10 Eylül 2008 Çarşamba

Çiçek Aşısı ve Avrupa

Hicrî 300 tarihine gelinceye dek gerek Yunan tıp adamları gerek Arab tıp adamlarından birisi çiçek hastalığına dair bir şey yazmamıştı. İslâm tıp adamlarının en yetişkinlerinden ve H. 300 tarihinde bilim adamlarının önde gelenlerinden ve Rey ve sonra Bağdat hastahanelerini kuran Mehmed bin Zekeriya Ebubekir Râzi türlü fen ve bilim için yazdığı yüzden fazla kitap ve risalelerin çoğu tıp ilmine ait olup bu kitapların birisi de çiçek hastalığına dairdir. Bu büyük hekim H. 320 senesinde vefat etmiştir. İlk önce çiçek hastalığına dair kitap yazan işte bu hekim Râzi’dir. Ondan sonra Ebu Ali İbn-i Sina da buna dair pek çok yazılar yazmıştır.

Aşı ilk olarak Osmanlı devletinde ortaya çıkmıştır. Aşı, hafif çiçek çıkarmış olan çocukların kabarmış ve dolmuş olan çiçeklerinin suyunu alıp henüz çıkarmamış bir çocuğun kolunu çizip o suya sürerek yapılıyor, yapılan yerde bir kabarcık çıkıyor, bununla o çocuk nöbeti savuşturarak çiçek hastalığından kurtuluyor.

Osmanlı Devletinde elçi olarak bulunan İngiltere elçisinin zevcesi olan Lady Montagu Edirne’de aşının iyiliklerini görüp hatta kendi çocuğunda da tecrübe etmişti. Buna dair H. 1130 senesinde İngiltere’ye bir mektup yazmış ve İngiltere’de de tecrübe edilerek iyilikleri görülen olay her tarafa yayılarak Avrupa tıp adamları tarafından kabul edilmiş ise de “böyle Allah tarafından gelen hastalığa bir ilaç yapmak Allah’ın emrine karşı gelmektir” diye Papazlar tarafından karşı konulmuştur. Önceleri Avrupa halkının çoğu aşıyı kabul etmeyip “olur” diyenlere de dinsiz gözüyle bakarlar, belki katlini vacib görürlerdi. Bunun üzerine devlet, her kim evladlarını aşılatırsa bir miktar para vererek güzel bir davranışda bulundu. Lâkin sonra herkes aşının iyiliklerini görerek ve çiçek hastalığına karşı Allah’ın şifahanesinden bir lütuf ve ihsan buyurulmuş bir deva olduğunu itiraf ederek hepsi kabul edip kendileri para sarfı ile çocuklarını aşılatmağa başlamışlardır.

Ahmed Cevdet Paşa, Tarih-i Cevdet, Cild-I, sayfa 203 (Üçdal Neşriyat)

28 Ağustos 2008 Perşembe

XVI. Yüzyıldan Sonra İslâm Biliminin Gerilemesinin Arkasındaki Faktörler


Takdim

Batılı araştırmacıların Doğu medeniyetlerini özellikle İslam'ı ve İslam medeniyetini araştırmaya başlamaları çok eskilere dayanıyor. Bu araştırmaların başlamasının arkasında dinî, siyasî, ticarî ve ilmî sebepler yatmaktadır. Bu çalışmalar yapılırken zaman zaman ilmilikten uzak tavırlar sergilenmiştir. Bunun sebeplerinin başında Doğu’nun farklı kültür ve düşünce yapısına sahip olması ve Batılıların Doğu hakkında bazı önyargılara sahip olmaları gelmektedir. Batılı araştırmacılar İslam medeniyeti üzerindeki incelemelerde işin özüne inemedikleri gözlenmektedir. Ancak, son zamanlarda Doğu kökenli araştırmacıların da sahneye çıkması anlaşılamayan meselelerin açıklığa kavuşmasını sağlamıştır. Bilim tarihi alanında Fuat Sezgin, George Saliba ve Ahmed Yusuf Hassan gibi ilim adamlarının çalışmaları gerçeklerin gün yüzüne çıkmasına vesile olmaktadır. İslam biliminin gerilemesi konusunda yerli ve yabancı dilde yazılmış makale ve eserlerin çoğunda, İslam biliminin XII. yüzyıldan sonra gerilemeye başladığı ve bu gerilemeyi ivmelendiren en büyük âmilin İmam Gazali olduğu savunulmaktadır. Aslında bu eserlere baktığımızda hepsinin de aynı argümanlar ile olaya yaklaştıkları görülmektedir. Prof. Dr. Ahmed Yusuf Hassan’ın “Factors Behind The Decline of Islamic Science After The Sixteenth Century” makalesinin Türkçe’ye çevrilmesiyle Türkçe literatüre konu ile ilgili farklı bir bakışın kazandırılacağı inancındayım. Makalenin yayınlanmasına izin veren Prof. Dr. Ahmed Yusuf Hassan’a teşekkürlerimi sunuyorum [Prof. Ahmed Yusuf Hassan 28 Nisan 2012 tarihinde 86 yaşında vefat etmiştir]. Makalenin orjinal halini bu bağlantıdan okuyabilirsiniz.

XVI. Yüzyıldan Sonra İslâm Biliminin Gerilemesinin Arkasındaki Faktörler [1]

Prof. Ahmed Yusuf Al-Hassan

Giriş

Müslüman bilim adamlarının ve mühendislerin değişik ilmi sahalara katkıları dikkat çekicidir ve çeşitli bilim tarihi çalışmalarında ele alınmaktadır [2]. Çoğunlukla Arapça kullanılarak yapılan bu katkılar, birçok millet ve ırkı içinde barındıran bir toplum tarafından yapılmıştır.

Evrensel bir din olan İslam, birçok ırk ve kültürü barındıran İslam toplumunun evrensel bilime katkıda bulunduğu bir ortam sağladı. İslam dünyasındaki etnik ve kültürel farklılıklar, bir güç kaynağı, bilim adamlarının faaliyetlerinin, fikirlerin ve ürünlerin tetikçisi oldu.

Elverişli ve şümullü ulaşım vasıtalarının ortaya çıkışı ticareti, insanların ve fikirlerin hareketini kolaylaştırdı. Ulaşım ve ticaretteki bu avantajlar bilginin İslam dünyasında hareketine yardımcı oldu. Bu sayede, İslam’ın evrensel hükümleri güç kazandı. Ayrıca, bu bilgi çok farklı kültürlere sahip olan Hindistan, Çin ve Avrupa’ya ulaştı.

Müslüman dünyasındaki bilimsel üretkenliğin yeri sabit değildi. Önemli bilimsel aktivitelerin merkezleri farklı zamanlarda parladı ve umumiyetle, iktidar koltuğunun yeri ile yakından irtibatlıydı. Emevi ve Abbasiler zamanında, İslam dünyasının başşehirleri bilginleri ve bilim adamlarını çekti. Şimdiki tabirle, Şam ve Bağdat’a beyin göçü olmuştur. Güç merkezleri Kahire’ye, İspanya’ya, İran’a ve İstanbul’a kayınca, bilim adamları oralara yöneldi.

İslam’ın ilk yüzyılı boyunca, yöneticiler, iletişimi, ticareti ve ekonomik refahı iyileştiren rasyonel politikalar izlediler. Bu politikalar bilime ve teknolojiye olan ihtiyacı arttırdı. Neredeyse hayatın her yönü - tarımdan sağlık ve ibadete - bazı bilimsel ve teknolojik faaliyetlere dayandı.

İç ve dış şartların birleşmesiyle başlayan düşüş, bilim ve teknolojiye olan talebin azalmasına sebep oldu.

Bilim sadece zengin toplumlarda gelişir
(İbn Haldun’un Tezi)

Her zaman sorulan düşündürücü bir soru: Müslümanların bilimsel çalışmalarındaki düşüşün sebepleri nelerdir? XVI. yüzyılın sonundan itibaren Batı ile İslam dünyası arasında modern bilim ve teknoloji alanlarındaki fark çok büyük oldu? Bu soru bu makalede tamamıyla ele alınamayacak derecede karmaşıktır. Fakat, düşüşün bazı yönlerini irdelemeye kalkışacağız. Umarım makale, bu soru üzerinde daha detaylı incelemeleri teşvik edecektir.

Avrupa’daki bilimsel toplulukların artışa geçtiği yıllarda, İslam bölgelerinin tümü bilim ve bilimsel toplulukların düşüşüne şahitlik ediyordu. Bu hâdise İbn Haldun tarafından Mukaddime’de bir bölümden fazla bahsedilmiştir [3]. Bilimlerin ve diğer mesleklerin parlamasında gerekli olan faktörleri ve onların düşüşüne yol açan faktörleri ele alır. Bir bölümün başlığı şöyledir: “Mesleklere Olan İhtiyacın Artması Durumunda Onların Mükemmelleşmesi ve Çok Olmasına Dair ” [4]. İbn Haldun şöyle söylüyor, eğer bir mesleğe büyük talep varsa, insanlar onu öğrenmeye gayret eder, halbuki bir mesleğe ihtiyaç olmadığında ise o meslek ihmal edilir ve unutulur. “Burada başka bir sır var, o da meslekler ve onların mükemmelliği, meslekler için en büyük bir pazar yeri olan devlet tarafından istenir”. Devletin ihtiyaçları o kadar büyüktür ki, bireylerin istekleri onun yanında çok küçük kalır. Bunun manası, devlet bozulursa, tüm meslekler de bozulur.

Diğer bir bölüm şu başlığı taşımaktadır: “Malî İnhidama (çöküntüye) Yaklaşan Bölgelerin Mesleklerden Yoksun Olacağına Dair” [5]. Bir bölge zayıflar, etkisini kaybeder ve nüfusu azalırsa, maddi olarak desteklenmediklerinden, meslekler yok olana kadar azalacaktırlar. İbn Haldun bilimlere şu başlıkla özel bir bölüm ayırır: “Bir Bölgedeki Medeniyetin Büyüklüğü ve Refahın Artışıyla Bilimlerin Yükselmesine Dair” [6]. İşin teorisini verdikten sonra, şöyle söyler: “Bağdat, Kurtuba, Kayruvan, Basra ve Kûfe hakkında bildiklerimizi ele alalım. İslam’ın ilk asrında bu şehirler kalabalık ve refah içindeyken ve medeniyet istikrarlıyken, bilim denizi büyüdü, taştı. Bilim adamları ilmin ve çeşitli bilimlerin terminoloji ve teknik detaylarında, ve eskilerin ve onları takip edenlerin üstüne çıkana kadar, değişik problemler ve teoriler ortaya koymada olağanüstüydüler. Fakat, şehirlerin refahı düşüp medeniyet gerilediğinde ve nüfus dağıldığında, bu kilim, üzerindekilerin hepsiyle birlikte tamamen katlandı. Buralarda bilim ve tedrisat kayboldu. Diğer İslam beldelerine kaydı.”

Rasyonel bilimleri anlatırken İbn Haldun benzer bir analiz yapıyor, ve şuna dikkat çekiyor: “İslâm imparatorluğu kurulup, İslam medeniyeti diğerlerini geride bıraktığında, Müslümanlar eskilerin rasyonel bilimlerine, onlardan üstün olana kadar gayretle çalıştılar.” İbn Haldun’un devrinde (XV. yüzyılın ikinci yarısı), Mağrib ve Endülüs’ün refahı en alt seviyeye düştüğü için, bölgedeki rasyonel bilimler de azalıyordu. Halbuki, İslam’ın doğu bölgelerinde, özellikle İran’da ve Maveraünnehir’in ötesinde, bölgelerin zenginliğinden ve medeniyetin istikrarından dolayı rasyonel bilimler gelişiyordu. İbn Haldun kendi zamanında Roma ve Avrupa’nın genelindeki rasyonel bilimlere olan büyük talebin, ve bu ülkelerdeki bilimsel faaliyetlerin de farkındaydı [7].

İbn Haldun’un fikirleri çağımız bilginleri tarafından tekrarlanıyor. Öyle ki, Bernal Bilim Tarihi [8] kitabında benzer bir argümanı tekrarlıyor: “Bilimin parlama dönemlerinin, ekonomik faaliyetlerin ve teknik ilerlemelerin artığı zamanlarla çakıştığı görülür. Bilimin takip ettiği yol –Mısır’dan ve Mezopotamya’dan Yunanistan’a, Müslüman İspanya’dan Rönesans İtalya’sına, oradan Hollanda ve Belçika’ya, ve sonra İrlanda ve sanayi devrimi İngiltere’sine– ticaret ve endüstrinin takip ettiği yol ile aynıdır. Bilimsel faaliyetlerin artış gösterdiği periyod içinde, durgun zamanlar, bazen de yozlaşma dönemleri oldu. Bunlar, toplumun yapısı durgun olduğu veya çöküşe geçtiği dönemlerle çakışır.”

Ortaçağ Bilimindeki Durgunluk ve Bir Devrime Olan İhtiyaç

Yukarıda anlatılan hususlar İslam dünyasında bilimsel devrimin neden olmadığını açıklamaya yardım eder. XV. yüzyılın sonlarına kadar, bilimsel bilgi dogmatik ve statik olan birkaç ana sistemin egemenliği altına girmiştir. Bunların esaslıları Aristo fiziği, Batlamyus astronomisi, bitkisel tıp ve Cabir kimyasıdır. Bilim daha fazla ilerlemenin çok zor hatta imkansız olduğu bir noktaya ulaşmıştı [9]. Bu XIII. ve XV. yüzyıllar arasında, hem İslam, hem de ortaçağ Avrupa’sında önemli bilimsel ilerlemelerin az oluşunu açıklamaktadır. Bilimde önemli buluşlar başarmak için, eski baskın düzenin yıkılması gerekliydi. Diğer bir ifadeyle, bilimde bir devrim gerekliydi. Böylesine bir devrim, uzun bir zaman boyunca, gelişen bir ekonomide ve kararlı bir atmosferde özenle çalışan büyük bir bilim adamı kitlesinin varlığını gerektirmektedir. İslam dünyasının aksine, bu topluluk XV. yüzyıldan sonra Avrupa’da mevcuttu ve Avrupa’nın zenginliğinin ve nüfusunun artmasıyla giderek yükselmeye devam etti.

İslam ve Bilim
Yanlış Teşhis -I- Müslüman Bilginler

XIX. yüzyıldan itibaren, bazı yazarlar İslam dünyasındaki bilimin düşüşüne Müslüman bilginlerin olumsuz tutumlarının sebep olduğu öne sürülmektedir. Bunun için Sachau şöyle diyor, “Hicrî IV. yüzyıl İslam tarihinde dönüm noktasıdır. Eş’ari ve Gazali olmasaydı, Araplar Galileolar, Keplerler ve Newtonlara sahip olabilirlerdi” [10]. Eş’ari hakkında konuştuğumuzda, E.G. Browne onun tesirinin oluşturduğu yıkımı, Cengiz ve Hulagu’nun yaptığına benzetir [11]. Benzer bakış açısını, Eş’ari ve Gazali’nin görüşlerini skolastik felsefe olarak sınıflandıran George Sarton benimser. Onlara göre, bu iki bilgin ortaçağda bilimsel ilerlemenin önündeki engellerdi [12]. Sarton’a göre onaltıncı yüzyıla kadar, bilimdeki gelişmeler Doğuda ve Batıda oluyordu. Fakat bu zamandan sonra, doğu medeniyeti durgunluk yaşarken hatta kötüye giderken, Batı bilimi hızlı bir şekilde büyümeye başladı. Sarton şu sonuca varır: Doğu ile Batı arasındaki esas farklılık Batının skolastik felsefenin üstesinden gelmesi, Doğunun ise gelememesidir.

[George Saliba, İslam biliminin düşüşünde İmam Gazali’nin etkisinin olduğuna katılmamaktadır. Kitabında şunları yazmaktadır: “Bu düşüşe, İmam Gazali'nin felsefecilere karşı ataklarının (Tehâfütü'l-Felâsife - Filozofların Tutarsızlığı) veya onun "instrumentalist" bakışının oluşturduğu dini ortamın sebep olduğu sanılmaktadır. Aksine, sadece bize ulaşan bilimsel dokümanlara bakarsak, İmam Gazali'yi takip eden asırlarda neredeyse her bilimsel disiplinde çok iyi giden bir aktivite açıkça gözlenmektedir.”, Islamic Science and the Making of the European Renaissance, sayfa 21 Ç.n.]

XVI. yüzyıldan sonra, İslam dünyası ve Batı arasındaki bilimsel alandaki farkın giderek arttığı doğrudur. Fakat, Müslüman bilginlerin bilime karşı muhalefetinin, aradaki farkın artmasına sebep olduğu varsayımı desteksizdir. İbn Haldun tarafından gösterildiği gibi asıl sebepler politik ve ekonomiktir. Rasyonel bilimlere karşı ilginin azalması ve dini ilimleri çalışma isteğinin devam etmesi birbiri ile ilişkili değildir. İlki İslam memleketlerindeki ekonomik zayıflığın ve politik gücün azalmasının belirtisidir. Bilime ve teknolojiye ihtiyaç olmuş olsaydı, İslam İmparatorluğunun altın çağı boyunca olduğu gibi rasyonel bilimler fasılasız ilerlemeye devam edecekti. İslam dünyasında, tüm eğitim sistemini denetimi altında tutan tek bir dinsel otorite yoktu. Bu ise sistemi serbest bıraktı ve eğitim sistemi Sünnî çevrelerin hakimiyeti altında değildi. Bilim adamlarının artması ve rasyonel bilimlerin parlaması altın çağında imparatorluğun refah ve gücünü yansıtmaktadır. Çok sayıda matematikçiler, astronomlar, fizikçiler, mühendisler ve diğer bilim dallarındaki bilim adamları bu devirde toplumun ve imparatorluğun ihtiyaçlarını karşılıyorlardı. Bu arz ve talep kuralına uymaktadır.

Amacımız din bilginlerini müdafaa etmek değildir. Şu belirtilmeli ki onlar ve felsefeciler arasında meydana gelen tartışmalar rasyonel bilimler üzerine değildi. Başlangıçtan itibaren, matematik, astronomi, tıp, kimya ve diğer bilim dallarındaki çalışmalar iyice özendirildi ve bu çoğunlukla, filozof ve din bilgini olmayanlar tarafından yapıldı. Din bilginleri ve filozoflar arasında tartışmalar olurken, aynı zamanda, bilim altın çağında idi. Rasyonel bilimlerin öğrenimi bu gibi tartışmalardan etkilenmedi. Çünki, bu bilimlerin tedrisatı, teolojik ve felsefi çalışmalardan bağımsız idi. İfademizi izah etmek için, el-Me’mun ve el-Mutevekkil devirlerini ele alalım. El-Me’mun (813-833) Mutezilenin sağlam destekçilerinden biriydi ve onun hükümdarlığında rasyonel bilimler parladı. Onun aksine, el-Mutevekkil (847-861), bir oryantaliste göre, “Sünnî akideye sıkı bir şekilde bağlıydı…”. Onun zamanında “Sünnîliğin gücü moment almaya başladı”, ve Sünnî din bilginleri Mutezileye karşı cephe aldı. Kısa bir süre sonra Sünnîlerin [Irak’taki-ç.n.] başı el-Eş’arî oldu. Fakat, el-Mutevekkil’in Sünnîliği yanında, el-Me’mun gibi ilim ve fennin hamisi idi ve Darülhikme’yi tekrar açarak ona yeni gelirler bağladı. En iyi tercüme işleri onun hükümdarlığında yapıldı… O, bilimsel araştırmalara destek veren cömert biriydi… Darulhikme’nin en iyi çalışmaları onun himayesinde yapıldı ve Huneyn bin İshak’ın etrafını iyi yetişmiş öğrenciler sardı.” [13]

Yanlış Teşhis -II- Medrese Sistemi

Benzer bir düşünce yapısıyla, İslâm âlemindeki rasyonel bilimlerin düşüşünü, bazı yazarlar Nizâmülmülk tarafından Bağdat’ta Nizâmiye Medresesinin kurulmasından sonra gelişen medrese sistemine dayandırırlar. Medreselerin kurulduğu yıllarda (459/1067 ve sonrası) teoloji ve hukuk çalışmaları popülerdi. Lâkin, İslâm dünyasında rasyonel bilimlerin tahsili ayrı ayrı yapılmaktaydı. Teolojik çalışmalar genellikle aynı eğitimcilerin gözetiminde veya aynı enstitülerde yapılmamaktaydı. Astronomi ve matematik, ilgili bilim dallarındaki kitaplarla donatılmış bir kütüphanesi olan ve rasatla ilgili aletlerin sürekli kullanıma açık olduğu rasathanelerde, matematikçi ve astronomların yanında tahsil ediliyordu. Tıp bilimi, olması gerektiği gibi, bir bimaristanda (hastahane) incelenirdi. [Ahmed Çelebi İslâmda Eğitim ve Öğretim Tarihi eserinde bu hususu şöyle dile getirmektedir: “Tıbbın, hususi medreselerde nadiren tedris edilip, üstadların talebelere anlattıkları tıbla ilgili nazari bilgilerin ameli tatbikatına imkan sağlamak için, onun, daha ziyade şifahanelerde tedris edilmiş olmasıdır. Bu maksadla, talebelerin verilen dersi dinleyebilmeleri için hastahanede eyvân (konferans salonu) yapılmıştır. Öte yandan talebeler, hocalarının nezaretinde hastalıkları ve onların tedavi usullerini görmek için hastalar arasında dolaşırlardı.” Ç.n.] Diğer bilimler çoğunlukla hükümdar tarafından himaye edilen ve ferdî olarak ün yapmış bilim adamlarının nezaretinde tahsil ediliyordu. Uzak İslâm diyarlarından öğrenciler, bu kişilerin bulundukları yerlere seyahat ederlerdi. Bu meşhur üstatların mevcudiyeti ile belli büyük bir şehir veya beldelerde “profesörler fakültesi” olarak isimlendirebileceğimiz yerler teşekkül etti. Ayrıca, kütüphaneleri ve Dârülhikme gibi akademileri unutmayalım. Bu yerler rasyonel bilimlerin araştırılmasına ve öğretilmesine tahsis edilmişti. Diğer taraftan, medreselerin çoğu iktidarı elinde tutanlar tarafından veya servetlerinin bir kısmını vakıflara vererek öğretim kurumlarını destekleyen hayırsever zengin insanlar tarafından kuruldu. Amaç her zaman dinî idi, ve tedrisat tabiatıyla büyük ölçüde hukuk ve teoloji üzerine idi. Bundan dolayı şöyle söylenebilir: Medrese esas olarak bir teoloji ve hukuk fakültesidir ve son araştırmalara göre, Batı üniversitelerindeki fakülte sisteminin öncüsüdür [15]. [Bu öncülük kılık-kıyafette de olmuştur. “Endülüs ulemasının ve müderrislerin kıyafetleri Avrupa üniversitelerine sızmıştır. "Gown", "Hood" ve "Cap"; cübbe, taylasan ve sarık'ın kısmen değiştirilmiş şeklinden başka bir şey değildir.” Ç.n.]

Fakat, Batı’da görülen ve teoloji, hukuk, fen-edebiyat ve tıp fakültelerini içeren üniversiteler, İslam memleketlerinde Batıdakilerle aynı zamanda gelişmedi. Bunun sebebi, vakıf sistemi ile desteklenen ve hukuk, teoloji ve rasyonel bilimlerin beraberce tedris olunduğu medreselerde, hukuk ve teoloji tedrisatının kesintisiz devam edip, devletin refahına ve gücüne bağlı olarak rasyonel bilimlerin tedrisatının gerileyip, İslam devletlerinin zayıflamasıyla varlıklarının son bulmasıdır. İslam memleketlerindeki bilimsel bilgi, bundan ötürü Bilimsel Devrimden sonra Avrupa’daki hızlı ilerlemeleri yakalayamadı. Bu devrimden önceki zamanda, Müslüman bilim adamlarının başarıları hakkında konuşmak ve onları Ortaçağ Avrupa’sının bilim adamları ile karşılaştırmak mümkündü. Her iki taraftaki ilerlemeler paraleldi ve aralarında önemli bir fark yoktu. Fakat Copernicus, Galileo ve Newton’un yeni keşiflerinden ve eski bilgi sisteminin çöküşünden sonra, Batı’daki üniversiteler yeni bilimsel aktivitelerin merkezi oldu. Avrupa’daki Bilimsel Devrim’in, İslam memleketlerinde aynı zamanda gerçekleşmesi için, her iki kültüre ait bilimsel cemiyet üyeleri arasında etkili bir iletişim sistemi bulunması gerekiyordu. Oysa böyle bir sistem mevcut değildi. Tüm branşları içeren İslam üniversiteleri yoktu. İslamî bilimsel cemiyet hemen hemen mevcut değildi. Sadece modern zamanlarda İslam ülkelerinde Avrupaî modele dayanan üniversiteler görülmeye başlandı. Medrese sistemini devam ettiren ve eğitim sahası teoloji olan el-Ezher gibi eski üniversitelerin bazıları yakın geçmişte bilim, mühendislik ve tıp eğitimini müfredatlarına [tekrar] dahil ettiler.

Böylece Müslümanların bilimsel alandaki düşüşü ile İslam topraklarındaki politik gücün ve maddi bolluğun azalması arasında bir bağ kurduktan sonra, cevaplanması gereken bir soru kalıyor: İslam topraklarındaki bu düşüşün arkasındaki faktörler nelerdir? Bu konunun araştırılması, bilim tarihi değil, politika ve ekonomi tarihinin sahasına girer. Buna rağmen düşüşteki ana faktörlerin ne olduğunu özetleyeceğiz.


İslam Devletlerindeki Kudret ve Refahın Azalmasının Arkasındaki Faktörler

Toprağın Yapısı

Esas İslam topraklarının çoğu veya Orta Doğu toprakları, az miktarda yaşanabilir alanlar içeren çorak veya yarı-çorak topraklardan ve geniş ekilmemiş veya çöl alanlardan oluşmaktadır [16]. İlk İslam Devleti toprakları göz önüne alındığında, İspanya hariç, yaşamaya elverişli alan, toplam alanın dörtte birini geçmiyordu. Geri kalan ise verimsiz ve çöl sahalardı. Hatta, yağış miktarı tarım için yeterli olmadığından, yerleşim alanları ekinler için önemli derecede sulamaya ihtiyaç duyuyordu. Orta Doğunun bu ekolojisi şunu gösteriyor ki en verimli tarım alanları çoğunlukla Nil, Fırat ve Dicle nehirlerinin havzalarında toplanmıştı. Fakat bu nehirlerdeki sudan istifadeye bireyler teşebbüs etmedi. Bu işi, eski Mısır ve Babil medeniyetlerinden beri, güçlü merkezî hükümetler üstlenmiştir. İslam Devletinin ilk asırlarında, Emeviler ve Abbasiler zamanında, halife ve valiler sulama sistemlerinin yapım ve onarımına büyük önem verdiler. İyi bilinir ki tarımsal devrim İslam Devletinin ilk yüzyılında vuku bulmuştur. Merkezi hükümet zayıfladığında veya düştüğünde, sulama tesisleri ihmal edildi. Dahası bu tesisler Moğol istilaları sırasında yıkıldığından dolayı, XIII. yüzyılda Irak’ta olduğu gibi, tarım alanları çoraklaştı veya bataklıklara dönüştüler ve bölgenin ekonomisi ve medeniyeti tamamen yok edildi.

İklimdeki ve yağmur yağışındaki değişiklikler tarımsal alanların çoraklaşmasına katkıda bulundu. İslam devrinin başlangıcında ve XIII. yüzyılın ortasından beri, Antakya’nın batısındaki alanlar yüksek yağmur oranına sahipti. Burada birçok şehirler kuruldu. Ziraat yaygınlaştı. Mamafih birkaç yüzyıl içinde, arazi çoraklaştı.

Bu ekolojinin önemli bir neticesi olarak bölge tarımsal açıdan verimsizleşmiştir. Ancak bölgenin refahı ve medeniyetinin gelişmesi sadece tarıma bağlı değildi.


Göçebeler

Ortadoğu ekolojisinin diğer bir sonucu da, bölgenin yarı-kıraç toprağı ve sulama sistemlerinin gerilemesi ve harap olması bölgeye mahsus bir olayla sonuçlandı. Bölgedeki medeniyetlerin tarihleri boyunca, çevredeki toprakları hayvancılık için bir otlak olarak kullanan göçebe kabileler mevcuttu. Göçebe kabileler her zaman merkezi idarenin istikrarına ve bölge ekonomisine tesir etti. Merkezi yönetim ve ekonomi güçlü olduğunda, göçebeler genellikle kontrol altında tutuldular. Merkezi yönetim zayıfladığında, bu kabileler üstün geldiler ve bölgedeki birçok hükümette düzensizlik ve anarşiye sebep oldular. Sulama sistemlerinin tahrip olması ve sulanan toprakların otlaklara veya bataklığa dönüşmesi ile göçebeler kontrolleri altındaki alanları arttırdı. Böylece medeniyetin düşüşü daha da hareketlendi. Sulanan toprakların kıraç veya bataklık duruma dönüşme süreci ve önceden yerleşik olan alanların göçebeler tarafından işgali, XIII. yüzyıldan modern çağa kadar Irak ve Suriye’deki nüfusun azalmasına yol açtı.

Doğal Âfetler

Ortaçağda Mısır, Suriye ve Irak’ın sosyal ve ekonomik tarihindeki bir diğer önemli hadise, doğal afetlerin sebep olduğu önemli nüfus azalmasıydı [17]. 968 yılında Nil nehrindeki düşük su seviyesi çok ciddi kıtlığa yol açtı. Bundan dolayı yaklaşık 600,000 insan öldü. Benzer kıtlıklar bunu takip etti. Nil’in düşük seviyesinin neden olduğu bir diğer korkunç kıtlık da, 1066-1072 yılları arasında 7 yıl sürdü. Köylüler köylerini terk etti. Tarımsal üretim çok ciddi derecede azaldı. Bu kıtlıklar Mısır’ın nüfusunun azalmasıyla sonuçlanan doğal felaketler serisinin habercisiydi. 1201 ve 1202 yıllarında, salgın oldu ve çok sayıda insan öldü. Birçok köylerde geriye sadece boş evler kaldı. Kahire’nin bazı yerlerinde oturanların tamamı öldü. Bu Ortaçağda Mısır’ın başına gelen en önemli demografik felaketlerden biriydi.

Mamafih, Ortaçağda en büyük felaket 1347, 1348 ve 1349 yıllarındaki Kara Ölüm (Veba) olarak bilinen ve İslam dünyası ile Avrupa’yı saran salgındı. Her gün binlerce insan öldü. Mısır, Suriye ve Irak’ın nüfusu üçte birine düştü. Kara Ölüm’ü XIX. yüzyıla kadar süren seri salgınlar takip etti. Tahminen, 1353 ve 1515 yılları arası Mısır’da onaltı, Suriye’de ise onbeş salgın hastalık oldu.

Bu tekrar eden felaketler ve salgınlar tarımsal üretimin düşmesine yardımcı oldu. Ölüm, köylülerin ve evcil hayvanların büyük bir kısmını silip yok etti. Sanayi, çok sayıda kalifiye işçinin ölümü ile çöktü. Ayrıca bu, idare üzerinde ters etki yaptı. Memlûklar artık askeri düzeni temin ettirecek yeterli kaynaklara sahip değildi. Bu da ekonomik düşüşü hızlandırmaya yardım edecek istikrarsızlığı, bozulmayı ve baskıyı beraberinde getirdi.

Coğrafi Konum ve Bölge’nin Coğrafyası

Coğrafi faktör, Irak, Suriye ve Mısır’ı, 1006 senesindeki ilk Haçlı seferinden modern zamana kadar, devamlı olarak harici saldırılara veya müdahalelere hedef yaptı. Coğrafi konum, Japonya ve İngiliz Adaları gibi bazı ülkelere en önemli stratejik avantajı sağladı. Topraklarının adada olması, karayoluyla yapılacak saldırılardan onları korudu. Avrupa coğrafyası da benzer istilalardan koruma sağladı. Avrupa toprakları daha engebelidir. Sıradağlar ve büyük ormanlar, dağılmış nüfuz merkezlerini ayırmaktaydı. İklim önemli derecede değişmekteydi. Bu ise kıtanın Moğollar gibi harici güçler tarafından istila edilme ihtimalini düşürüyordu[18]. Buna karşılık, Irak, Suriye ve Mısır, Doğu ve Batı arasında bir yerdeydi. Düz coğrafyası, dış istilalarla karşı bölgeyi her yönden savunmasız kılıyordu.

Haçlı Seferleri

1096 ve 1291’deki son mağlubiyetleri arasında, Araplara karşı en az yedi haçlı seferi düzenlendi. Biri İstanbul’a karşı yapıldı. İlk üçü (1096, 1147, 1189) Filistin dahil Suriye üzerine odaklandı. Dördüncü haçlı seferi (1204) İstanbul’u hedef aldı. Şehir tahrip ve yağma edildi. Beşinci, altıncı ve yedinci haçlı seferleri (1218, 1244, 1250) doğrudan Mısır’a karşıydı. En sonuncusu (1270) Tunus üzerine yapıldı.

Filistin, özellikle Kudüs, Yahudi, Hıristiyan ve İslam dinlerinde kutsal şehir olarak sayılmaktadır. Haçlı seferlerinin açıklanan amacı, kutsal toprakları, özellikle Kudüs’ü ele geçirmek ve yerli Müslüman nüfusu Latinlerle değiştirmekti. İşgaller sırasında, ele geçen Suriye şehirlerindeki Müslüman nüfusa katliam yapıldı. Bu bölgelere işgal ordularının üyeleri ve onlarla beraber gelen maceracılar, tüccarlar ve yolcular yerleştirildi.

Bu savaşların arkasında başka amiller vardı. 1000 yılları civarında, Avrupa nüfusu artıyordu. İslam dünyasının nüfusu ise düşüşte idi. Avrupa nüfusu yaklaşık 38.5 milyondu. Halbuki İslam topraklarındaki nüfus 12.5 milyonu geçmiyordu. Bazı tarihçiler “Haçlı seferleri, esasında yayılmacı emperyalizmin ilk deneyi idi. Psikolojik katalizör olarak kullanılan din kadar, maddi sebeplerle de motive edilmiştir [19].

Haçlı seferleri döneminde Batı Avrupa’da her sahada, nüfus ve üretimde ilerleme vardı. Kârlardaki artış, sermaye birikimine yol açtı. Bu ticarete iştirak eden herkesi, özellikle İtalyan tüccarları ve banka mensuplarını teşvik etti [20]. Haçlı seferleri, Venedik, Piza ve Cenova gibi Kuzey İtalya’nın büyük deniz şehirlerinin genişlemesi için muazzam fırsatlar sağladı. Ele geçirilen yerler ve bu şehirlere verilen imtiyazlar, İtalyan kolonilerinin Suriye sahil şehirlerinde kurulmasını sağladı [21]. Bu koloniler Haçlı seferleri yönetiminde gelişti. Müslümanlar tekrar bu toprakları ele geçirdikten sonra da varlıklarını devam ettirdiler. Kayda değer bir ithalat ve ihracat yaptılar. Koloniler, bazı Yakın Doğu endüstrilerinin üretim teknolojilerinin transferinde ve İtalya’daki bu endüstrilerinin kuruluşunda yararlı oldular. Sürecin terse döndüğü bir zaman geldi. İtalyan endüstrisinin ürünleri, Yakın Doğu’ya ihraç edilmeye başlandı. Bu, muhtemelen Yakın Doğu üzerinde Haçlı seferlerinin esas kalıcı tesiriydi [22].

İki asır süren Haçlı seferlerine göğüs germe ve onları kovma çabaları yerel ekonomiyi çökertti ve Arap şehir merkezlerini zayıflattı. Bu muazzam görev, sınırlı insan ve ekonomik kaynaklar ile tek başına Suriye tarafından temin edilemeyecek müthiş bir ordu gücü gerektirmekteydi. Eyyubiler ve Memlûklerin yönetimi altında bulunan Suriye ve Mısır’ın birleşmesi ve kurdukları askeri sistem sayesinde, Haçlılar yenildi ve ülkeden kovuldu.

Moğollar

XIII. yüzyılın ortalarında Müslüman dünyası Haçlılarla meşgul iken, Doğu’dan başka bir korkunç istila geldi. Cengiz, göçebe Moğol kabilelerini birleştirdi ve İslam topraklarının doğusuna mahvedici saldırı başlattı. 1220/1221 tarihlerinde Semerkand, Buhara ve Harezm ele geçirildi. Taş üstünde taş bırakılmadı. Moğollar, 1221 senesinde, Amu nehrini geçtiler ve İran’a girdiler. Cengiz, 1227’de öldü. Yüzyılın ortalarında, tüm İslam topraklarını ele geçirmek için yeni bir plan öncekinin torunu Hulagu’ya havale edildi. Bazı Arap kaynaklarına göre, Hulagu, 200,000 kişilik ordu ile harekete geçti [23]. 1258 yılının şubat ayında, Bağdat elle geçirildi. Abbasi Halifesi el-Musta’sım öldürüldü ve halifelik yıkıldı. Bu, İslam medeniyetindeki olağanüstü çağın sonuna işaret etti.

Moğol istilalarının en büyük yıkıcı etkisi nüfus azalmasıydı. Bağdat’ın ve bir çok şehirlerin ele geçirilmesini korkunç katliamlar takip etti. İşgalinden sonra Bağdat’ta katledilenlerin sayısı Arap kaynaklarına göre 800,000 ile 2 milyon arasında değişmektedir. Arap olmayan kaynaklar, daha az sayı vermektedir. Fakat bu sayı da 100,000’i aşmaktadır [24]. Diğer tüm şehirlerde katliamlar oldu. Hiç şüphe yok ki Irak’ın Moğollar tarafından işgali demografik bir felâketti. Başka bir çok şehirler harap oldu. Ülke dışında da kıyımlar gerçekleşti. Tarihçi Reşidüddin, Fırat nehrinin her iki kenarındaki şehirlerin çoğunun mahvedildiğini söyler [25].

İlhanlılar zamanında, Irak nüfusunda genel ve devamlı bir düşüş vardı [26]. Irak nüfusunun azalması ve Moğol işgalinin sonuçları öyle büyük bir felaketti ki Hamdullah al-Kazvinî şunu der: “Hiç şüphe yok ki 1000 yıl ülkenin başına hiçbir kötülük gelmese bile, zararı telafi etmek ve toprakları eski haline döndürmek tamamen mümkün olmayacaktır” [27]. Modern araştırmalar, Bağdat dahil Irak’ın doğusundaki Diyala eyaletinin nüfusunun 800 yılında 870,000 iken, 1258 yılında 60,000’e düştüğünü ortaya koymaktadır.

Bağdat’ın düşüşünden hemen sonra, Moğollar ilerlemeye devam edip Suriye’ye ulaştılar. Planları, yok olma tehlikesindeki Mısır üzerine yönelmekti. Memlûkler, tehlikenin boyutunu fark edip karşı koydular. 1259 senesinde Filistin’de cereyan eden Ayn Calut savaşında, Moğollar kesin bir yenilgiye uğradılar ve akınları kontrol altına alındı. Memlûkler, kademeli olarak Suriye’nin tamamını Hulagu ve haleflerinden aldılar. Bu dönemde Moğollar ve Memlûkler arasındaki son karşılaşma 1304 senesinde vuku buldu. Henüz İslamiyete yeni girmiş olan Gazan Han yenildi. Haçlıların ve Moğolların Suriye’den nihai çıkarılması aynı zamanda başarıldı.

Türkistan’da 1370-1405 yılları arasında hüküm süren Timur, Cengiz’in acımasız ve dünya çapında fetihler gerçekleştirme yolunu takip etti. Bir Müslüman ve seferlerini İslam adına yaptığını iddia etmesine rağmen, İslam dünyasında barbar istilası korkusu saldı. 1400-1401 senelerinde Irak ve Suriye’yi işgal etti. Bağdat, Halep ve Şam yağmalandı. Şam’dan elde edilen ganimetler içinde, Timur’un birlikte Orta Asya’daki başkentine götürdüğü bilginler ve zanaatkarlar vardı. Bu, bölge medeniyetine ilave bir darbeydi.

Uluslararası Ticaretin Kaybı

Altın çağı boyunca, esas İslam topraklarının ekonomisi ticaret ve finansa dayalıydı. Çeşitli menfi faktörlerden etkilenmediği sürece, ekonomi Avrupa’nınki ile rahatlıkla baş edebiliyordu. İslam ekonomisinin refahının temel öğesi uluslararası ticaretti. Batı ve Doğu arasındaki İslam topraklarının stratejik konumu ve askerî güç, XV. yüzyıl sonuna kadar, Müslümanların uluslararası ticaretin lideri olmasını sağladı.

1492 yılında Gırnata’nın düşüşü ve Colombus’un, Osmanlı gücünün yayıldığı İslam topraklarını atlayarak, Hindistan’a başka bir rota bulma gayreti için sefer yapışı, sadece bir tesadüf değildi. Böylece Colombus Yeni Dünya’yı keşfetti ve İspanya yeni keşfedilen dünya üzerinde otorite kurdu. Aynı dönemde, Portekiz de İslam topraklarını atlayarak Doğu’ya ulaşmaya ve oradaki zenginlikleri Lizbon’a getirmeye çalışıyordu. Portekiz, Afrika etrafından bir rota buldu. Hint Okyanusunda neredeyse hiç İslam donanması yoktu. Bu sayede Portekiz, Doğu’daki tüm önemli İslam alışveriş merkezlerini ele geçirebildi ve kolonilerini kurabildi.

Portekiz’in Doğu’daki varlığı, Avrupa ile doğrudan ticaret yapabilmesini ve Müslüman tüccar ve gemilerden vergi toplamasını sağladı. Ancak, Doğu mallarına sahip İslam topraklarının kaynağı Müslümanların ellerindeydi.

Hollanda, İngiltere ve Fransa’nın dünya ticaretinde baskın güçler olarak yükselmesiyle, XVI. yüzyılın sonunda durum değişti. Bu ülkeler sürekli politik istikrara, ekonomik, teknolojik ve bilimsel avantaja sahipti. Her biri, gelişmiş topçuluk ve gemicilik tekniklerine dayanan, dünya çapında ticari imparatorluk kurdu. İlâveten kâr elde etme isteğini gerçekleştirirken tamamen acımasız davrandı.

Yeni Dünya’nın ve Doğu’ya giden yeni rotaların keşfi, sayısız zenginliklerin Avrupa’ya ulaştırılmasını sağladı. Böylece Avrupa altın, gümüş, baharat ve diğer ürünlerle zenginleşti. Avrupa ve İslam toprakları arasındaki gelir dağılımı önemli derecede değişti. Uluslararası ticaretin merkezi, Akdeniz ve Hint okyanusundan, Batlık ve Atlantik’e kaydı.

Ticarete dayanan imparatorlukların yükselişi sömürge sistemini ortaya çıkardı. Bu sistemde, Avrupa, yüksek değerli ürünlerin tedarikçisi oldu. Koloniler veya hükmedilen ülkeler -buna İslam toprakları da dahildi- hammadde üreticisi oldular [28].

Kapitülasyonlar

Merkezî İslam toprakları XIX. yüzyıla kadar Batı’dan Haçlı seferleri gibi askeri saldırılara maruz kalmadı. Fakat müdahale döneminde, ekonomik olarak içeriye nüfuz edildi. Dolaylı yoldan, daha sinsi ve zararlı bir istilaya uğradı. Hatta, Haçlıların Suriye sahillerini işgali sırasında kurulan İtalyan liman şehirleri, Müslümanlar Haçlıları yenip kovduktan sonra da devam etti. Bunlar varlık ve çalışmalarını Memlûkler döneminde Mısır ve Suriye’de ekonomiye zarar verme pahasına devam ettirdiler. Osmanlı sultanları bundan daha zararlı politikalar benimsediler. İstanbul’un 1453’te fethinde hemen sonra, Cenevizlilere ticari imtiyazlar verildi. Müslüman şehirlerde yaşayan yabancı gayrimüslimlere verilen bu imtiyazlar ve dokunulmazlıklar, Kapitülasyonlar olarak bilinmektedir. Kelime, hakimiyet ve bağımsızlıkla zıt olan boyun eğme, teslim ve itaat manasına gelmektedir. Osmanlı sultanları yabancılara tanınan bu imtiyazların imparatorluk ekonomisine fayda sağlayacağını düşünmüşlerdi. 1535’te Fransa diğer önemli tavizlerle birlikte ticari imtiyazlar elde ettiler. İngiliz Doğu Akdeniz Şirketi 1580’de önemli imtiyazlar sağladı [29]. İran’da, güçlü bir hükümdar olan I. Şah Abbas benzer şekilde davrandı. İngiliz Doğu Hindistan Şirketine benzer imtiyazlar verdi. Müslüman hükümdarların bahşettiği bu imtiyazlar, Avrupalıların İslam topraklarındaki ekonomik hayatın büyük bir bölümünü denetimleri altına alma fırsatı sağladı.
[Bu imtiyazları Bizans ve Memluk tanımıştı. Osmanlılar yerinde bıraktı. Sonra da genişletti. Ekonomik gelişme yanında, siyasi hakimiyete yardımcı olur maksadıyla böyle yaptılar. Ama görülen o ki, zamanla silah geri tepmiştir. Baykan Sezer konu hakkında şunları yazmaktadır (Batı Dünya Egemenliği ve Endüstri Devrimi, Ankara, 1997, s.59):"Marco Polo'nun zenginliklerini efsaneleştirdiği Uzak-Doğu ülkelerine ulaşabilmek umuduyla Doğu'nun savunucusu ve Batı soygununa izin vermeyen Osmanlı ile karşılaşmamak için kulağını başının üzerinden göstermeye benzer bir serüvene girişmekten çekinmemiştir. Osmanlı, dünya ticaretinin kendi denetiminin dışına çıktığını görünce (yeryüzündeki ilk Amerika haritalarından biri Pirî Reis haritasıdır. Osmanlı sanıldığınca yeryüzünde olup bitenden bilgisiz değildir) Yakın-Doğu ticaretini canlandırabilmek için yerlerini Doğulu tüccarlarla doldurtamadığı Batılılara, açık deniz ticaretinin çekiciliğini gölgeleyebilmek amacıyla kapitülasyonlar vermeyi kabul etmiştir" Ç.n.]

Osmanlı İmparatorluğunun gücünün zayıflamasıyla, kapitülasyonlar kuvvetlendirildi. Yabancılara kendi konsolosluk mahkemeleri kurma ve Hıristiyanların kutsal yerlerini koruma hakkı gibi ticari olmayan imtiyazlar verilmek üzere genişletildi. Doğu Akdeniz’de, Fransa’ya tüm yerli Katolikleri himaye hakkı sağlandı. Rusya ve Britanya diğer mezheplere ait olan yerli nüfus üzerinde benzer haklar iddia etti.

XIX. yüzyıl, Britanya’nın önderlik ettiği Avrupa emperyalizminin yükselişine şahit oldu. İngiliz ürünleri Osmanlı İmparatorluğunu istila etmesine rağmen, henüz hükümet üzerinde güçlü baskı kuramıyor, devlet tekeli sistemini ilgaya zorlayamıyordu. 1838 tarihinde Türk-İngiliz anlaşması imzalanmasıyla, İngiliz ve Avrupalı güçlere İmparatorlukta sadece %3 gümrük vergisi karşılığında ticaret yapma hakkı verildi [30]. Ticari Kanunname olarak bilinen bu anlaşma, Osmanlı hükümetini, devlet tekellerinden elde ettiği gelirlerden mahrum bıraktı. Yabancı ekonomik egemenliğine kapı açtı. Daha ucuz olan Avrupa ürünleri pazarları istila etti. Yerel endüstriler (küçük sanayi tezgahları) adeta yok oldular. Osmanlı ekonomisi Avrupa ile olan ilişkilerinde onların uydusu durumuna düştü. Avrupa’ya sağladığı hammadde işlendikten sonra, geri dönüp, İmparatorlukta satıldı [31].
[Devlet tekeli: Tuz gibi bazı malların alım ve satımının bizzat devlet eliyle yürütülmesidir. Ç.n.]

Modernleşmeyi Engelleyen Batı’nın Askeri Müdahalesi [32]

XIX. asırda, bazı Müslüman hükümdarlar, ülkelerinin ekonomik olarak güçsüzlüğünün farkına vardılar. Reform yapıp modernleşme başlatmanın acil ihtiyaç olduğunu anladılar. Bu girişimler Osmanlı İmparatorluğu’nda, Mısır’da, Tunus’ta vuku buldu. Bu devletlerin hepsi Avrupa güçleri tarafından yapılan doğrudan veya dolaylı müdahaleler ile engellendiler.

Kavalalı Mehmed Ali Paşa hikayesi, Batılı güçlerin yaptığı doğrudan askeri müdahalelerin Müslüman yöneticilerin modernleşme çabalarına engel olmasına bir örnektir. Brockelmann [33] tarafından modern İslam tarihinin en önemli şahsiyetlerinden biri olarak nitelendirdiği Mehmet Ali Paşa 1805 senesinde Mısır’da iktidara geçti. Avrupa gücünün temeli neredeyse, oradan işe başladı. Böylece hayatını modernleşmeye ve Mısır ekonomisini inşa etmeye harcadı. Askeri gücün silahlı asker sayısına veya ithal edilmiş askeri teçhizat miktarına bağlı olmayıp, üretim araçlarının varlık ve kontrolüne, ayrıca Avrupa’ya muhtaç olmamaya bağlı bulunduğunun farkına vardı. Bu sebeple, yoğun bir modernleşme ve sanayileşme programına girişti.

Mehmed Ali Paşa, Memlûk askerî sistemini kaldırıp, yerine Mısırlı köylü çocuklarından oluşan, yaklaşık 180,000 kişilik modern bir ordu kurmakla başladı. İktâ (dirlik) sisteminin kaldırılması, tarımsal alanların mirî mal olarak kalmasının sağlamlaştırılması ve bunların köylülere tahsis edilmesi gibi konuları içeren bir toprak reformu ortaya koydu. Tarımı destekledi. Reformlarında çok ihtiyaç duyulan yabancı paranın elde edilmesi için, ihracat yapılacak ürün olarak pamuk ekimini Mısır’a soktu. Dış ticareti devlet tekelinde yaptı. Batılı güçler tarafından Osmanlı İmparatorluğuna empoze edilen Ticari Kanunname’nin yürürlüğe konmasını reddetti. Çünkü, bunun Mısır ekonomisini yok edeceğine inanıyordu.

Mehmed Ali Paşa, ülke genelinde ve kara ve deniz kuvvetlerinde ihtiyaç duyulan ürünlerin üretimi için çok sayıda endüstriyel fabrikalar kurdu. Bunlar tekstil, giyim, kağıt, boya, şeker, kimyasal ürünler, deri, cam, makine parçaları, pompa, silah, mühimmat ve bir çok diğer ürünlerdir. Hatta İskenderiye’de deniz araçları imal etti. Sanayideki işçilerin sayısı yaklaşık olarak 400,000’e ulaştı. Avrupa’daki fabrikalarda eğitilmek üzere işçiler gönderdi ve bazı endüstriler için yabancı mühendisler kiraladı. Her yıl Avrupa eğitim görmek ve uzmanlaşmak için Mısırlı öğrenciler gönderildi. İlk olarak, Mısır’da tıp, veterinerlik, mühendislik, lisan, bürokrasi, piyade, topçu okulları gibi bir çok modern okullar yapıldı. Bu okullardaki öğrenci sayısı 10,000’e ulaştı. Bu öğrencilere konaklama, yiyecek ve burs imkanları sağlandı. Amaç, modern hükümeti ve ekonomiyi sevk ve idare edecek kadrolar oluşturmak, orduya ihtiyaç duyduğu eğitimli insan gücünü sağlamaktı.

Mehmed Ali Paşa Mısır, Suriye, Hicaz ve Sudan’ı içine alan birleşik bir Arap devleti kurdu. İslam tarihinde görüleceği üzere Mısır ve Suriye, bilhassa Suriye öteden beri çok büyük önemi haizdi.

Batılı esas güçler gittikçe kaygılandılar. Kendi çıkarlarına karşı duran, yükselmekte olan bu İslamî güç tehdidiyle alarma geçtiler. Bilhassa İngiltere, Mehmed Ali Paşa’yı kendi menfaatlerine karşı çok büyük bir tehdit olarak gördü. İngiliz dışişleri bakanı Palmerston, resmi bir yazıda Fransa’daki büyükelçisine şöyle yazmıştır: “Bir barbardan başka bir şey olmayan Mehmed Ali’den nefret ediyorum. Onun en büyük tiran ve zalim olduğuna inanıyorum”. İngiltere, Hindistan ve Doğu’ya giden rotasında bir tehdit olarak gördüğü Mehmed Ali Paşa’nın gücünün, Kızıl Deniz’in tüm doğu ve Arabistan’ın güney sahillerine yayılmasıyla ciddi olarak telaşa kapıldı. Tüm Batılı süper güçler, O’nun ekonomik politikaları ve artan gücünü kendi menfaatlerine ve İslam topraklarındaki pazarlarına karşı bir tehdit olarak gördüler.

İngiltere, Avrupa’nın beş büyük gücü olan Fransa, Prusya, Avusturya ve Rusya’yı Mehmed Ali Paşa’yı Suriye’den çıkarmak ve gücünü kırmak için ittifak yapmak üzere örgütlemeye girişti. Bu güçlerin çatışan çıkarlara sahip olmalarına rağmen, yine de bu durumda Mehmed Ali Paşa’ya karşı birleşmekte hemfikir oldular. 1840 senesinde, İngiltere tarafından yönetilen müttefik donanması Paşa’nın oğlu İbrahim’e saldırmak için Suriye sahiline toplandılar. Halk arasındaki dini farklılıklardan istifade ederek yerel ayaklanma başlattılar ve sonra Beyrut’a çıktılar. İbrahim Paşa, geri çekilmeye mecbur kaldı. Sonra, Akkâ kuşatıldı, bombardıman edildi ve ele geçirildi. Bunu, İskenderiye’nin kuşatması takip etti. Mehmed Ali Paşa yenileceğinin farkına vardı. Müttefiki olan Fransızlar onu terk etti ve Avrupalı güçlerle yalnız savaşamadı.

1841 yılında yapılan Londra Antlaşması hükümleri gereğince, Mehmed Ali Paşa Suriye ve Hicaz’dan çıkmak zorunda kaldı. Askeri gücünü 180,000’den (bazı raporlara göre 250,000’den) sadece 18,000’e indirmek ; ayrıca Osmanlı İmparatorluğu ile yabancı güçler arasında yapılan, Ticari Kanunname dahil, antlaşmaların geçerliliğini kabul etmek zorunda kaldı [34].

Osmanlı İmparatorluğunun Yükselişi ve Gerilemesi

Aşırı Genişleme, Sürekli Yapılan Haçlı Seferleri ve Kültürel Engelin Üstesinden Gelme

Osmanlılar yükselişte iken, imparatorluğa eklenen yeni yerlerde ekonomik faaliyetleri desteklemeye her zaman istekliydi. Yeni şehirlerde, tüm ticaret ve zanaatlar, askeri kuvvete önemli bir destek olarak kuruldular [35]. XVI. yüzyıl boyunca, Osmanlılar üstün askeri güce sahiptiler. Ağır silahlarına ve teçhizatlarına karşı konulamazdı [36]. Osmanlı ve İslam medeniyeti genel olarak, bilim ve teknolojide büyük bir ilerleme veya bir devrim olmaksızın artık ilerlenemeyecek noktaya ulaşana kadar yalnız başına gelişti. Osmanlılar barut teknolojisinde önde oldukları sürece büyük bir güç idiler. Barut teknolojisi, İslam medeniyeti tarafından XIII. yüzyıldan XVI. yüzyılın sonuna kadar geliştirildi. Bu teknolojide önemli hiçbir şey Batı’dan alınmadı. Şunu rahatça söyleyebiliriz ki, genellikle, XVI. yüzyılda İslam teknolojisi, devrinde bilinen en üst seviyeyi temsil etmektedir. Bu, İstanbul’da XVI. yüzyılın sonlarında yıldızı parlayan Takiyüddin’in makine mühendisliği alanındaki kitaplarında görülür. Kendisi, ayrıca, İslam dünyasındaki son müstakil örneklerinden biri olan gelişmiş rasathaneyi İstanbul’da kurdu. Aynı asırda, Suriye’deki bir İngiliz gezgin İngiltere’deki insanların, neden Türklerin Batı’daki insanlardan üstün oldukları fikrinin etkisi altında kaldıklarını araştırıyordu [37].

XVI. yüzyıldan hemen sonra gelen düşüşü ve Batı’nın Osmanlı’ya yetişip ona üstünlük sağlamasını nasıl açıklayabiliriz? Yukarıda, Osmanlı İmparatorluğu’nda olduğu gibi, İslam ülkelerindeki düşüşe neden olan, başta kapitülasyonlar olmak üzere, muhtelif faktörler verdik.

Osmanlılar XVI. yüzyıldan sonra askeri teknolojideki üstünlüklerini kaybetti. Ekonomi, bilim ve teknolojileri, ortaçağ standartlarının ötesine gidemedi. Avrupa’da ise bir şeyler önemli derecede değişmeye başladı. XVI. ve XVII. yüzyıllar, Avrupa ekonomisinin büyük ölçüde parlamasına şahitlik etti. Coğrafi keşifler, Yeni Dünya, Hindistan ve Uzak Doğu ile yeni bulunan ticaret yollarından Avrupa’ya büyük zenginlikler getirdi. Diğer dahili faktörler, yerel ticaret ve endüstrinin ekonomik ilerlemesini destekliyordu. Avrupa topraklarının verimliliği ve nüfus büyümesi, bu ekonomik büyümenin arkasındaki faktörlerdendir.

XIX. yüzyılın ortalarında Osmanlı İmparatorluğu’nun nüfusu sadece 17 milyondu [38]. Nüfusun 5 milyondan fazlası Avrupa’da, 6 milyonu Anadolu ve İstanbul’da, 2-3 milyonu Mısır’da, yaklaşık 1’er milyonu Suriye ve Irak’ta, ve 2-3 milyonu Kuzey Afrika’dadır. Aynı dönemde, Batı Avrupa’nın nüfusu ise yaklaşık 190 milyondur ki bu Osmanlı İmparatorluğu’nun nüfusunun 11 katından daha fazladır [39]. Rusya ve Doğu Avrupa ile toplam nüfus 274 milyondu ve bu Osmanlının nüfusunun 16 katından fazlaydı. Müteakip Batı Avrupa ülkelerinin her biri Osmanlı İmparatorluğu’nun nüfusundan büyüktü: Büyük Britanya (28.9 milyon), Fransa (36.5), İspanya ve Portekiz (19.7), İtalya (23.9), Almanya (31.7) ve Avusturya-Macaristan (31.3).

Avrupa’nın artan zenginliği ve gücü karşısında, Osmanlı İmparatorluğu hızını kaybetti ve içine kapandı. Osmanlı ordusu, iyi yönetilmesine rağmen; uzun sınır boylarını, muazzam insan ve para maliyeti olmaksızın koruyamadı. İspanya, Hollanda ve İngiltere’den farklı olarak, Osmanlı İmparatorluğu ekonomik gelişmeden fazla pay elde edemedi. XVI. yüzyılın ikinci yarısına kadar, Orta Avrupa’ya yerleşmiş büyük bir ordu, Akdeniz’de masraflı bir operasyon, İran’a karşı yerleşmiş birlikler, Kuzey Afrika, Ege, Kıbrıs ve Kızıldeniz’de birlikler, yükselen Rus gücüne karşı Kırım’ı tutmak için gereken takviye kuvvetler ile İmparatorluk ümit verici genişleme sinyalleri gösteriyordu [40].

Düşüşteki önemli bir unsur, Avrupa ile Osmanlılar arasındaki kültürel bariyerdi. Bu, bilim ve teknoloji alanında gerçekleşen yenilikleri, İmparatorluktan uzak tuttu. Ayrıca, Haçlı seferlerinin bir devamı olarak algılanan ve İmparatorluğun enerjisini bitiren düşmanca ilişkilere sebep oldu.

Gelişmişlik düzeyleri arasındaki aralık artmaya devam etti. Osmanlılar, XIX. yüzyılda modernleşme ihtiyacının farkına vardıklarında, reformları geciktiren o kadar fazla engel yoktu. Ancak Batılı güçler tarafından oluşturulan karşı güçler vardı.

İslam Bilimi’nin Geleceği

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, çoğu İslam toprakları bir kez daha bağımsız oldu. Fakat uzun süren sömürgeci kuralların izleri devam etti. İslam ve Arap ülkelerinin daha küçük ülkelere bölünmesinde, Filistin’e uygulanan zulüm ve baskıda, Irak’ın yıkıcı istilasında, Batı ve İslam arasındaki kültürel bariyerin güçlenmesi ve İslam imajını çarpıtmak için sürdürülen faaliyetlerde, mezhebî ve etnik kavgalarda, bazı ülkelerdeki mahvedici iç savaşlarda, yabancı güçlerin ekonomik ve politik hakimiyetinde ve yüksek öğretimde ulusal dilden ziyade yabancı dilin kullanılması örneğindeki kültürel hakimiyette, hep bu izleri görebiliriz.

Fakat İslam diyarının karşı karşıya olduğu tüm bu zorluklara ve engellere rağmen, gelecek ümit vaat etmektedir. Bu topraklar bilinen en zengin medeniyetlerden bazılarının beşiğidir. Bilim, Nil Vadisi’nde, Suriye’de ve Mezopotamya’da meydana çıktı. Hiç sekteye uğramadan binlerce yıl devam etti, İslam çağında zirveye ulaştı. Ardı arkası kesilmeden akmaya devam etti. Günümüzdeki geniş aralık, 200 yıldan az bir zaman önce, endüstri devrimiyle başladı. Bu yüzden, bölge insanının özünde mevcut olan kültürel gelenekler, Müslüman dünyasının medenileşmesi için sağlam bir temel teşkil eder. Üstelik, binlerce yılın mirası el sanatları ve endüstriyel yetenekler mevcuttur. Bu ırsî yetenekler, bazı Müslüman ülkelerin istiklal mücadelesinde, İkinci Dünya Savaşı sonrasında sanayileşmeye başlamasında ve bütün Müslüman şehirlerde binlerce atölye ve fabrikalar kurulmasında önemini ispatladı. Hatta en küçük makine atölyesindeki ustalar, en hassas modern makineleri, ithal edilen veya taklit edilen versiyonlarından hiçbir yönden aşağı olmayacak şekilde, üretebildiler.

Modern bilim ve teknolojiye baktığımızda, gelecekten umutlu olmamıza yardım edecek bu tarihi dersleri kendimize hatırlatmalıyız. Çünkü tarih gösteriyor ki herhangi bir kültüre mensup herhangi bir insan tarafından geliştirilemeyecek bilimsel veya teknolojik herhangi bir husus yoktur. Hemen hemen hiçbir toplum bütünüyle düşman değildir. Kültürler tamamıyla birbirine muhalif değildir. Aksine çağlar boyunca büyük insan toplulukları, ortak bilgi ve teknik mirasa önemli katkı yaptılar. Bunlar arasında en başta gelen İslam dünyasında yaşayan insanlardır.

Bilim ve teknolojinin içeriğinin kültürel bariyerler taşımadığının bir kez daha farkına varmakla bir diğer tarihi derse ulaştık. Doğruluğu ispatlanmış bir husustur ki, şimdi olduğu gibi geçmişte de bilim ve bilginler, çeşitli dilleri konuşan geniş topluluklar içinde gelişir. Zengin bölgeler, fakir bölgelerden daha avantajlıdır. Tarih boyunca bilim, yalnızca bir imparatorluğun veya milletin güçlü ve zengin olduğunda gerçekten ilerlemiştir. Çünkü bilimin, refahın sağladığı altyapıya ihtiyacı vardır. Bu ise İslam tarihinde fazlasıyla ispatlanmıştır.

İslam dünyası insan kaynakları bakımından zengindir. Petrol ve diğer doğal kaynaklar boldur. Bu bir şanstır. Çünkü İslam memleketlerinde bilimin geleceği bu ikisinin kombinasyonunun başarılı bir şekilde kullanılmasına dayanır. Bir toplum içinde tüm alanlarda gelişme sağlamak, önemli derecede bilimsel hacme bağlıdır. Bu da nüfus ve gayri safi milli hasılanın büyüklüğüyle doğru orantılıdır.

Petrol zengini ülkeler tek tek ele alındığında küçüktür. Her biri kendi kendilerine uygun bir bilim ve teknoloji ortamı veya bağımsız endüstriyel ekonomi oluşturamazlar. Benzer şekilde, insan kaynaklarına sahip bu Müslüman ülkeler bilim ve teknolojinin gelişmesi ve aslında kendi gelişmeleri için gerekli sermayeden mahrumdur. Çoğu İslam devletlerinin bilim ve teknolojinin gelecek için önemini fark etmesine, bazılarının da bu yolda kayda değer başarılar elde etmesine rağmen, zengin-fakir tüm Müslüman ülkelerdeki ilerleme, ekonomik işbirliği ve bölgesel temele dayalı entegrasyonun büyüklüğüne bağlıdır.


Referans ve notlar

[1] Bu makale the Epilogue to Science and Technology in Islam, UNESCO, 2001 (editör Ahmed Y. el-Hassan, yardımcı editörler Makbul Ahmed and Albert Zeki İskender) Bölüm II’nin yeniden gözden geçirilmiş halidir. Makalenin ilk versiyon Islam and the Challenge of Modernity (editör Şerif Şifa El-Attas, Kuala Lumpur, 1996)’nin 351-389 sayfalarında yayınlandı. Yazarın bu konu üzerinde yayınlanmış makaleleri: “Science and the Islamic World”, Science and the Factors of Inequality (editör Charles Moraze), UNESCO, 1979, s. 214-225; “Science and Technology in Islam”, Cultures, Cild. VII, No. 4, UNESCO, 1980, s. 89-89; “Some Obstacles Hindering the Advance of Science and Technology in the Arab Countries”, The Islamic World and Japan, Tokyo, 1981; “L’Islam et la science”, La Recherche, Paris, 1982, ve “An illustrated history”, the Epilogue to Islamic Technology, Ahmed Y. al-Hassan ve Donald Hill, UNESCO ve CUP, 1986.

[2] Özellikle “Science and Technology in Islam”, Bölüm I ve II, Cild IV “The Different Aspects of Islamic Culture”, editör Ahmad Y. al-Hassan ve yardımcı editörler Maqbul Ahmad ve Albert Zaki Iskander, UNESCO, 2001.

[3] . İbni Haldun, el-Mukaddime, beşinci ofset baskı, Beyrut, 1984 (Arapça basım).

[4]. İbni Haldun, a.g.e., s. 403.

[5] İbni Haldun, a.g.e., s. 403.

[6] İbni Haldun, a.g.e., s. 434.

[7] İbni Haldun, a.g.e., s. 481.

[8] J. D. Bernal, Science in History, Penguin Books, Harmondsworth, 1969, I, s. 47.

[9] Aydin Sayılı, The Observatory in Islam, New York, Arno Press, 1981, s. 410.

[10] Aydın Sayılı, a.g.e., s. 408.

[11]. E. G. Browne, Literary History of Persia, 1, 1908, s. 286; bakınız G. Sarton, Introduction to the History of Science, New York, Krieger, 1975, I, s. 626.

[12] G. Sarton, a.g.e., I, s. 28-29.

[13] De Lacy O'Leary, How Greek Science Passed to the Arabs, London, Routledge & Kegan Paul, 1980, s. 168-169.

[14] Sayili, a.g.e., s. 414-415.

[15] George Makdisi, “On the Origin and Development of the College”, Islam and the West, Articles in Islam and the Medieval West, editör Khalil I. Semaan, New York, 1980, s. 26-49.

[16] Nikki R. Keddie, “Socioeconomic Change in the Middle East since 1800: A Comparative Analysis”, Bölüm 24, The Islamic Middle East, editör A. L. Udovitch, Princeton, The Darwin Press, 1981, s.762.

[17] E. Ashtor, A Social and Economic History of the Near East in the Middle Ages, London, 1976.

[18] Paul Kennedy, The Rise and Fall of the Great Powers, Fontana Press, London, 1988, s. 21.

[19] Bernard Lewis, The Arabs in History, London, 1977, p. 150.

[20] Jacques Bernard, “Trade and Finance in the Middle Ages 900-1500”, makale 7, The Fontana Economic History of Europe — The Middle Ages, editör Carlo Cipolla, Collins/Fontana, London, 1977, s. 274-275.

[21] Jacques Bernard, a.g.e., s. 292.

[22] Bernard Lewis, The Arabs..., a.g.e., s. 153.

[23] İbni Kesir, al-Bidāye ve-l-nihāye, Beyrut, 1982, Arapça baskı, XIII, s.200.

[24] Abdülaziz el-Duri, “Bağdat”, Encyclopaedia of Islam, I, s. 902.

[25] Son Irak işgali ve yıkımı 13.üncü yüzyıldaki Moğol istilasını anımsatmaktadır, lakin daha feci neticeler ile.

[26] Ashtor, A Social and Economic History..., a.g.e., s. 253.

[27]. El-Kazvīnī, Hamdüllah, Nuzhat al Qnlub‘in Coğrafi kısmı, Miladi 1340 tarihinde yazıldı, iki cild halinde basıldı: 1. Metin editör Guy le Strange. 2. İngilizce tercümesi le Strange, Leiden, Brill, 1915, s.34.

[28] Ira M. Lapidus, A History of Islamic Societies, Cambridge, 1991, s. 267-275.

[29] William McNeil, The Rise of the West, Chicago, 1963, s. 614.

[30] P. Mansfield, A History of the Middle East, London, Viking, 1991, s. 57.

[31] B.S. Turner, Weber and Islam, London, Routledge & Kegan Paul, 1978, s. 133.

[32] Bu makale Irak'ın trajik işgalinden yıllarca önce yazıldı. Tarih bir kez daha tekerrür etti. Yazarın bu husustaki tezi böylece kesin olarak doğrulandı.

[33] C. Brockelmann, History of the Islamic Peoples, İngilizce tercüme, London, Routledge & Kegan Paul, 1980, c. 347.

[34]. Mehmed Ali Paşa’nın başarılarına iyi bir örnek W. R. Polk tarafından verilmiştir, The Arab World Today, Harvard, 1991, s. 73-81. Avrupa koalisyonu Mehmed Ali Paşa’ya karşı oluşu birçok tarih kitaplarında zikredilmiştir. Bunların arasında şunlar vardır: Polk, ag.e., Brockelmann, History..., a.g.e., ve Mansfield, A History..., a.g.e.

[35] Halil İnalcik, “The Ottoman Economic Mind and Aspects of the Ottoman Economy”, Studies in the Economic History of the Middle East, editör M. A. Cook, Oxford, 1970, s. 207-218.

[36] John Francis Guilmartin Jr., Gunpowder and Galleys, Cambridge, 1974, s. 255.

[37] Henry Maundrell, A Journey from Aleppo to Jerusalem, Beyrut, Hayat, 1963, s.196.

[38] Charles Issawi, “The Area and Population of the Arab Empire”, The Islamic Middle East, editör A. L. Udovitch, s. 389-390.

[39] Elias Tuma, European Economic History, Palo Alto, 1971, s.202.

[40] Paul Kennedy, The Rise..., a.g.e., s. 13.

4 Temmuz 2008 Cuma

Türkiye’de Modern Bilimlerin Öncülerinden: Başhoca İshak Efendi


Osmanlı Devleti, hasta adam olarak nitelendirildiği dönemde bile, sanılanın aksine, Batı’daki bilimsel aktiviteleri yakından takip etmekte ve onları eğitim müfredatına almaktaydı. Avrupa, zengin kaynakları karşılıksız elde ettikten sonra, kurulan akademilere geniş maddi imkânlar sağlama fırsatı yakaladı. Bu ise, yoğun bir tercüme hareketiyle aldıkları İslam biliminin ilerletilip bilimsel alanda ciddi bir atılım yapılmasına yol açtı. Aynı dönemde Osmanlı ise kaynak darlığıyla ve bölgedeki huzursuzluklarla baş etmekteydi. Böyle bir dönemde Dünyadaki bilimsel çalışmaların takip edildiğine güzel bir örnek olarak İshak Efendi göze çarpmaktadır. Faik Reşit Unat Başhoca İshak Efendi adlı makalesinde şunları yazmaktadır: "Mühendishane Başhocalarından İshak Efendi'nin ilim hayatımızdaki yeri ve özellikle memleketimizde müsbet bilimlerin yayılmasında oynadığı öncü rolünün önemi, herhangi bir suretle tartışılması söz konusu olamıyacak bir gerçek olarak bilinmektedir." (Belleten, Cilt XXVIII, Sayı 109, 1964). Prof. Dr. Ekmeleddin İhsanoğlu'nun Başhoca İshak Efendi: Türkiye’de modern bilimin öncüsü eserinden iktibaslar ile ona ve yaptıklarına yakından bakalım:

(Bu yağlı boya portresini astronom ve ressamlarımızdan Ahmed Ziyâ (Atacan) Bey (1875-1938) yapmıştır. Bu tablonun orjinali Kandilli Rasathanesindedir. Ahmet Ziyâ Bey bu tablosunda esinlendiği resmin orjinal halinin nerede olduğu bilinmemektedir. Ancak İshak Efendi zamanında yapılmış olduğu tahmin edilmektedir. İlk defa 1912 de Tarih Profesörü Mehmet Arif Bey (1873-1919) tarafından yayınlanmıştır. )

Batı’da gelişen modern bilimin Osmanlı Devletine girişini sağlayan bilim adamları arasında en önemli simalardan birisi de İshak Efendi’dir. İshak Efendi’nin gerçekleştirdiği geniş ve hızlı tercüme hareketi, Mühendishâne-i Berrî-i Hümâyûn’un eğitim sistemine getirdiği yenilik ve düzenlemenin, Tanzimat öncesi Osmanlı bilim ve eğitim hayatında görülen önemli değişikliklerden sayıldığı gibi Tanzimat dönemindeki köklü değişikliklerin temelini teşkil ettiği ileri sürülebilir. [Sayfa 1]

Mühendishâne’deki eğitiminden önceki hayatı hakkında kesin malumat bulunmamakla birlikte, İshak Efendi’nin Yanya’nın Narda kasabasında doğduğu ve Musevi bir aileye sahip olduğu söylenmektedir. İbranice’yi aile muhitinde, Yunanca’yı doğduğu kasabada öğrenmiştir. Türkçe, Arapça ve Farsça bilmesi de onun İslamiyeti kabulünden sonra medrese tahsili veya benzer bir tahsilden geçtiğini ve İslamiyeti genç yaşta iken kabul ettiğini gösterir.

Mühendishâne’de, mantık dersinde İsagoci kitabını okutması batı dillerinden yaptığı terminoloji aktarmalarında türettiği Arapça menşeli Osmanlıca yeni terimlerin türetiliş şekilleri ve bu terimlerin Arap dili bakımından özellikleri kendisinin Arap filolojisine ileri derecede vâkıf olduğunu ve iyi bir medrese tahsili gördüğünü gösterir. [Sayfa 8]

İshak Efendi Mühendishâne’deki talebeliği esnasında zekası, bilgisi ve çalışkanlığıyla Başhoca Hüseyin Rıfkı Tamanî’nin dikkatini çekmiş ki, Tamanî 1816’da Medine’deki mübarek binaların tamiri ile görevlendirildiğinde, onu yardımcı olarak maiyetinde götürür. [Sayfa 9]

Daha talebe iken matematik ve mühendislik sahasında sahip olduğu derin bilgi İshak Efendi’ye büyük şöhret kazandırmıştır. Talebe iken Medine’ye gönderildiği, dışarıdan bazı kimselerin ondan ders almak için geldikleri ve ayrıca Mühendishâne-i Bahrî ve Berrî-i Hümâyûn’da eğitim usullerinin düzeltilmesi için ona müracaat edildiği görülmektedir.

İshak Efendi’nin ilmi çalışmaları yanında mühendislikte de başarılı olduğunu belirten Esad Efendi “Mühendishâne’de veya Tophane’de tamir veya silah konusunda halledilmesi gerekli bir husus ortaya çıksa, bunun hakkında bir iki saat içinde bir risale yazıp meseleyi açıklığa kavuştururdu”.

İshak Efendi’nin kişilik olarak, çok çalışkan ve vaktini hiçbir zaman boşa geçirmeyen bir kimse olduğu, onun mesirelerde bile koynunda taşıdığı Kur’an-ı Kerim’i üç ay gibi kısa bir zamanda ezberlemesinden, hatta geceleri uyumadan önce oğlu Sami Efendi’ye Fransızca Tarih okutturmasından açıkça anlaşılmaktadır. [Sayfa 27]

Tercüme ve adaptasyon yolu ile Avrupa kaynaklarından kısa sürede hazırladığı kitaplar, gerek padişahın şahsından gerek diğer Osmanlı resmî makamlarından büyük ilgi ve destek görmüştür. 1831-35 tarihleri arasında Mühendishâne’ye başhocalık yapan İshak Efendi’nin eserleri arasında Mecmua-i Ulûm-i Riyâziye adlı dört ciltlik eserinin özel bir yeri olduğu muhakkaktır. Basımında önce İshak Efendi tarafından I. cildi Sultan II. Mahmud’a takdim edilmiştir.

Kaymakam Paşa (Sadrazam vekili), Sultan II. Mahmud’a sunduğu telhiste, İshak Efendi’nin Avrupa dillerindeki kitaplardan 4 ciltlik Mecmua-i Ulûm-i Riyâziye isimli bir eser telif ettiğini ve bir arzuhal ile 1. cildini padişaha sunduğunu, kitabın padişah tarafından incelenmesini ve İshak Efendi’nin nezareti altında kitabın basılmasını ve dağıtılması hususunda emir ve ferman buyurulmasını istemektedir. [Sayfa 50]

Kaymakam Paşa’ya Sultan II. Mahmud’un kendi eliyle yazmış olduğu ve kanaatini ifade eden hatt-ı hümâyûnu:
“Kaymakam Paşa
İşbu takririn ve mumaileyh [kendisine işaret edilen, evvelce geçen] İshak Efendi’nin arzı ile takdim eylediği kitap manzûr ve malum-ı hümâyûnum olmuştur. Vakıa mumaileyh sair mevcudlarına nazaran bu fende hünerlice adamdır. Tâziyane-i şevkini mucib olmak için atiyye-i hümâyûnumuz olarak bin rub’iyye [300 gr altın] tarafına gönderilmiştir. Mumaileyhe viresin ve tıbkı istidası üzere kendü nezaretiyle tab ve temsil ettirilmek ve hitamında dört cildin birer aynını taraf-ı hümâyûnumuza arz ve takdim olunmak üzere icrasına mübaderet olunsun.”

Mecmua-i Ulûm-i Riyâziye’nin matematik, fizik, kimya, astronomi, biyoloji, botanik, zooloji, mineraloji gibi konuların Türkçe basılı metinlerini bir arada sunan ilk eser olması açısından Türk Bilim Tarihinde önemli bir yer işgal ettiği muhakkaktır. [Sayfa 46]

Mecmua-i Ulûm-i Riyâziye’nin 1247 (1831) de basılan ilk cildi Aritmetik (İlm-i hesab), Cebir (İlm-i cebir) ve Geometri (İlm-i hendese) konularını kapsamaktadır. II. cildi düzlemsel trigonometri, cebir kaidelerinin geometriye tatbiki ve geometri problemlerinin cebir yoluyla çözümü, bir yerin haritasının çıkarılması (kartograyfa), kale istihakmında gerekli trigonometrik hesaplar, yüksek geometri olarak adlandırılan elips, parabol ve hiperbol gibi koni kesitlerine, bunların özelliklerine, belirsiz denklemlerin geometrik konumlarının bulunmasına, irrasyonel eğri çeşitlerine, diferansiyel ve integral hesaplamalarına ayrılmıştır. III. cildi tamamıyla fiziğe ait konulara (hız, hareket, katı cisimlerin mekaniği, sıvıların mekaniği, gaz mekaniği, optik) ayrılmıştır. IV. cildi ısı, elektrik, küresel trigonometri, astronomi, biyoloji, akustik, botanik, zooloji, anatomi, mineraloji, jeoloji, ve kimyaya ait bölümleri ihtiva etmektedir. [Sayfa 55-61]
Kaynak: Ekmeleddin İhsanoğlu, Başhoca İshak Efendi: Türkiye’de modern bilimin öncüsü, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1989


İshak Efendi'nin eserlerinin değeri sadece bilim adamları tarafından değil devrin diğer bilginleri tarafından da bilinmekteydi. Meşhur Osmanlı hukukçularından Ahmet Cevdet Paşa, Mühendishâne-i Berrî-i Hümâyûn'dan bir hoca'dan modern matematik üzerine ders almakta ve bu hoca ile birlikte mühendislik dergileri ve İshak Efendi'nin matematik üzerine yazmış olduğu eserleri okumakta idi. [Richard L. Chambers, "The Education of a Nineteenth-Century Ottoman Alim, Ahmed Cevdet Pasa", International Journal of Middle East Studies, vol. 4, no. 4, 1973, sayfa 455]

17 Haziran 2008 Salı

"Modernizmin İslam Dünyasına Girişi"

Modernizm hareketi denildiğinde ilk akla gelen yerlerden biri Mısır'dır. Tarihe baktığımızda modernizm hareketine öncülük etmiş şahısların önde gelenleri buradan çıkmış ve modernizm fikirleri İslam dünyasına Mısır'dan yayılmıştır. Bu sebeple, Mısırlı bir yazardan modernizmin tarihini okumak daha bir önem kazanmaktadır. Prof. Dr. Muhammed Hüseyn'in orjinal ismi el-İslam ve'l-Hadâratü'l-garbiyye olan ve Modernizmin İslam Dünyasına Girişi adıyla Türkçeye tercüme edilen eserinden iktibaslar:

Rifaa Tahtavi ve Hayreddin Tunûsî

Yazara göre Mısır'da modernizm rüzgarlarının esmeye başlaması, Kavalalı Mehmed Ali Paşa yönetimindeki Mısır'ın avrupanın fen ve tekniğini almaya başladığı zamana dayanmaktadır. Mehmed Ali Paşa hedefini gerçekleştirmek için ülkesine yabancı uzmanları getirtti ve yabancı ülkelere tahsil için öğrenciler gönderdi. Mısır'a gelen yabancı uzmanlar beraberinde ailelerini, okullarını ve hastahanelerini de getirdiler. Yazar bu olayı şu şekilde ele almaktadır: Mısırlılarla bu yabancıların birlikte yaşaması, Mısırlılar'ın düşünce yapıları için açık bir tehlikeydi. Benzer tehlike avrupaya tahsil için gönderilen öğrenciler içinde geçerliydi. Bu öğrencilerin avrupadayken veya döndükten sonra yazdıkları eserlerde avrupaî düşünce ve hareketlerden ne derece etkilendikleri anlaşılır. Buna örnek olarak o dönemden 1826-1831 yıllarında Paris'te bulunan Rifaa Tahtavi ve 1852-1856 yıllarında yine Paris'te kalan Hayreddin Tunûsî gösterilebilir [sayfa 17].

Bu ikisi avrupadan elde ettikleri tohumları çok hızlı ve aceleci bir şekilde İslam dünyasına ekmişlerdir [sayfa 18]. Fikirlerinde batıya yaranmanın ve kör taklidin eserleri okunmaktadır. Yazar eserinde Tahtavi ve Tunûsî'nin eserlerinden iktibaslar yaparak, onların düşünce yapılarını ortaya koymaktadır.

Lord Cromer ve Lord Lloyd

İngiltere’nin Mısır’daki sömürge valisi Lord Cromer, Müslümanlarla sömürgeci Batılılar arasındaki şiddetli çatışma ve ayrılığın, dinî ve ahlakî değerler, gelenek ve görenekler, dil, sanat ve musikiden kaynaklandığını söyler. Bu çatışmayı kaldırmak için Cromer iki seçenek üzerinde durur: Biri, Mısırlıları düşünce ve davranışta avrupalılara, özellikle de İngilizlere yaklaştırmak için özel eğitim görmüş modern bir kuşak yetiştirmek. Bu düşünceden hareketle Victoria kolejini açtı. İkinci yol, Batı medeniyetiyle uyum içinde, yahut en azından ona yakın ve onunla çelişmeyecek bir İslam anlayışı geliştirmek ve İslam'ı yeni bir yoruma tabi tutmaktır [sayfa 41]. Britanya'nın Mısır elçisi Lord Lloyd'a göre ikinci ilkine göre daha az semereli ancak çok etkili bir yoldu.

Afganî - Abduh - Reşid Rıza

Üçüncü bölüm, Afganî ve Muhammed Abduh üzerinedir. Yazara göre, Afgani'nin kimliğinin açık olmaması kuşkulu bir durumdur. Afganî kendisinin Afganlı bir sünnî olduğunu söyler. Oysa yapılan araştırmalar, onun iranlı bir şiî olduğunu ortaya koymaktadır. Afganî'nin iranlı bir şiî olduğu, onun iran ziyaretlerinde yanından hiç ayırmadığı kızkardeşinin oğlu Mirzâ Lütfullah Han'ın yazdığı kitaptan açıkça anlaşılıyor. Osmanlı ülkesindeki Afganlılar sünnî olduğu için Cemaleddin de bu sebepten gezip dolaştığı yerlerde, şiî asıllı olduğunu gizliyordu. İran'ın o dönemde dış temsilci ve konsoloslarının olmayışı işini kolaylaştırmıştır. Halkı Afganlı olduğuna da inandırıyordu çünkü o dönemde Afganistan'ın da dış temsilcisi yoktu.

Osmanlı Devleti'nin Şeyhül-İslam'ı Hasan Fehmi Efendi, Cemaleddin'in İstanbul'a ilk geldiğinde ileri geri konuştuğunu, sözgelişi, onun peygamberliği sanatlardan bir sanat olarak kabul ettiğini, peygamberlikle filozofluğu bir tuttuğunu, bu yüzden kendisiyle mücadele etmek zorunda kaldığını ve bu mücadelenin sonunda Cemaleddin'in İstanbul'dan kovulduğunu anlatır [sayfa 61].

Abduh ve Afganî'yi görüp tanımış ve onlar ile birlikte yaşamış önemli bir kimse olan Yusuf Nebhanî'nin görüşlerini de göz önünde bulundurmak gerekir. Yusuf Nebhanî, onlar hakkındaki görüşlerini eserlerinin bir çok yerinde şiir ve nesir şeklinde açıklar. Abduh ile beraberlerken namazlarını kasden kılmadığına şahit olmuştur. [sayfa 73] Yazar el-Ukudu'l-lü'liyye fi'l-medihi'n-nebeviyye adlı eserinin üçüncü bölümünde Reşid Rıza ve Abduh ekolüne mensub insanlar hakkında şunları söyler: "Bu bid'atçılara ptotestanları taklit etme kolay geldi de, mezhep imamlarını taklid etmek kolay gelmedi. Yine bunlara Abduh ve Afganî gibi kimseleri taklit kolay geldi de, bin yıldan fazla bir zamandır izleri takip edilen Ümmet-i Muhammed'in imamlarını, büyüklerini taklid etmek kolay gelmedi her nedense!" [sayfa 75]

Osmanlı Devleti Şeyh'ul-İslamlarından Mustafa Sabri Efendi de, Abduh tehlikesine dikkat çeken çağdaş âlimlerden biridir. Mevkıfu'l-aklı ve'l-ilmi ve'l-âlim min Rabbi'l-âlemîn ve ibâdihi'l-mürselîn adlı eserinde konuyla ilgili olarak şu beyanda bulunur:
"Abduh'un İslam'a ve kendinden sonra yetişen eli kalem tutan İslamî kültür çizgisinin dışındaki ilim adamlarına da zararı dokundu. Onun bu kitapta eleştirdiğim yanlış düşünceleri bir balon gibi şişirildi. Bu düşüncelerinden dolayı Abduh'a öyle bir ilmî paye biçtiler ki - bunda kuşkusuz masonların desteği ve propaganda gücü yatmaktadır- doğu İslâm dünyasının kulakları hala çınlamaktadır. Bu tür bir durum, kısa zamanda parlamak ve şöhrete kavuşmak isteyen bir yığın genç, yaşlı ilim adamlarını, aykırı sözler sarfetmek suretiyle Avrupalı yazarlara yaklaştırmaya ve böylelikle masonluğu kabul ederek isteklerine kavuşabilme sevdasına itti."

Mustafa Sabri Efendi, eserinin bir başka yerinde de şöyle der: "Belki de Abduh ve üstadı Afganî, Luther ve Calvin'in Hıristiyanlık için oynadığı rolü İslam için oynamak istiyorlardı. Fakat onlar Luther ve Calvin gibi yeni bir din kurma imkanına kavuşamadılar. Onların çalışmaları, sadece kalkınma ve yenileştirme kimliğine bürünmüş dinsizlik düşüncesine yaradı."

İslam'ı, batılılaştırma girişimleriyle uzlaştırma fikri Lord Cromer ve ondan sonra gelen Lord Lloyd'un raporlarına dayanır. Onların raporlarına göre, Ezher, Britanya aleyhtarı propagandanın merkeziydi, eski şeklini koruduğu takdirde de öyle kalacaktı.

Sömürgecilerin korkuları

Prof. Muhammed Hüseyin, Sömürgeci Batılıların korkularını şöyle ifade etmektedir: "İslam her ne kadar aktivitesini yitirse bile asliyetini muhafazaya devam edecektir. Belki de gün gelir asliyetini koruyan İslam tekrar hakimiyet kurabilir ve Batılı değerlerin pabucunu dama atabilirdi. İşte bu korku sebebiyle sömürgeci Batılı'lar ve onların kalemşörleri, İslam'ın asliyetini bozmak için medeniyetler arası bir yakınlaşma ve etkileşimden dem vuruyorlardı. Amaç, bunu gerçekleştirmekti sadece." [sayfa 103]

Dinler arası ittifak

Dinler arası ittifaka gelince, - özellikle de, İslam ve Hıristiyanlık arasında, bu çağın başlarında, İngiliz papaz Isac Taylor'la Abduh ve bazı arkadaşları arasında, Abduh'un Şam sürgününde, 1883'te, iki dinin birbirine yaklaştırılması anlaşmasıyla başlandı. [sayfa 155]

Kör taklid

Avrupa'nın reformcu akımlarında ve Fransız ihtilalinden etkilenen aydınların o kör taklidi, bize iki eşeği konu edinen sembolik bir hikayeyi hatırlatıyor. Hikaye şu: Eşeklerden biri tuz, diğeri sünger yüklü. Sünger yüklü eşek, arkadaşının suya girip tuzlarından bir kısmını eriterek yükünü hafiflettiğini görür. Hemen aklına aynı şeyi denemek gelir. Nitekim dener de. Fakat tam tersi bir durumla karşılaşır. Sünger yüküyle suya giren eşek, bu açgözlülüğünün faturasını çok acı bir biçimde öder. Körü körüne taklid bir toplum için öldürücü olabilir. [sayfa 184]

Batılılaşma

Güçsüz uluslar kendi kültür ve medeniyetlerinden uzaklaşıp, zorbaların, sömürücülerin kültür ve medeniyetlerine tabi oldukları zaman ruhlarını kaybederler. Sonunda kendilerini sömürenlere karşı hayranlık duyar, onlarla oturup kalkar ve dostluk kurarlar. Artık onlar, kendilerini kölelikten ve sömürüden kurtaracak diri bir ruhtan yoksundurlar. Çünkü onlar, sömürücülerin kendilerini sömürdüğü duygusunu, onların kendilerine büsbütün yabancı oldukları gerçeğini unutmuşlardır. Bu durumda onlar, sömürgecileri, kendilerinden üstün, kendilerini karanlıktan aydınlığa çıkaran, gericilik ve vahşetten "çağdaş uygarlığa" ulaştıran kimseler olarak görürler. İşte Doğudan Batıya değişik ulusları sömüren Batılı devletlerin dinlerini, medeniyetlerini, dillerini ve kültürlerini nüfuz bölgelerinde yaymak için harcadıkları gayret ve paraların sırrı. İşte, politika adamlarının ve müsteşriklerin "Westernization" (Batılılaşma) dedikleri şey. [sayfa 188]

15 Haziran 2008 Pazar

Ebu Hureyre

Ramazan Balcı'nın "Ebu Hureyre : Hayatı ve Şahsiyeti" eserinden yapılan iktibaslar:

Suffa İslamiyet'in en önemli medresesidir. Resulullah aleyhisselamın tayin ettiği hocalar eliyle Ashab-ı Suffa'ya Kur'an öğretilirdi. Bunlardan yetişenler, Müslüman olan kabilelere Kur'an öğretmeleri için gönderilirdi. Mütevazı, fakat çok feyizli olan bu sofada zaman zaman sayıları dört-beş yüze ulaşan Kur'anla ve gerektiğinde gaza ile meşgul olan bir irfan ordusu bulunuyordu. İçlerinden evlenenler kadro haricine çıkar, fakat yeni gelenlerle takviye edilirdi. Burası tam manasıyla parasız yatılı eğitim veren bir üniversite idi. Talebeleri ne ticaretle ne de ziraatle iştigal etmezdi. Geçimleri Hz. Peygamber ile sahabenin zenginleri tarafından temin edilir.

Resul-i Ekrem Ashab-ı Suffe'nin geçimi ve eğitim-öğretimiyle pek yakından alakadar olurdu. Bir kerre Hz. Fatıma el değirmeniyle buğday çekmekten usandığından şikayet ederek bir hizmetçi istediğinde, Resul-i Ekrem: "Kızım, sen ne söylüyorsun? Henüz Ehl-i Suffa'nin geçimini yoluna koyamadım." buyurmuştu.

Resul-i Ekrem'in Ashabı arasında, fıkıhta birinci tabakada uzman olan Abdullah bin Mesud, Ubey bin Ka'b, Muaz bin Cebel, Ebu'dDerda gibi büyük sahabileri Ehl-i Suffe'ye müderris tayin buyurmuştu. Bundan Resul-i Ekremin hiçbir vaazları, hiçbir hitabeleri yoktur ki, bunun okunması sırasında Ashab-ı Suffe orada hazır bulunmasın, dinleyip ezberleyerek diğer ashaba nakletmesin. Bu suretle İslam ahkamının hıfz ve naklinde Ehl-i Suffe'nin pek müstesna katkıları görülmüştür. Bir çok rivayet zincirinin birinci halkasını, Ehl-i Suffe'den güzide bir cemaatin teşkil ettiğini görürüz. [Kamil Miras, Tecrid-i Sarih Tercümesi ve Şerhi, VII, s.46]

Ebu Hureyre Medine'ye geldiğinde bu ilim ocağına talebeliğe kabul edildi. Resulullah Ebu Hureyre'yi medresenin sınıf başkanı tayin etti.

Hz. Peygamber ile geçirdiği üç yıllık zaman zarfında, Ebu Hureyre Hz. Peygamberi adeta gölgesi gibi takip etmiştir. İslam'ın fert, toplum ve devlet bazında Hz. Peygamber tarafından uygulanışına şahit olmuştur.

İbn Ömer: "Ey Ebu Hureyre, içimizde Resulullah'ı hiç terketmeyen sen oldun, O'nun hadisini en çok bilen de sen oldun." demişti. [Tirmizi, nr. 3836]

Ebu Hureyre, Resulullah'tan nadiren ayrıldığı durumlarda Sehl bin Sa'd es-Saîd'i kendisi için hadis dinlemek üzere huzura gönderirdi. Ebu Bekir Muhammed bin İshak der ki: "Ebu Hureyre'de ilme karşı bir istek vardı. Bu yüzden kendisi herhangi bir sebeple Resulullah'ın yanında bulunamayacağı zaman, hadis dinlemesi için Sehl'i Resulullah'ın yanına gönderirdi". [el-Müstedrek, III, 587]

Ebu Hureyre, Medine'de her zaman saygın bir kişiliğe sahip oldu. Akik'teki evi bir islam akademisi görevi gördüğü gibi, Mescid-i Nebî de onun derslerine devam ettiği bir Kuran ve Hadis akademisiydi.

Kendi emsali sahabeler arasında seçkin bir yeri olan Ebu Hureyre'nin şahsiyetine ve rivayet ettiği hadislere güvenin bir göstergesi, ondan hadis rivayet eden tabiin sayısının 800'ü geçmiş olmasıdır. Bunlardan ayrı olarak, 30'a yakın sahabe de ondan hadis rivayetinde bulunmuştur. Bunlardan biri Türkiye'de Eyüp Sultan adıyla meşhur Ebu Eyyüb el-Ensari'dir. Eyyüb Sultan'ın hadis rivayetindeki hassasiyetini gösteren bir olayı daha önce zikretmiştik.

Amr bin Hazm anlatıyor: "Mescidde Ebu Hureyre'nin de bulunduğu bir cemaatle oturuyordum. Orada Resulullah'ın ashabından on kadar yaşlı sahabi vardı. Ebu Hureyre onlara Hz. Peygamber'den hadis rivayet etmeye başladı. Rivayet edilen hadisi cemaatin bir kısmı biliyor, diğer bir kısmı bilmiyordu. Hadisi aralarında müzakere ediyorlar, bilenler bilmeyenlere hatırlatıyordu. Sonra Ebu Hureyre başka bir hadis rivayet ediyor yine müzakere ediyorlar, yine bilenler bilmeyenlere hatırlatıyordu. Böylece devam edip durdular." Amr der ki: "O gün Resulullah'ın eshabı içersinde hıfzı en kuvvetli olan insanın Ebu Hureyre olduğunu anladım." [Buharî, Tarihu'l-Kebir, I, 187]

Ebu Hureyre'nin hadis rivayeti konusunda, sahabenin büyüklerinden daha ileride olması, tabiin dönemi gençlerinin dikkatini çekmiştir. Ebu Ya'la der ki: "Biz Talha bin Ubeydullah'ın yanında idik. Ona denildi ki: 'Ey Ebu Talha! Söyler misin bu Yemenli Resulullah'ı sizden daha mı iyi biliyor? Yoksa o Resulullah'ın söylemediklerini mi söylüyor?'
Talha dedi ki: 'Vallahi onun bizim işitmediklerimizi işittiğinden ve bizim bilmediklerimizi bildiğinden şüphe etmiyoruz. Bizler ev ve çoluk-çocuk sahibi kimselerdik. Resulullah'a günün iki tarafında uğrar, sonra evlerimize dönerdik. Ebu Hureyre miskin biriydi, malı ve çoluk-çocuğu yoktu. Muhakkak onun eli Resulullah ile beraberdi. Her yerde Resulullah ile beraber dolaşırdı. Bu sebeple onun bizlerin işitmediği hadisleri işitmiş olmasında şüphe etmiyoruz.' " [Tirmizi, nr. 3837; İbn Kesir, el-Bidaye ve'n-Nihaye, VIII, 109] Talha ayrıca "Muhakkak biz de onun işittiklerini işittik ; ne var ki biz unuttuk o ezberledi." demiştir. [İbn Hacer Askalanî, Fethü'l-Bari, VIII, 77]

Abdullah bin Ömer, vefatına kadar Medine'de yaşamıştır. Vefatı Ebu Hureyre'den daha sonradır. İbn Ömer'e soruldu: "Ebu Hureyre'nin rivayetlerine bir diyeceğin var mı?" İbn Ömer:"Hayır" dedi, "Lakin o cüretli, biz korkuyoruz." İbn Ömer'in bu sözü üzerine Ebu Hureyre'nin "Ben ezberledim, onlar unuttu ise benim suçum ne?" dediği rivayet edilir. [el-Müstedrek, III, 510]

Abdullah bin Ömer Ebu Hureyre hakkında şöyle der: "Ey Ebu Hureyre! Aramızda Hz. Peygamber'den hiç ayrılmayan sen olduğun gibi O'nun hadisini en iyi bilen de sen oldun." [Tirmizi, Sünen, II, 224; Zehebî, Siyer, II, 435; İbn Sa'd, Tabakât, II, 118; İbn Hacer Askalanî, Fethü'l-Bari, I, 225]

Resulullah meşhur sahabi Ebu Said el-Hudri'den gelen bir rivayette "Ebu Hureyre ilmin kabıdır." [el-Müstedrek'de tahriç edilmiştir.] diyerek onu senaların en güzeli ile sena etmiştir.

Ebu Hureyre'nin rivayet ettiği hadis-i şerifler bidat fırkalarının görüşlerini çürüttüğünden onu karalamaya ve rivayetlerini değersiz hale getirmeye çalışılmıştır. Ebu Hureyre aleyhine sayılabilecek ilk iddialar Şii kelamcıları Ebu Cafer el-İskafi ile Fazl bin Sazan'a dayanır. Mutezile mezhebine mensup Nazzam da bir takım iddialarda bulunmuştur. Çağdaş yazarlardan Mahmud Ebu Reyye Şia kaynakları başta olmak üzere, Ebu Hureyre hakkındaki rivayetleri çarpıtarak eserinde toplamış, takipçilerine malzeme sağlanmıştır. Ayrıca müsteşrikler de bu kuyuya taş atmışlardır.

Yapılan tenkitlere gerekli cevaplar bir çok eserde verilmiştir. Bunlardan Türkçeye çevrilmiş olan Mustafa Sıbai'nin İslam Hukukunda Sünnet eseri, buraya kadar zikr edilen bilgilerin iktibas edildiği Ramazan Balcı'nın Ebu Hureyre eseri, Osman Güner'in Ebu Hureyre'ye Yönelik Eleştiriler eseri ve ismini burada zikretmediğimiz nice eserler şüpheye yer bırakmayacak şekilde meseleyi izah etmişlerdir.


13 Mayıs 2008 Salı

Cebir (algebra)

Saygıdeğer hukuk alimi Ebu Bekr bin Muhammed el-Yefraşî, Zebîd'de bana şu rivayeti anlattı: Halife Hazret-i Ömer bin Hattab zamanında Fars'tan cebir bilen bir grup insan geldi. Hazret-i Ali bin Ebu Talib Hazret-i Ömer'e hazineden onlara ödeme yapılması ve onların insanlara ders vermelerini teklif etti. Hazret-i Ömer de kabul etti. Hazret-i Ali onların bildiği cebiri beş günde öğrendi. Sonra, halifelik el-Me'mun'a ulaşana kadar, insanlar bu bilgiyi şifahî olarak, herhangi bir kitaba kaydetmeden sonrakilere aktardı. Cebir ilmi insanlar arasında sönmeye başladı. el-Me'mun bundan haberdar oldu ve cebir konusunda tecrübe sahibi birinin bulunması için tahkikat yaptırdı. Bu konuda tecrübeli yegane insan Şeyh Ebu Bekr Muhammed bin Musa el-Harezmi idi. Konuyla alakalı kaybolanların yeniden ortaya çıkarılması için, el-Me'mun ondan cebir üzerine bir kitap yazmasını istedi.
L. Hodgkin, A History of Mathematics From Mesopotamia to Modernity, Oxford, 2005, s. 108 Ayrıca, ferâiz ilminde (mîras taksimi) Hz. Ali'nin Eshab-ı kiram arasında önemli bir yeri vardı. Hz.Ali’ye minberdeyken en karışık problemler sorulurdu ve kâğıda, kaleme lüzûm kalmadan, hepsini zihninden çözer, hemen cevâb verirdi.

30 Nisan 2008 Çarşamba

Fuat Sezgin ile "Bilim Tarihi" Üzerine

Bu yazıda, Türkiye Araştırmaları Literatür Dergisi'nde (Cilt 2, Sayı 4, 2004, sayfa 355-370) neşredilen Prof. Dr. Fuat Sezgin ile yapılmış bir görüşmeden iktibaslar mevcut.

Hocası Ritter ile aralarında geçen bir konuşmada...

Hocası şarkiyatçı Ritter ile çalışmaya başlayalı iki-üç gün olduktan sonra hocası günde kaç saat çalıştığını sormuş. O da "13-14 saat çalışıyorum" demiş. Hocasıda "Bu çalışmayla alim olmazsın. Eğer alim olmak istiyorsan bu miktarı artıracaksın." demiş. Kendisi de çalışma saatlerini yavaş yavaş arttırarak 17 saate kadar çıkarmış. Uzun zaman böyle devam etmiş.

İslam ilimler tarihi konusunda çalışanların hedefi...

Fuat Sezgin, İslam ilimler tarihi konularında çalışanların hedeflerinin olmadığından yakınıyor. Kasdetdiği hedefi de şöyle tanımlıyor: "800-1000 yıl devam etmiş üretken bir medeniyetin hakkını ortaya çıkarmak".

İslam medeniyetindeki mühim bir usul: İlim hocadan öğrenilir...

Mülakatta, Sezgin şunları söylüyor: "İslam ilimlerinin en büyük, en yapıcı unsurlarından biri şuydu: Müslümanlar, ilimleri hocalardan öğreniyorlardı. [Dr. Ahmed Çelebi'de bu hususu İslam'da Eğitim ve Öğretim Tarihi adlı eserinde belirtmişti] Hoca vazgeçilmez bir vasıtaydı. Bakınız Avrupalılar X. yüzyılda Müslümanların kitaplarını tercüme etmeye başladılar, ancak tercümelerin pek çoğu zaten doğru değildi. Metinleri çoğu kez anlamadan tercüme ediyorlardı. Tercümeleri okuyanlar da konuları yarım yamalak anlama şansına sahiptiler. Ne zaman anlamaya başladılar: Hoca yetiştirip bu konuları hocalardan okumaya başlayınca. Bu da ancak XVI. yüzyılın sonu XVII. yüzyılın başlarında vuku buldu. Hocalardan öğrenme metodu son derece önemlidir İslam ilimler tarihinde. Hoca merkezli bu eğitim-öğretimde intihal da çok zordur. Bundan dolayı, İslam medeniyetinde intihalin oranı çok azdır. Kaynakları zikrediyorlar. Yunanca veya başka bir dilde fark etmez. Belki de tarihte ilk defa kaynak zikrederek ilim yapma geleneği İslam medeniyetinde oluştu. Bu nokta son derece önemlidir ve pek çok oryantalist bu noktayı anlayamamıştır. Aslında bir şey diyeyim mi: Hocam Ritter dahil, pek çok âlim İslam medeniyetini hakkıyla anlayamadı ve hala anlaşılamıyor."

Müslümanların ilimlere katkıları gözardı ediliyor...

"İlimler tarihinde yanlış rönesans tarifi var. Herkesin kafasında bu tarif mevcut: Yunanlılar ilimleri kurmuş, aradan asırlar geçmiş, XVI. yüzyıl sonlarında Avrupalılar yavaş yavaş bu ilimleri elde etmiş ve geliştirmeye başlamış. Peki! Bu ilimler Avrupalıların eline nasıl geçmiş, hangi coğrafyadan geçmiş, hangi muhteva ile geçmiş. Bunları uzun zaman Avrupalılara unutturdular. İlimler tarihi kitaplarında da bu hakikati görmezden geldiler. Biraz önce zikrettiğim isimler büyük bir insafla bu tarife karşı çıkmış. Ancak yanlış malumatlar, düşünceler o kadar derine inmiş ki bunları kolay kolay tashih etmek mümkün değil. Bir neslin değil, birkaç neslin işi bu. Bu işin de çok şuurlu bir şekilde yürütülmesi lazım. Her şeyden önce İslam dünyasının bu çalışmalara yoğun olarak katılması gerek. Açıkça söyleyeyim: İslam dünyası bile bu yanlış düşüncelerin o kadar içinde ki bir çok kişiye yaptıklarımızı anlatınca şaşırıp kalıyorlar. Yani işin ilginç tarafı Müslümanların tarihte ne kadar büyük yerleri olduğuna önce Müslümanları inandıracaksınız."

Fuat Sezgin'in söylediklerine baktığımızda, kendi değerlerimizi tanımıyor, bazen reddediyoruz. Acı ama gerçek. İnsan bilmediğine düşmandır sözü hadiseyi ne güzel ifade ediyor.

Şunu da ifade edeyim, Sezgin'in Almanca olarak neşr ettiği Wissenschaft und Technik im Islam eseri Türkçeye tercüme edilerek Türkiye Bilimler Akademisi tarafından İslam'da Bilim ve Teknik adıyla 5 cilt olarak neşredilmiştir. Bu eserin pdf haline buradan ulaşabilirsiniz.