günlük hayatıyla, kısacası sosyal, kültürel ve sanatsal alanlarda daha iyi tanımış oluruz.

7 Şubat 2008 Perşembe

"Latince'ye Çevrilen Bilimsel İslam Eserleri"

Fransa'nın önde gelen araştırma merkezi CNRS'da çalışan Tony Levy ile yapılan bir röportajda, İslam dünyasında üretilen ilmî eserlerin Latince'ye tercüme edilmesi mevzusunda şöyle demektedir [Latince'ye Çevrilen Bilimsel İslam Eserleri (VCD),  Digital Kültür, İstanbul, 2002]:

12. yüzyıl aynı zamanda bilimsel ve felsefî dilin Arapça'dan Latince'ye geçiş dönemi olur. Arapça ve İslam kültürü Hristiyanlar arasında hiç beklenmediği oranda yayılmıştı. Avrupa dillerinde yazılmış neredeyse hiç bilimsel eser yoktu desek yanlış olmaz. Ancak bu durum 12. yüzyılda değişmeye başlar. Çeviri çalışmalarının iktidarlar tarafından da desteklenmesiyle Arapçanın yerini Latince almaya başlar. Bu ilk dönemde karşımıza iki yazar çıkar. Bunlardan biri Alman kökenli Herman Carinthia, diğeri Latin kökenli Chester'li Robert'dir. Bu iki yazar o dönemde önemli rol oynar. Herman ve Robert bir araya gelerek 11. yüzyılın ilk yarısında bir çok bilimsel eseri Arapça'dan Latince'ye çevirirler. Astronomiden tıbba, metafizikten felsefeye kadar bir çok eser çevrilir.

Biraz daha batıya gittiğimizde Barcelona'da bir tür Yahudi-Hristiyan ortaklığı ile karşılaşırız. Bu iş birliğinin amacı Arapça'nın Latince'ye uyumunu kolaylaştırmaktır. Burada çalışan yazarlardan birini hatırlamak gerekirse ilk aklıma gelen kişi Yahudi bir yazar olan Abraham Bar Hiyya. 11.yüzyılın sonu ile 12. yüzyılın başlarında Barcelona'da yaşamış olan bu yazar bir çok esere imza atar. Ancak en önemli eseri Kuzey Avrupa'da ve Pirene'nin yükseklerinde yaşayan ve Arapça bilmeyen Yahudilere Arapların geliştirdiği bilimleri aktaran bir yapıttır. O dönemdeki kitaplar çok ilginç kitaplardır. Zira birçoğunun ilk bölümünde şöyle şeyler yazar: "Kendimi İslam eserlerini okumaya adadım", "Kendimi İslam eserlerini çevirmeye adadım", "Kendimi İslam eserlerini uyarlamaya adadım". Bunlar o anda öylesine yazılmış basit cümleler görülebilir. Altı çizilmesi gereken bir şey varsa, o da 12. yüzyılda daha işin başında olunduğu ve Arapça'dan çevirilerin yoğun bir şekilde gündemde olduğudur.

1146 yılında Papa III. Eugenius Kudüs Krallığı'na yardım etmek için yeni bir haçlı seferi başlatır. Bu kez savaşa Fransa kralı 7. Louis ve Alman kralı 3. Konrad da katılır. Ancak kutsal topraklarda yaşanan bu savaş Endülüs'de devam eden çeviri çalışmalarını asla yavaşlatmaz. Tam tersine Avrupalılar, Arapların keşfettiklerini yeniden keşfetmeye hız verirler.

11. yüzyılda Latince çevirmenlerinin en tanınmışlarından biri de Gerard de Cremon'dur. İsminden de anlaşılacağı gibi İtalya'nın Cremona kentinden gelmiştir ve Toledo'da Arapça'dan bir çok hatırı sayılır metni Latince'ye çevirmiştir. Yaklaşık 10 yıl Toledo'da kalmış ve 11. yüzyılın sonlarına doğru yaklaşık 60 eseri Arapça'dan Latince'ye çevirmiştir. Herşeyi çevirdiğini söyleyemeyiz. Ama o dönemde bu sayıda eser çevirmiş olmak büyük bir şey ve kesinlikle isminin kaybolup gitmesini hak etmiyor. Zira kendisinden sonra bir çok öğrenci yetiştirmiş bir isim olarak önemli bir köşe taşıdır. Onunla birlikte tıp, felsefe, filolojik eserler, kısaca herşey çevrilmiştir. Bu açıdan 12. yüzyıl, İslam bilimlerinin Avrupa'ya geçişinde önemli bir dönem olmuştur.

28 Ocak 2008 Pazartesi

"L'historie des sciences"

Pascal Acot'un eseri olan "L'historie des sciences", Türkçeye Nermin Acar tarafından "Bilim Tarihi" başlığıyla tercüme edilmiştir.

Sayfa 73
VIII.-XV. yüzyıllar arasında bilimin esas olarak Müslümanlara ait olduğunu hatırlatalım. Batı, yalnızca Hippokrates'in, Bergamalı Galenos'un ve Anadolulu Dioskurides'in tıp kitaplarının çevrilmesi gibi Antikçağ'ın bilimsel katkılarının aktarılmasını değil, pek çok kuramsal çalışmayı, özgün teknik ve buluşları da İslam medeniyetine borçludur, özellikle de matematiğin ayrı bir kolu olarak cebiri ve bu disiplin içindeki pek çok gelişmeyi "... Aritmetiğin cebire, cebirin aritmetiğe, her ikisinin trigonometriye, cebirin Eukleides'in sayılar kuramına, cebirin geometriye, geometrinin cebire uygulanması ... Polinomlar cebiri, permutasyon çözümlemesi, sayısal çözümleme, denklemlerin sayısal çözümü, yeni temel sayılar kuramı ve denklemlerin geometrik yapısı"

17 Ocak 2008 Perşembe

Bilim Tarihi : Bir Değerlendirme

Zeki Tez'in Bilim ve Teknikte Ortaçağ Müslümanları adlı kitabını okudum. Yazarın İslam biliminin düşüşü ile alakalı düşüncesine katılmak kolay değil.

Yazarın İslam biliminin düşüşü üzerindeki görüşlerinde, batılı bilim tarihçilerindeki kısa görüşlü yaklaşımlarının etkisi açıkça anlaşılmaktadır. Özellikle İslam biliminin yükselmesini engelleyen önemli bir etkenin İmam Gazali olduğunu savunması bunun en açık delilidir (sayfa 64,198). Ayrıca yazar, İmam Gazali'nin bilime bakışını göstermek için Kimya-i Saadet'den ilginç bir alıntı yapmıştır. Aynen aktarıyorum:

Kimya-yı Saadet adlı kitabında el-Gazali, tek sayıların şeriata göre kutsal olduğunu ve büyük abdestten sonra temizlenirken ("istinca ederken") tek sayıda taş (yani bir, üç, beş vb) kullanmak gerektiğini, çift sayıda taş kullanmanın günah sayılacağını söyler. Tek sayıya göre iş görme göreneğinin de Tanrı'nın tek olmasından çıktığını belirtir 57

(57) İ. Arsel, Şeriatçılar Kendi Kaynaklarını Bilmiyor, 2000'e Doğru, 3:12, 54-55, 1989

Verilen örneğin bilim tarihi açısından önemini açıkçası anlayamadım. Her biri birer dogma olarak görülüp kabul edilmesi beklenen dinî hükümlerdeki ifade ile bilim arasında ne gibi bir çelişki olabilir ki?

Ayrıca, bir ilmi eserde olabilecek en kötü şey, bilgiye doğrudan değil de dolaylı yoldan ulaşıp, bu bilgi üzerinde hiçbir kritik yapmadan, oradaki yanlışları kullanmaktır. Bu ilmi bir yaklaşım değildir. Yukarıdaki alıntıda bunu açıkça görmekteyiz. Kimya-i Saadet türkçeye çevrilmiş ve bir çok yayınevi tarafından basılmıştır. Kimya-i Saadet kitabının istinca faslında "Kullandığı taşların sayısının tek olmasına dikkat eder." denmektedir. Teke uymak ise müstehaptır. Yani uyulmaması günah değildir.

Bu kadarcık mesele bu kadar uzatılır mı diyebilirsiniz. Ancak, bir eser yazılırken aktarılan bilgiler yanlı(ş) olursa, bu bilgiler üzerine inşa edilen yorumun da yanlı(ş) olacağı aşikardır.

İmam Gazali'nin İslam bilimi üzerindeki tesirini daha detaylı olarak ele alacağım.

13 Ocak 2008 Pazar

Es-Sibai'nin Avrupa'da şarkiyatçılarla yaptığı görüşmeler

Es-Sıbai Avrupa'da Şarkiyatçılarla yaptığı görüşmelerde vardığı sonuç:

  • Birkaçı hariç tutulursa şarkiyatçıların hemen hepsi ya rahip, ya sömürgeci zihniyetinde, yada yahudidir.
  • Şarkiyatçılık, İskandinavya memleketleri gibi emperyalist olmayan batı ülkelerinde, emperyalist devletlere nisbeten sönüktür.
  • Emperyalist olmayan ülkelerdeki çağdaş oryantalistler Goldziher gibi İslam'a karşı aşırı mutaassıp oryantalistlerin görüşlerine pek iltifat etmemektedirler.
  • Şarkiyatçılık umumiyetle kiliseden kaynaklanmaktadır. Emperyalist ülkelerde kilise ve dışişleri bakanlığı yanyana yürümekte, bu iki kurumdan geniş çapta destek almaktadır.
  • İngiltere ve Fransa gibi sömürgeci devletler, İslami değerleri sarsmak ve Müslümanların zihnini karıştırma vasıtası olarak oryantalizmi kullanma azminde olduğu görünmektedir.