17 Haziran 2008 Salı

"Modernizmin İslam Dünyasına Girişi"

Modernizm hareketi denildiğinde ilk akla gelen yerlerden biri Mısır'dır. Tarihe baktığımızda modernizm hareketine öncülük etmiş şahısların önde gelenleri buradan çıkmış ve modernizm fikirleri İslam dünyasına Mısır'dan yayılmıştır. Bu sebeple, Mısırlı bir yazardan modernizmin tarihini okumak daha bir önem kazanmaktadır. Prof. Dr. Muhammed Hüseyn'in orjinal ismi el-İslam ve'l-Hadâratü'l-garbiyye olan ve Modernizmin İslam Dünyasına Girişi adıyla Türkçeye tercüme edilen eserinden iktibaslar:

Rifaa Tahtavi ve Hayreddin Tunûsî

Yazara göre Mısır'da modernizm rüzgarlarının esmeye başlaması, Kavalalı Mehmed Ali Paşa yönetimindeki Mısır'ın avrupanın fen ve tekniğini almaya başladığı zamana dayanmaktadır. Mehmed Ali Paşa hedefini gerçekleştirmek için ülkesine yabancı uzmanları getirtti ve yabancı ülkelere tahsil için öğrenciler gönderdi. Mısır'a gelen yabancı uzmanlar beraberinde ailelerini, okullarını ve hastahanelerini de getirdiler. Yazar bu olayı şu şekilde ele almaktadır: Mısırlılarla bu yabancıların birlikte yaşaması, Mısırlılar'ın düşünce yapıları için açık bir tehlikeydi. Benzer tehlike avrupaya tahsil için gönderilen öğrenciler içinde geçerliydi. Bu öğrencilerin avrupadayken veya döndükten sonra yazdıkları eserlerde avrupaî düşünce ve hareketlerden ne derece etkilendikleri anlaşılır. Buna örnek olarak o dönemden 1826-1831 yıllarında Paris'te bulunan Rifaa Tahtavi ve 1852-1856 yıllarında yine Paris'te kalan Hayreddin Tunûsî gösterilebilir [sayfa 17].

Bu ikisi avrupadan elde ettikleri tohumları çok hızlı ve aceleci bir şekilde İslam dünyasına ekmişlerdir [sayfa 18]. Fikirlerinde batıya yaranmanın ve kör taklidin eserleri okunmaktadır. Yazar eserinde Tahtavi ve Tunûsî'nin eserlerinden iktibaslar yaparak, onların düşünce yapılarını ortaya koymaktadır.

Lord Cromer ve Lord Lloyd

İngiltere’nin Mısır’daki sömürge valisi Lord Cromer, Müslümanlarla sömürgeci Batılılar arasındaki şiddetli çatışma ve ayrılığın, dinî ve ahlakî değerler, gelenek ve görenekler, dil, sanat ve musikiden kaynaklandığını söyler. Bu çatışmayı kaldırmak için Cromer iki seçenek üzerinde durur: Biri, Mısırlıları düşünce ve davranışta avrupalılara, özellikle de İngilizlere yaklaştırmak için özel eğitim görmüş modern bir kuşak yetiştirmek. Bu düşünceden hareketle Victoria kolejini açtı. İkinci yol, Batı medeniyetiyle uyum içinde, yahut en azından ona yakın ve onunla çelişmeyecek bir İslam anlayışı geliştirmek ve İslam'ı yeni bir yoruma tabi tutmaktır [sayfa 41]. Britanya'nın Mısır elçisi Lord Lloyd'a göre ikinci ilkine göre daha az semereli ancak çok etkili bir yoldu.

Afganî - Abduh - Reşid Rıza

Üçüncü bölüm, Afganî ve Muhammed Abduh üzerinedir. Yazara göre, Afgani'nin kimliğinin açık olmaması kuşkulu bir durumdur. Afganî kendisinin Afganlı bir sünnî olduğunu söyler. Oysa yapılan araştırmalar, onun iranlı bir şiî olduğunu ortaya koymaktadır. Afganî'nin iranlı bir şiî olduğu, onun iran ziyaretlerinde yanından hiç ayırmadığı kızkardeşinin oğlu Mirzâ Lütfullah Han'ın yazdığı kitaptan açıkça anlaşılıyor. Osmanlı ülkesindeki Afganlılar sünnî olduğu için Cemaleddin de bu sebepten gezip dolaştığı yerlerde, şiî asıllı olduğunu gizliyordu. İran'ın o dönemde dış temsilci ve konsoloslarının olmayışı işini kolaylaştırmıştır. Halkı Afganlı olduğuna da inandırıyordu çünkü o dönemde Afganistan'ın da dış temsilcisi yoktu.

Osmanlı Devleti'nin Şeyhül-İslam'ı Hasan Fehmi Efendi, Cemaleddin'in İstanbul'a ilk geldiğinde ileri geri konuştuğunu, sözgelişi, onun peygamberliği sanatlardan bir sanat olarak kabul ettiğini, peygamberlikle filozofluğu bir tuttuğunu, bu yüzden kendisiyle mücadele etmek zorunda kaldığını ve bu mücadelenin sonunda Cemaleddin'in İstanbul'dan kovulduğunu anlatır [sayfa 61].

Abduh ve Afganî'yi görüp tanımış ve onlar ile birlikte yaşamış önemli bir kimse olan Yusuf Nebhanî'nin görüşlerini de göz önünde bulundurmak gerekir. Yusuf Nebhanî, onlar hakkındaki görüşlerini eserlerinin bir çok yerinde şiir ve nesir şeklinde açıklar. Abduh ile beraberlerken namazlarını kasden kılmadığına şahit olmuştur. [sayfa 73] Yazar el-Ukudu'l-lü'liyye fi'l-medihi'n-nebeviyye adlı eserinin üçüncü bölümünde Reşid Rıza ve Abduh ekolüne mensub insanlar hakkında şunları söyler: "Bu bid'atçılara ptotestanları taklit etme kolay geldi de, mezhep imamlarını taklid etmek kolay gelmedi. Yine bunlara Abduh ve Afganî gibi kimseleri taklit kolay geldi de, bin yıldan fazla bir zamandır izleri takip edilen Ümmet-i Muhammed'in imamlarını, büyüklerini taklid etmek kolay gelmedi her nedense!" [sayfa 75]

Osmanlı Devleti Şeyh'ul-İslamlarından Mustafa Sabri Efendi de, Abduh tehlikesine dikkat çeken çağdaş âlimlerden biridir. Mevkıfu'l-aklı ve'l-ilmi ve'l-âlim min Rabbi'l-âlemîn ve ibâdihi'l-mürselîn adlı eserinde konuyla ilgili olarak şu beyanda bulunur:
"Abduh'un İslam'a ve kendinden sonra yetişen eli kalem tutan İslamî kültür çizgisinin dışındaki ilim adamlarına da zararı dokundu. Onun bu kitapta eleştirdiğim yanlış düşünceleri bir balon gibi şişirildi. Bu düşüncelerinden dolayı Abduh'a öyle bir ilmî paye biçtiler ki - bunda kuşkusuz masonların desteği ve propaganda gücü yatmaktadır- doğu İslâm dünyasının kulakları hala çınlamaktadır. Bu tür bir durum, kısa zamanda parlamak ve şöhrete kavuşmak isteyen bir yığın genç, yaşlı ilim adamlarını, aykırı sözler sarfetmek suretiyle Avrupalı yazarlara yaklaştırmaya ve böylelikle masonluğu kabul ederek isteklerine kavuşabilme sevdasına itti."

Mustafa Sabri Efendi, eserinin bir başka yerinde de şöyle der: "Belki de Abduh ve üstadı Afganî, Luther ve Calvin'in Hıristiyanlık için oynadığı rolü İslam için oynamak istiyorlardı. Fakat onlar Luther ve Calvin gibi yeni bir din kurma imkanına kavuşamadılar. Onların çalışmaları, sadece kalkınma ve yenileştirme kimliğine bürünmüş dinsizlik düşüncesine yaradı."

İslam'ı, batılılaştırma girişimleriyle uzlaştırma fikri Lord Cromer ve ondan sonra gelen Lord Lloyd'un raporlarına dayanır. Onların raporlarına göre, Ezher, Britanya aleyhtarı propagandanın merkeziydi, eski şeklini koruduğu takdirde de öyle kalacaktı.

Sömürgecilerin korkuları

Prof. Muhammed Hüseyin, Sömürgeci Batılıların korkularını şöyle ifade etmektedir: "İslam her ne kadar aktivitesini yitirse bile asliyetini muhafazaya devam edecektir. Belki de gün gelir asliyetini koruyan İslam tekrar hakimiyet kurabilir ve Batılı değerlerin pabucunu dama atabilirdi. İşte bu korku sebebiyle sömürgeci Batılı'lar ve onların kalemşörleri, İslam'ın asliyetini bozmak için medeniyetler arası bir yakınlaşma ve etkileşimden dem vuruyorlardı. Amaç, bunu gerçekleştirmekti sadece." [sayfa 103]

Dinler arası ittifak

Dinler arası ittifaka gelince, - özellikle de, İslam ve Hıristiyanlık arasında, bu çağın başlarında, İngiliz papaz Isac Taylor'la Abduh ve bazı arkadaşları arasında, Abduh'un Şam sürgününde, 1883'te, iki dinin birbirine yaklaştırılması anlaşmasıyla başlandı. [sayfa 155]

Kör taklid

Avrupa'nın reformcu akımlarında ve Fransız ihtilalinden etkilenen aydınların o kör taklidi, bize iki eşeği konu edinen sembolik bir hikayeyi hatırlatıyor. Hikaye şu: Eşeklerden biri tuz, diğeri sünger yüklü. Sünger yüklü eşek, arkadaşının suya girip tuzlarından bir kısmını eriterek yükünü hafiflettiğini görür. Hemen aklına aynı şeyi denemek gelir. Nitekim dener de. Fakat tam tersi bir durumla karşılaşır. Sünger yüküyle suya giren eşek, bu açgözlülüğünün faturasını çok acı bir biçimde öder. Körü körüne taklid bir toplum için öldürücü olabilir. [sayfa 184]

Batılılaşma

Güçsüz uluslar kendi kültür ve medeniyetlerinden uzaklaşıp, zorbaların, sömürücülerin kültür ve medeniyetlerine tabi oldukları zaman ruhlarını kaybederler. Sonunda kendilerini sömürenlere karşı hayranlık duyar, onlarla oturup kalkar ve dostluk kurarlar. Artık onlar, kendilerini kölelikten ve sömürüden kurtaracak diri bir ruhtan yoksundurlar. Çünkü onlar, sömürücülerin kendilerini sömürdüğü duygusunu, onların kendilerine büsbütün yabancı oldukları gerçeğini unutmuşlardır. Bu durumda onlar, sömürgecileri, kendilerinden üstün, kendilerini karanlıktan aydınlığa çıkaran, gericilik ve vahşetten "çağdaş uygarlığa" ulaştıran kimseler olarak görürler. İşte Doğudan Batıya değişik ulusları sömüren Batılı devletlerin dinlerini, medeniyetlerini, dillerini ve kültürlerini nüfuz bölgelerinde yaymak için harcadıkları gayret ve paraların sırrı. İşte, politika adamlarının ve müsteşriklerin "Westernization" (Batılılaşma) dedikleri şey. [sayfa 188]

15 Haziran 2008 Pazar

Ebu Hureyre

Ramazan Balcı'nın "Ebu Hureyre : Hayatı ve Şahsiyeti" eserinden yapılan iktibaslar:

Suffa İslamiyet'in en önemli medresesidir. Resulullah aleyhisselamın tayin ettiği hocalar eliyle Ashab-ı Suffa'ya Kur'an öğretilirdi. Bunlardan yetişenler, Müslüman olan kabilelere Kur'an öğretmeleri için gönderilirdi. Mütevazı, fakat çok feyizli olan bu sofada zaman zaman sayıları dört-beş yüze ulaşan Kur'anla ve gerektiğinde gaza ile meşgul olan bir irfan ordusu bulunuyordu. İçlerinden evlenenler kadro haricine çıkar, fakat yeni gelenlerle takviye edilirdi. Burası tam manasıyla parasız yatılı eğitim veren bir üniversite idi. Talebeleri ne ticaretle ne de ziraatle iştigal etmezdi. Geçimleri Hz. Peygamber ile sahabenin zenginleri tarafından temin edilir.

Resul-i Ekrem Ashab-ı Suffe'nin geçimi ve eğitim-öğretimiyle pek yakından alakadar olurdu. Bir kerre Hz. Fatıma el değirmeniyle buğday çekmekten usandığından şikayet ederek bir hizmetçi istediğinde, Resul-i Ekrem: "Kızım, sen ne söylüyorsun? Henüz Ehl-i Suffa'nin geçimini yoluna koyamadım." buyurmuştu.

Resul-i Ekrem'in Ashabı arasında, fıkıhta birinci tabakada uzman olan Abdullah bin Mesud, Ubey bin Ka'b, Muaz bin Cebel, Ebu'dDerda gibi büyük sahabileri Ehl-i Suffe'ye müderris tayin buyurmuştu. Bundan Resul-i Ekremin hiçbir vaazları, hiçbir hitabeleri yoktur ki, bunun okunması sırasında Ashab-ı Suffe orada hazır bulunmasın, dinleyip ezberleyerek diğer ashaba nakletmesin. Bu suretle İslam ahkamının hıfz ve naklinde Ehl-i Suffe'nin pek müstesna katkıları görülmüştür. Bir çok rivayet zincirinin birinci halkasını, Ehl-i Suffe'den güzide bir cemaatin teşkil ettiğini görürüz. [Kamil Miras, Tecrid-i Sarih Tercümesi ve Şerhi, VII, s.46]

Ebu Hureyre Medine'ye geldiğinde bu ilim ocağına talebeliğe kabul edildi. Resulullah Ebu Hureyre'yi medresenin sınıf başkanı tayin etti.

Hz. Peygamber ile geçirdiği üç yıllık zaman zarfında, Ebu Hureyre Hz. Peygamberi adeta gölgesi gibi takip etmiştir. İslam'ın fert, toplum ve devlet bazında Hz. Peygamber tarafından uygulanışına şahit olmuştur.

İbn Ömer: "Ey Ebu Hureyre, içimizde Resulullah'ı hiç terketmeyen sen oldun, O'nun hadisini en çok bilen de sen oldun." demişti. [Tirmizi, nr. 3836]

Ebu Hureyre, Resulullah'tan nadiren ayrıldığı durumlarda Sehl bin Sa'd es-Saîd'i kendisi için hadis dinlemek üzere huzura gönderirdi. Ebu Bekir Muhammed bin İshak der ki: "Ebu Hureyre'de ilme karşı bir istek vardı. Bu yüzden kendisi herhangi bir sebeple Resulullah'ın yanında bulunamayacağı zaman, hadis dinlemesi için Sehl'i Resulullah'ın yanına gönderirdi". [el-Müstedrek, III, 587]

Ebu Hureyre, Medine'de her zaman saygın bir kişiliğe sahip oldu. Akik'teki evi bir islam akademisi görevi gördüğü gibi, Mescid-i Nebî de onun derslerine devam ettiği bir Kuran ve Hadis akademisiydi.

Kendi emsali sahabeler arasında seçkin bir yeri olan Ebu Hureyre'nin şahsiyetine ve rivayet ettiği hadislere güvenin bir göstergesi, ondan hadis rivayet eden tabiin sayısının 800'ü geçmiş olmasıdır. Bunlardan ayrı olarak, 30'a yakın sahabe de ondan hadis rivayetinde bulunmuştur. Bunlardan biri Türkiye'de Eyüp Sultan adıyla meşhur Ebu Eyyüb el-Ensari'dir. Eyyüb Sultan'ın hadis rivayetindeki hassasiyetini gösteren bir olayı daha önce zikretmiştik.

Amr bin Hazm anlatıyor: "Mescidde Ebu Hureyre'nin de bulunduğu bir cemaatle oturuyordum. Orada Resulullah'ın ashabından on kadar yaşlı sahabi vardı. Ebu Hureyre onlara Hz. Peygamber'den hadis rivayet etmeye başladı. Rivayet edilen hadisi cemaatin bir kısmı biliyor, diğer bir kısmı bilmiyordu. Hadisi aralarında müzakere ediyorlar, bilenler bilmeyenlere hatırlatıyordu. Sonra Ebu Hureyre başka bir hadis rivayet ediyor yine müzakere ediyorlar, yine bilenler bilmeyenlere hatırlatıyordu. Böylece devam edip durdular." Amr der ki: "O gün Resulullah'ın eshabı içersinde hıfzı en kuvvetli olan insanın Ebu Hureyre olduğunu anladım." [Buharî, Tarihu'l-Kebir, I, 187]

Ebu Hureyre'nin hadis rivayeti konusunda, sahabenin büyüklerinden daha ileride olması, tabiin dönemi gençlerinin dikkatini çekmiştir. Ebu Ya'la der ki: "Biz Talha bin Ubeydullah'ın yanında idik. Ona denildi ki: 'Ey Ebu Talha! Söyler misin bu Yemenli Resulullah'ı sizden daha mı iyi biliyor? Yoksa o Resulullah'ın söylemediklerini mi söylüyor?'
Talha dedi ki: 'Vallahi onun bizim işitmediklerimizi işittiğinden ve bizim bilmediklerimizi bildiğinden şüphe etmiyoruz. Bizler ev ve çoluk-çocuk sahibi kimselerdik. Resulullah'a günün iki tarafında uğrar, sonra evlerimize dönerdik. Ebu Hureyre miskin biriydi, malı ve çoluk-çocuğu yoktu. Muhakkak onun eli Resulullah ile beraberdi. Her yerde Resulullah ile beraber dolaşırdı. Bu sebeple onun bizlerin işitmediği hadisleri işitmiş olmasında şüphe etmiyoruz.' " [Tirmizi, nr. 3837; İbn Kesir, el-Bidaye ve'n-Nihaye, VIII, 109] Talha ayrıca "Muhakkak biz de onun işittiklerini işittik ; ne var ki biz unuttuk o ezberledi." demiştir. [İbn Hacer Askalanî, Fethü'l-Bari, VIII, 77]

Abdullah bin Ömer, vefatına kadar Medine'de yaşamıştır. Vefatı Ebu Hureyre'den daha sonradır. İbn Ömer'e soruldu: "Ebu Hureyre'nin rivayetlerine bir diyeceğin var mı?" İbn Ömer:"Hayır" dedi, "Lakin o cüretli, biz korkuyoruz." İbn Ömer'in bu sözü üzerine Ebu Hureyre'nin "Ben ezberledim, onlar unuttu ise benim suçum ne?" dediği rivayet edilir. [el-Müstedrek, III, 510]

Abdullah bin Ömer Ebu Hureyre hakkında şöyle der: "Ey Ebu Hureyre! Aramızda Hz. Peygamber'den hiç ayrılmayan sen olduğun gibi O'nun hadisini en iyi bilen de sen oldun." [Tirmizi, Sünen, II, 224; Zehebî, Siyer, II, 435; İbn Sa'd, Tabakât, II, 118; İbn Hacer Askalanî, Fethü'l-Bari, I, 225]

Resulullah meşhur sahabi Ebu Said el-Hudri'den gelen bir rivayette "Ebu Hureyre ilmin kabıdır." [el-Müstedrek'de tahriç edilmiştir.] diyerek onu senaların en güzeli ile sena etmiştir.

Ebu Hureyre'nin rivayet ettiği hadis-i şerifler bidat fırkalarının görüşlerini çürüttüğünden onu karalamaya ve rivayetlerini değersiz hale getirmeye çalışılmıştır. Ebu Hureyre aleyhine sayılabilecek ilk iddialar Şii kelamcıları Ebu Cafer el-İskafi ile Fazl bin Sazan'a dayanır. Mutezile mezhebine mensup Nazzam da bir takım iddialarda bulunmuştur. Çağdaş yazarlardan Mahmud Ebu Reyye Şia kaynakları başta olmak üzere, Ebu Hureyre hakkındaki rivayetleri çarpıtarak eserinde toplamış, takipçilerine malzeme sağlanmıştır. Ayrıca müsteşrikler de bu kuyuya taş atmışlardır.

Yapılan tenkitlere gerekli cevaplar bir çok eserde verilmiştir. Bunlardan Türkçeye çevrilmiş olan Mustafa Sıbai'nin İslam Hukukunda Sünnet eseri, buraya kadar zikr edilen bilgilerin iktibas edildiği Ramazan Balcı'nın Ebu Hureyre eseri, Osman Güner'in Ebu Hureyre'ye Yönelik Eleştiriler eseri ve ismini burada zikretmediğimiz nice eserler şüpheye yer bırakmayacak şekilde meseleyi izah etmişlerdir.


13 Mayıs 2008 Salı

Cebir (algebra)

Saygıdeğer hukuk alimi Ebu Bekr bin Muhammed el-Yefraşî, Zebîd'de bana şu rivayeti anlattı: Halife Hazret-i Ömer bin Hattab zamanında Fars'tan cebir bilen bir grup insan geldi. Hazret-i Ali bin Ebu Talib Hazret-i Ömer'e hazineden onlara ödeme yapılması ve onların insanlara ders vermelerini teklif etti. Hazret-i Ömer de kabul etti. Hazret-i Ali onların bildiği cebiri beş günde öğrendi. Sonra, halifelik el-Me'mun'a ulaşana kadar, insanlar bu bilgiyi şifahî olarak, herhangi bir kitaba kaydetmeden sonrakilere aktardı. Cebir ilmi insanlar arasında sönmeye başladı. el-Me'mun bundan haberdar oldu ve cebir konusunda tecrübe sahibi birinin bulunması için tahkikat yaptırdı. Bu konuda tecrübeli yegane insan Şeyh Ebu Bekr Muhammed bin Musa el-Harezmi idi. Konuyla alakalı kaybolanların yeniden ortaya çıkarılması için, el-Me'mun ondan cebir üzerine bir kitap yazmasını istedi.
L. Hodgkin, A History of Mathematics From Mesopotamia to Modernity, Oxford, 2005, s. 108 Ayrıca, ferâiz ilminde (mîras taksimi) Hz. Ali'nin Eshab-ı kiram arasında önemli bir yeri vardı. Hz.Ali’ye minberdeyken en karışık problemler sorulurdu ve kâğıda, kaleme lüzûm kalmadan, hepsini zihninden çözer, hemen cevâb verirdi.

30 Nisan 2008 Çarşamba

Fuat Sezgin ile "Bilim Tarihi" Üzerine

Bu yazıda, Türkiye Araştırmaları Literatür Dergisi'nde (Cilt 2, Sayı 4, 2004, sayfa 355-370) neşredilen Prof. Dr. Fuat Sezgin ile yapılmış bir görüşmeden iktibaslar mevcut.

Hocası Ritter ile aralarında geçen bir konuşmada...

Hocası şarkiyatçı Ritter ile çalışmaya başlayalı iki-üç gün olduktan sonra hocası günde kaç saat çalıştığını sormuş. O da "13-14 saat çalışıyorum" demiş. Hocasıda "Bu çalışmayla alim olmazsın. Eğer alim olmak istiyorsan bu miktarı artıracaksın." demiş. Kendisi de çalışma saatlerini yavaş yavaş arttırarak 17 saate kadar çıkarmış. Uzun zaman böyle devam etmiş.

İslam ilimler tarihi konusunda çalışanların hedefi...

Fuat Sezgin, İslam ilimler tarihi konularında çalışanların hedeflerinin olmadığından yakınıyor. Kasdetdiği hedefi de şöyle tanımlıyor: "800-1000 yıl devam etmiş üretken bir medeniyetin hakkını ortaya çıkarmak".

İslam medeniyetindeki mühim bir usul: İlim hocadan öğrenilir...

Mülakatta, Sezgin şunları söylüyor: "İslam ilimlerinin en büyük, en yapıcı unsurlarından biri şuydu: Müslümanlar, ilimleri hocalardan öğreniyorlardı. [Dr. Ahmed Çelebi'de bu hususu İslam'da Eğitim ve Öğretim Tarihi adlı eserinde belirtmişti] Hoca vazgeçilmez bir vasıtaydı. Bakınız Avrupalılar X. yüzyılda Müslümanların kitaplarını tercüme etmeye başladılar, ancak tercümelerin pek çoğu zaten doğru değildi. Metinleri çoğu kez anlamadan tercüme ediyorlardı. Tercümeleri okuyanlar da konuları yarım yamalak anlama şansına sahiptiler. Ne zaman anlamaya başladılar: Hoca yetiştirip bu konuları hocalardan okumaya başlayınca. Bu da ancak XVI. yüzyılın sonu XVII. yüzyılın başlarında vuku buldu. Hocalardan öğrenme metodu son derece önemlidir İslam ilimler tarihinde. Hoca merkezli bu eğitim-öğretimde intihal da çok zordur. Bundan dolayı, İslam medeniyetinde intihalin oranı çok azdır. Kaynakları zikrediyorlar. Yunanca veya başka bir dilde fark etmez. Belki de tarihte ilk defa kaynak zikrederek ilim yapma geleneği İslam medeniyetinde oluştu. Bu nokta son derece önemlidir ve pek çok oryantalist bu noktayı anlayamamıştır. Aslında bir şey diyeyim mi: Hocam Ritter dahil, pek çok âlim İslam medeniyetini hakkıyla anlayamadı ve hala anlaşılamıyor."

Müslümanların ilimlere katkıları gözardı ediliyor...

"İlimler tarihinde yanlış rönesans tarifi var. Herkesin kafasında bu tarif mevcut: Yunanlılar ilimleri kurmuş, aradan asırlar geçmiş, XVI. yüzyıl sonlarında Avrupalılar yavaş yavaş bu ilimleri elde etmiş ve geliştirmeye başlamış. Peki! Bu ilimler Avrupalıların eline nasıl geçmiş, hangi coğrafyadan geçmiş, hangi muhteva ile geçmiş. Bunları uzun zaman Avrupalılara unutturdular. İlimler tarihi kitaplarında da bu hakikati görmezden geldiler. Biraz önce zikrettiğim isimler büyük bir insafla bu tarife karşı çıkmış. Ancak yanlış malumatlar, düşünceler o kadar derine inmiş ki bunları kolay kolay tashih etmek mümkün değil. Bir neslin değil, birkaç neslin işi bu. Bu işin de çok şuurlu bir şekilde yürütülmesi lazım. Her şeyden önce İslam dünyasının bu çalışmalara yoğun olarak katılması gerek. Açıkça söyleyeyim: İslam dünyası bile bu yanlış düşüncelerin o kadar içinde ki bir çok kişiye yaptıklarımızı anlatınca şaşırıp kalıyorlar. Yani işin ilginç tarafı Müslümanların tarihte ne kadar büyük yerleri olduğuna önce Müslümanları inandıracaksınız."

Fuat Sezgin'in söylediklerine baktığımızda, kendi değerlerimizi tanımıyor, bazen reddediyoruz. Acı ama gerçek. İnsan bilmediğine düşmandır sözü hadiseyi ne güzel ifade ediyor.

Şunu da ifade edeyim, Sezgin'in Almanca olarak neşr ettiği Wissenschaft und Technik im Islam eseri Türkçeye tercüme edilerek Türkiye Bilimler Akademisi tarafından İslam'da Bilim ve Teknik adıyla 5 cilt olarak neşredilmiştir. Bu eserin pdf haline buradan ulaşabilirsiniz.

9 Nisan 2008 Çarşamba

"İslâmda Eğitim ve Öğretim Tarihi"

Eser, Mısırlı ilim adamı olan Dr. Ahmed Çelebi'nin Târîhu't-Terbiyeti'l-İslâmiyye isimli eserinin tercümesidir. Dr. Ahmed Çelebi'nin bu eseri Cambridge Üniversitesi'ne sunulan doktora tezinin genişletilmiş halidir. Eserde İslâm medeniyetinde 13. asra kadar olan eğitim-öğretim tarihi ele alınmıştır. Kitaptan birkaç iktibas:


Mescidlerde Tıb ve Astronomi de tedris edilirdi. İmam Suyûtî, Tolonoğlu Camii'nde çeşidli derslerin tertib edildiğini ve bunların Tefsir, Hadîs, dört mezheb üzerine Fıkıh, Kıraat'ler, Tıb ve Astronomi ilimlerini de içine aldığını rivayet eder.
sahife 107


Tıb Medreseleri'nin sayısı son derece azdır. Bunun da sebebi, tıbbın, hususi medreselerde nadiren tedris edilip, üstadların talebelere anlattıkları tıbla ilgili nazari bilgilerin ameli tatbikatına imkan sağlamak için, onun, daha ziyade şifahane'lerde tedris edilmiş olmasıdır. Bu maksadla, talebelerin verilen dersi dinleyebilmeleri için hastahanede eyvân (konferans salonu) yapılmıştır. Öte yandan talebeler, hocalarının nezaretinde hastalıkları ve onların tedavi usullerini görmek için hastalar arasında dolaşırlardı. ...

Nitekim bu asırlarda İslâm âleminde şifahane'ler büyük ölçüde yayılmıştı. Tıbbi araştırmalarda da buna paralel olarak büyük çapta bir gelişme kaydedilmiştir.
sahife 120



İlim müesseselerinden birisini de Ebû'l-Kâsım Ca'fer b. Muhammed b. Hamdân el-Mevsılî (ö. 323 / Miladi 935) Musul'da kurmuştur. O, burada bütün ilim dallarına ait kitaplar ihtiva eden bir kitap hazinesi tesis etmiş ve onu, her branştan ilim talebesine vakfetmiştir. Kütüphaneye giriş herkese serbestti. Kendisi de zengindi. Birisi uzak bir yerden edebiyat tahsili için oraya geldiği zaman, ona, fazlasıyla kırtasiye de verirdi, para da. Kütüphane senenin her günü açıktı.
sahife 135


Tercüme faaliyetleri, takriben, Halife el-Vâsık (ö. 232 / Miladi 846)'dan sonra durakladı. Artık bundan sonra, bir araştırıcının, umumi veya hususi kütüphanelerde mütercimlerin adına rastlaması pek de kolay sayılmaz. Muhtemelen bunun sebebini, daha önceki büyük tercüme faaliyetleri sırasındaki çeşitli fenlere dair ana kitapların hemen hemen hepsinin Arabça'ya aktarılmasında veya Müslüman ilim adamlarının, Beyt'ül-Hikme ve muasırı kütüphanelerde bulunan tercüme edilmiş kitaplara muttalî olduktan sonra, ileriki devirlerde ilmî faaliyetlerine sahne olan kültürel, ilmi ve felsefi eserleri, artık kendi dilleri ile ortaya koymağa başlamış olmalarında aramak gerekir.
sahife 159


Thomas Arnold ve Adolf Grohmann isimli iki profesörün "The Islamic Book" isimli eserinde bu konuya [kitap cildleme] dair şunlar yazmaktadır:
"Kitab cildleme işi, Irak ve Endülüs ahalisi arasında özel bir ihtimama mazhar olmuştur. Bilhassa Endülüs'ün Malaga şehri, umumi olarak dericilik sanatı, hususi olarak da cildcilikteki nefâseti ile diğer şehirler arasında bir üstünlüğü sahipti. Kitab toplama meraklıları yanında, Müslüman şehzadeleri de büyük gayret sarf etmişlerdir. Bunun neticesi olarak mamur kütüphaneler yapılmış, onların tanzim ve tertibi devamlı surette teşvik görmüş ve - Orta Çağ'da bir benzeri görülmeyen bu hamlede- kitab cildleme tekniği büyük ölçüde ilerleme kaydedilmiştir."
sahife 165


Müslümanlar, ilmi, ders veren bilginlerden öğrenmeye bilhassa itina göstermişler ve talebenin, ilmi tek başına kitablardan almasına şiddetle karşı çıkmışlardır. Nitekim bazıları şöyle demiştir: "Belânın en büyüğü sayfaları hoca edinmektir". İhvân'üs-Safâ Risaleleri'nde de: "Başlangıçta, her insanın kendiliğinden ilim öğrenmeye gücü yetmez. Bu bakımdan herkesin; öğrenim, ahlak, söz, inanç, davranış ve san'at konusunda bir muallime veya bir rehbere ya da bir ustaya ihtiyacı vardır" denilmektedir.
sahife 207



İbn Haldun Mukaddime'sinde "Öğretimin bir meslek ve sanât olduğuna dair fasıl" başlığı altında der ki: "Muallime lazım olan en önemli unsur, karşılıklı konuşma ve tartışmalarla dilin bağını çözmek ve öğretim san'atının tâ kendisi olan melekeyi kazanmaya çalışmaktır".
sahife 209


İçtimâî seviyeleri ve mâlî durumları göz önüne alındığında, muallimleri üç gruba ayırabiliriz:
1- Mekteb muallimleri, 2- Müeddibler, 3-Mescid ve medrese müderrisleri
sahife 218


Ebûl-Esved ed-Düelî (ö. 69 / 688) şöyle derdi: "İlimden daha aziz bir şey yoktur. Hükümdarlar halkın hakimidir, âlimler ise hükümdarlara hakimdirler"
sahife 229


Kaynaklar, muîdin (asistan) mevki ve vazifesinin sınırlarını çizmiştir. O, derece bakımından müderrisin altında ve bütün talebelerin üstündedir. Hoca talebeye karşı konuşmasını yaptıktan sonra, dersi tekrar eden şahıstır. Adeta o, ilmi yaymakta hocanın yardomcısı durumundadır. es-Sübkî'nin ifadesine göre: "Muîd, dersi dinlemek için talebelerle birlikte oturur. Ancak; bir kısım talebeye dersi anlatmak, onlara faydalı olmak ve dersi tekrar etme tabirinin gereğini yapmak bakımından, onun dinleyişinin ayrı bir özelliği vardır. İşte, müderrisin işi bitince, muîdin vazifesi başlamaktadır: Dersin zor kısımlarının açıklanması veya ilk bakışta anlaşılması güç olan noktaların öğretilmesi hususunda kaabiliyeti kıt talebelere yardım etmek, muîdin vazifeleri arasına girmektedir".
sahife 257


Endülüs ulemasının ve müderrislerinin kıyafeti, Avrupa üniversitelerinin bir çoğuna sızmıştır. Hatta bu kıyafet, o milletin durum ve karakterine uygun gelecek şekilde küçük tadilata uğratılarak, çağımıza kadar, talebe ve hocaların resmi kıyafeti olmakta devam edegelmiştir. "Gown", "Hood" ve "Cap"; cübbe, taylasan ve sarık'ın kısmen değiştirilmiş şeklinden başka bir şey değildir. "Gown", cübbeye çok benzer. Geniş ve önden açıktır; elbise üzerine giyilir. "Hood", taylasan'ın bir benzeridir. İki yakası boynu kaplar ve arkaya sarkar; üzerinde işlemeler vardır. "Cap" ise, şal dolanmış serpuşun aynısıdır. Sadece rengi siyahtır. Tıpkı serpuşta olduğu gibi katlanarak tutturulmuştur.
sahife 282


İnsan, hiç tereddütsüz şunu rahatlıkla ifade edebilir ki, İslam aleminde öğretim imkanı, zengin ve fakir için eşit bir şekilde garantiye alınmış; fakirlik, ilme teşne ve marifete susamış kimselerin önünde bir engel olarak dikilmemiştir.
sahife 297


İmam Gazali der ki: "Okuldan döndükten sonra, çocuğun güzelce oynamasına ve okul yorgunluğunu gidermesine izin verilmelidir. Çocuğun oyundan alıkonması ve devamlı öğretim yükü altında ezilmesi; onun kalbini öldürür, zekasını köreltir ve hayatı başına zindan eder. Hatta onu, dersten başını kurtaracak çare aramağa zorlar".
sahife 317


Derler ki, baba üç çeşittir: Doğumuna vesile olan baba, büyütüp besleyen baba ve öğreten baba!.. Babaların en hayırlısı ise sana öğreten babadır. Müslüman talebeler bu nasihatlere uyarak, öğretmenlerini yüksek mevkide tutmuşlardır.
sahife 319


Müslüman kadınlarının öğrenimde erkeklerle boy ölçüşmesine engel olan şey, ilim talebelerinin karşısına çıkan güçlüklerdir. Nitekim uzun yolculuklar yapmak, mahrumiyete katlanmak ve çetin hayat şartlarına göğüs germek, o devirde Müslüman talebenin alâmet-i farikasıydı. Halbuki, Müslümanlar, kadını baş tacı yapmışlar, en yüce bir mevkide tutmuşlar ve onun, hayatın yorucu ve yıpratıcı işleriyle karşı karşıya gelmesine müsaade etmemişlerdir. Bu durumu bir Arab şairi şöyle dile getirir:
"Bizim alın yazımız ölmek ve öldürmek; kadınlarınki ise zevk u sefa sürmektir."
Bu sebeple, kadınlar arasında öğrenim yapanların oranı düşmüştür. Fakat, hemen kaydetmeliyiz ki, Müslüman kadınların pek çoğu, bir fırsatını bulup bu güçlükleri yenmişler ve oldukça derinlemesine ve değişik branşlarda diyebileceğimiz bir kültür seviyesine ulaşmışlardır. Bu ise, çağdaşları Avrupalı kadınların hiç bir şekilde elde edemedikleri bir netice idi.
sahife 339

8 Mart 2008 Cumartesi

Din, Bilim ve İmam Gazali

İmam Gazali deyince bazı aydınlarımızın aklına nedense bilim ve din çatışması gelir. İslam dünyasındaki pozitif bilimlere karşı alakanın azalmasının tek sebebi İmam Gazali'nin eserleri, özellikle Tehâfütü'l-Felâsife eseri gösterilir. Acaba İmam Gazali gerçekten bu eserlerinde felsefenin ve bilimin öğrenilmesine karşı mı çıkıyor? Yoksa birileri anlamak istediği gibi mi meseleye yaklaşıyor?

İslam biliminin (İslam medeniyetindeki bilimlerin) düşüşünde İmam Gazali'nin önemli bir rol oynadığı iddiasının gerçeği ne kadar yansıttığı George Saliba'nın Islamic Science and the Making of the European Renaissance adlı kitabında ele alınmıştır. Bu kitapta, "İmam Gazali'yi takip eden asırlarda neredeyse her bilimsel disiplinde çok iyi giden bir aktivite"nin varlığının aşikar bir gerçek olduğu vurgulanmıştı.

Felsefe ve pozitif bilimlerin öğrenimi meselesinde ise İmam Gazali'nin eserleri maalesef yanlı(ş) okunuyor. Konu ile ilgili olarak Robert G. Morrison'un 2007 yılında çıkan Islam and Science : the intellectual career of Nizam al-Din al-Nisaburi eserinden yapacağım alıntı meseleyi özetlemektedir:

Onikinci asırda, kelâm ilmi yaratıcının vasıfları ve kainat üzerinde sistematik çalışmalar içeriyordu. Felsefe ile ilgilenme, İbn Sina'nın (Ö. 1037) eserleriyle, kelâm çalışmalarının bir parçası oldu. Bu gelişmenin öncülüğünde diğerlerinden daha ileride olan kişi İmam Gazali'ydi (Ö. 1111). El-Munkizü mine'd-Dalal (Delaletten Hidayete) eserinde, bilgi kuramı krizinden sakınmasını detaylı olarak anlattığı entelektüel otobiyografisi, İmam Gazali felsefecilerin eserlerini derinlemesine araştırdığını ve, sıklıkla tekrarlandığı üzere, onların yazılarını tatmin edici bulmadığını bildirdi. Felsefe, onu iman buhranına sevk eden sorulara cevap veremediği gibi, felsefenin dine zarar veren önermelere dayadığı sonucuna vardı. İmam Gazali'nin Tehâfütü'l-Felâsife (Filozofların Tutarsızlığı) eseri, en azından, okuyucuyu felsefeyi kritik bir zihin ile okumaya zorlamaktadır. İmam Gazali, El-Munkizü mine'd-Dalal eserini Tasavvufun Allah hakkında bilgi edinmede en etkili yol olduğunu söyleyerek bitiriyor.

İmam Gazali'nin bu iki eserindeki ifadelerindeki yansıma, onun din bilginlerini felsefenin seçilmiş iddialarına karşı aşıladığı, fakat felsefe ve bilimsel çalışmayı yasaklamadığı izlenimi vermektedir. Her şeye rağmen, Tehâfütü'l-Felâsife eserinin girişinde tüm bilimleri reddeden birinin yanılmış olduğunu söylemektedir. Bu bakımdan, İmam Gazali'nin kariyeri hakkındaki diğer iki nokta önemlidir. İlki, onun önceden yazmış olduğu Mekâsıdü'l-Felâsife eseri, önde gelen bir din alimi olan İmam Gazalinin felsefenin esasları ve tartışma usulleri üzerinde kayda değer hakimiyet sağladığını göstermektedir. İkinci olarak, El-Munkizü mine'd-Dalal eserinde mantık veya matematiksel doğruların tek başlarına özellikle zararlı olmadığını kabul etmesidir. Tehlike sadece, mantık ve matematik çalışmanın avamı felsefenin diğer öğretilerinin vahiy gibi kesin olduğu hükmüne varmasına neden olabilmesidir ki, İmam Gazali'ye göre, bu felakettir. Tehâfütü'l-Felâsife felsefecilerin belli argümanlarına karşı bir hareket olarak görülmelidir, yoksa felsefenin tümüyle reddi olarak görülmemelidir.
sayfa 12-13

[Herhalde George Saliba ve Robert G. Morrison, Cengiz Özakıncı'nın İslam'da Bilimin Yükselişi ve Çöküşü adlı kitabında İmam Gazali hakkında yazdıklarını okusalar gerçekten diyecek bir şey bulamazlardı. Her iki tarafa baktığımızda aynı kitapları okuyorlar (Özakıncı'nın İmam Gazalî'ye ve İslâmî ilimlere dair eserleri okuduğu/okuyabildiği şüpheli!), ancak elde ettikleri sonuçlar tamamen zıt. Bakın Özakıncı eserinde neler yazmış:

Gericiler, usçularla giriştikleri tartışmalarda bir usçuluk döneği [eserde bu ifade italik olarak yazılmış aynen aktardım] olan Gazzali'nin kitabındaki savları kullanarak Müslümanları usçuluğun dine karşıt bir tutum olduğunu inandırabilmiş, .... Gazzali'den iki kuşak sonra Müslüman toplumların çok güçlü bir usçuluk karşıtı gerici akıma sürüklenmesine neden olmuştur.
sayfa 243
Gazzali, matematiğin kişileri dinden çıkardığını bakın nasıl çözmüştü:
sayfa 244
Usçuluk kötüdür, us yürütmek kötüdür, sorgulamak kötüdür, düşünsel tartışmalara girmek kötüdür, bilimlere dalmak kötüdür ve bunlar kişiyi dinden çıkarır, diyor Gazzali...
sayfa 256

Özakıncı'nın ifadelerinin ilmiyetten ne kadar uzak olduğu aşikar. Hakarete varan sözleriyle ancak kendini tatmin edebilir. Kendisine George Saliba gibi bilim tarihçilerinin kitaplarını okumayı tavsiye ediyorum. Saliba kitabında aslî kaynaklarla İmam Gazali'den sonra İslam medeniyetindeki bilimsel akvitelerin ne kadar yoğun olduğunu insanın gözünün içine sokarcasına gösteriyor.]
İslam dininde ilim üstün tutulmuş, bilenler ile bilmeyenler arasında bir ayrım yapılmıştır. Hal böyleyken, var olmayan bir çatışmanın varmış gibi gösterilmesi, hem de bunu aydın geçinen insanların yapması gerçekten ilginç değil mi?

[Tarihî hadiseleri ve şahsiyetleri analiz ederken ideolojik yaklaşımlardan maalesef kurtulamıyoruz. Özellikle bu hadise veya şahsiyetlerin İslam ile alakası varsa peşin hükümler devreye girmektedir. NTV Tarih dergisinin 2010 Mart sayısında "Bir Hakikat Avcısı: Gazâlî" adıyla bir yazı neşredildi. Ancak makalenin yazarı D. Cündioğlu yazısının "ideolojik bir makasla" sansürlendiğini iddia ederek, yazısının tam metnini neşretti. Buna mukabil NTV Tarih'ten konu ile alakalı herhangi bir açıklama gelmedi. İki yazı karşılaştırıldığında esas metnin dörtte birinin kırpıldığı görülmektedir.]

"Islamic Science and the Making of the European Renaissance"

Bir ilim adamının çalışmalarında aslî kaynaklardan istifade etmesi hadiseleri ele almasında mühim tesiri vardır. İşte bilim tarihi alanında dikkate değer bir yeri olan George Saliba da ele aldığı konularda aslî kaynakları en iyi şekilde kullanan ilim adamlarından biri. En son yazdığı Islamic Science and the Making of the European Renaissance eserinde bilim tarihçilerinin klasik söylemine eleştirel yaklaşıyor. Yapmak istediği bir ezberi bozmak. "İslam biliminin onbirinci yüzyıla kadar zirvede olduğu ve sonra düşüşe geçtiği ve İslam medeniyetinin Yunan biliminin taşıyıcısı olduğu" söylemlerinin ne ölçüde gerçeği yansıttığını irdeliyor bu eserde.

İşte eserden bazı alıntılar:
Klasik söylem İslam medeniyetinde bilimsel çalışmaların başlaması ile ilgili sorulara cevap veremediği gibi, sonraki yüzyıllar ile ilgili ortaya çıkan sorulara da cevap verememektedir. Özellikle, İslam biliminin düşüşü gerçekte vâki olduğu gözükmemektedir. Bu düşüşe, İmam Gazali'nin felsefecilere karşı ataklarının (Tehâfütü'l-Felâsife - Filozofların Tutarsızlığı) veya onun "instrumentalist" bakışının oluşturduğu dini ortamın sebep olduğu sanılmaktadır. Aksine, sadece bize ulaşan bilimsel dökümanlara bakarsak, İmam Gazali'yi takip eden asırlarda neredeyse her bilimsel disiplinde çok iyi giden bir aktivite açıkça tasvir edilebilir. Mekanikte, Cezeri'nin (1205) çalışmaları; veya mantıkta, matematikte ve astronomide; Esiruddin Ebherî'nin (1240), Mueyyuddin el-Urdi'nin (ö.1266), Nasireddin Tusi'nin (ö.1274), Kutbuddin el-Şirazi'nin (ö.1311), İbni el-Şatir'in (ö.1375), el-Kuşî'nin (ö.1474) ve Şemseddin el-Kâfrî'nin (ö.1550) çalışmaları; veya optikte, Kemaleddin el-Fârisî'nin (ö.1320) çalışmaları;veya farmakolojide, İbni Baytar'ın (ö.1248) çalışmaları; veya tıpta, İbni el-Nefîs'in (ö.1288) çalışmaları var. Bu alanların her biri, İmam Gazali'nin ölümünden ve felsefecilere atağından sonra çokça vuku bulan özgün bir çalışmaya ve devrim yapan bir ürüne şahitlik etti.

sayfa 21


Dikkate değer, matematik ve tekniğin en yüksek derecesine sahip, bir aktivitenin İmam Gazali'nin vefatından sonra İslam dünyasında parlamaya devam ettiğini görebiliriz. O kadar ki, İmam Gazali sonrası bu dönemi İslam astronomisinin altın çağı olarak adlandırmaktayım. Henüz, bu dönemde elde edilen bu sonuçların hiç biri klasik söylemi savunanlar tarafından dikkate alınma şansına sahip olmadı. Sadece Rönesans Avrupa'sı üzerine etkileri göz önünde tutuldu.

sayfa 23



Büyük ihtimalle, İmam Gazali sonrası yazılan eserler incelenmedi. Çünkü klasik söylemin savunucuları, önemli çalışmaların yazılamayacağı varsayılan dönemden geldiğinden dolayı bu eserler yeterince önemli görülmedi. Bu kendi tahmini ile iş görmeye tipik bir örnektir.

sayfa 24


Özellikle en önemli geleneksel eserler, Batlamyus'un eserleri, ile temsil edilen Yunan astronomi geleneği, çok sıklıkla ileri sürüldüğü gibi, İslam kültüründe sadece muhafaza edilmedi, en başından beri ciddi değerlendirmelere tâbi tutuldu. Mütercimler Yunan eserlerindeki hataları düzeltiler. Gelenekteki en temel astronomik parametrelerin değişimine yol açan gözlemsel sonuçların ciddi bir şekilde tekrar değerlendirilmesi yapıldı. Aristo geleneğine sıkı sıkıya dayanan kendi doğal felsefik söyleminin fark edilen ihmalinden dolayı geleneğe karşı ve astronominin o anki temellerine karşı teorik karşı itirazlarda bulundular.

sayfa 124



Astronomi artık sadece gezegenlerin konumlarına veya astrologların horoskop bakmalarına cevaplar sağlayan bir disiplin değildi. İslam dininin astrolojiye karşı soğuk olmasıyla, astronomi kendisini, gelecek tahmininin ötesinde bir disiplin olarak tanımlamak zordundaydı ve her yerde titiz ölçümler gerektiren daha geniş ve büyük bir dünya görüşüyle çok yakından ilişkili sorular yükselten bir konuma koymak zorundaydı.... Astronomi yeni sosyal ve kültürel çevreye yararlılığını ispatlamak zorundaydı. Bunu Yunan astronomisinin temeline teorik eleştirilerle yaptılar.

sayfa 168


Eserin her sayfası mühim bilgiler ihtiva etmekte ve mevzu ile alakalı doyurucu bilgiler vermektedir.

Eseri Türkçe okumak için 2009 yılına kadar beklemek gerekiyor. [Kitabın, 2008'de bir tercümesi neşredilmiştir. Ancak tercümenin kalitesi çok düşüktü. Arapça yer ve şahıs isimleri İngilizce'de yazıldığı şekilde bırakılmış. Dipnotlar tercüme edilmeyip, referanslar bölümü tercümede yoktu. 2012 senesinde başka bir yayınevinden tekrar neşredildi. Henüz bu tercümeyi okuma imkanım olmadı.]