27 Ocak 2009 Salı

Arapça'da şahıs isimleri

Tarih ile ilgilenenler, okudukları eserlerde sıklıkla uzun Arapça şahıs isimleriyle karşılaşırlar. Bazılarımız bu şekilde isimlendirmeye yabancı olabilir. Bunun için konu ile ilgili olarak Victor Katz’ın editörlüğünü yaptığı The Mathematics of Egypt, Mesopotamia, China, India, and Islam: A Sourcebook isimli eserin “Mathematics in Medieval Islam” bölümünden bilgiler aktaracağım. Bu kısmı Episodes in the Mathematics of Medieval Islam eserin yazarı olan J. Lennart Berggren yazmıştır.

Bir Müslüman ailenin çocuğu Muhammed, Hüseyin, Sâbit gibi bir isim alır. Sonra, Sâbit ibn Kurra (Kurra’nın oğlu) veya Muhammed ibn Hüseyin (Hüseyin’in oğlu) gibi “Falanın oğlu” kalıbı gelir. Şecere bu şekilde oluşturulabilir. Mesela, İbrâhîm ibn Sinân ibn Sâbit ibn Kurra ismiyle büyük dede’ye doğru geri gidilir. Sonraları, bir çocuğu olursa, Ebû Abdullah (Abdullah’ın babası) gibi künye alır. Künyeden sonra, el-Harrânî (Harrânlı) gibi mensub olduğu kabile veya memleketini gösteren nisbe gelir. İsmin en sonunda bir sıfatını veya unvanını gösteren lakab gelebilir. Mesela, sıfat olarak el-Câhiz (patlak gözlü) veya el-Hayyâmî (çadırcı) veya unvan olarak el-Raşîd (doğru yolda olan - ortodoks) veya el-Seffâh (cömert veya kan dökücü). Mekanik üzerindeki çalışmalarıyla meşhur Müslüman bilgin Bedî’el-Zamân Ebû el-‘İzz İsma’îl ibn el-Razzâz el-Cezerî’nin ismini inceleyelim. “Bedî’el-Zamân” lakabı zamanın dahisi anlamına gelmektedir. el-Cezerî nisbesi de onun el-Cezîre’li (Dicle ve Fırat nehirleri arasında kalan yukarı bölge) olduğunu göstermektedir.

26 Ocak 2009 Pazartesi

Ebû Kâmil ve Tümevarım

Ebû Kâmil Şucâ bin Eslem el-Mısrî el-Hâsib (yaklaşık 850-930) Müslüman cebircilerin en önde gelenlerindendir. El-Hârizmî’nin haleflerinden olan Ebû Kâmil cebire ait metodları geometrik problemlere uyguladı.

El-Hârizmî ve Ebû Kâmil'in eserlerinin İbrani ve Latince tercümeleri Avrupa’da derin etkiler bıraktı. “Ebû Kâmil’in en uzun süreli ve güçlü tesiri, Latince’ye çevrilen haliyle “Algebra”sını sıklıkla kullanan Pisalı Leonardo’nun (1175-1250) Liber abaci isimli eseri aracılığıyla olmuştur.” Pisalı Leanorda Fibonacci problemlerin bir kısmını Ebû Kâmil’in kitabından kelimesi kelimesine almıştır [1].

Matematiksel Tümevarım…

Ebû Kâmil’in gözden kaçmış bir özelliğini M. Yadegari “The use of mathematical induction by Abu Kamil Shuja ibn Aslam” isimli makalesinde gün yüzüne çıkardı. Aşağıdaki satırlar bu makaleden özetlenmiştir [2].

Martin Levey, Ebû Kâmil’in fîl-Cebr vel-Mukâbele isimli el yazma eserini Beyazıt Devlet Kütüphanesi Kara Mustafa Paşa Koleksiyonunda buldu. Eser nesih yazısıyla Arapça olarak kaleme alınmıştır. Her sayfası 23 satır olan eser toplam 110 yapraktır. Eserde hareke ve noktalama işaretleri kullanılmamıştır. Metin tamamen retoriktir, sayılar veya matematiksel işaretler geçmemektedir. Levey, eserin İngilizce’ye tercümesini üç bölüm (The Algebra of Abû Kâmil, Abû Kâmil’s On the Pentagon and Decagon ve Indeterminate Problems of Abû Kâmil) halinde yaptı.

Pincus Schub ve Martin Levey birlikte yazmanın üçüncü bölümünü Indeterminate Problems of Abû Kâmil ismiyle İngilizce’ye çevirmişlerdi. Bu bölümün sonlarına doğru, Ebû Kâmil belirsiz (indeterminate) denklemleri içermeyen bazı problemler üzerine açıklamalar yapmıştır. Schub ve Levey bu kısmı retorik yapıyı göstermek için, hiçbir matematiksel semboller kullanmaksızın kelimesi kelimesine tercüme ettiler. Belirsiz denklemlere odaklandıklarından konuyla ilgili görmedikleri bu kısmı ihmal ettiler. Ancak bu kısım tümevarım üzerine yazılmıştı. [Denklem sayısı bilinmeyen sayısından az olduğunda sonsuz çözüm olacaktır. Böyle denklemlere belirsiz denklem denir. y-2x=0 gibi]

Matematiksel tümevarımın formal ispatı Blaise Pascal’a (1623-1662) atfedilmektedir. Ancak birçok matematik tarihçisi bu keşfi başkalarına [Jacob Bernoulli (1645-1705), Maurolycus (1494-1575), Rabbi Lebi ben Gershon (D. 1288), el-Karacî (D.1029)] bağlamaktadır.

Pascal’ın da kullandığı gibi, matematiksel tümevarım aşağıdaki gibi ifade edilebilir:
  • Pn genel önerme olsun.
  • Eğer (1) P1 doğru, (2) Tüm n’ler için Pn --> Pn + 1 ise Pn tüm n’ler için doğrudur.
Ebû Kâmil’in eserinde tümevarım kullanarak yaptığı ispatı matematiksel olarak gösterirsek:

Önerme:

Tümevarım:


Referanslar

[1] Fuat Sezgin, İslâm'da Bilim ve Teknik, Cilt I, 2007, s. 17.

[2] M Yadegari, “The Use of Mathematical Induction by Abû Kâmil Shujâ' Ibn Aslam (850-930)”, Isis, Cild 69, No 2, 1978, s. 259-262.

1 Ocak 2009 Perşembe

İtalyan rahibin Osmanlı izlenimleri: Giambattista Toderini

1781 ile 1786 yılları arasında İstanbul'da bulunan İtalyan rahib Giambattista Toderini (1728-1799), 1787 senesinde Osmanlı literatürü hakkında 3 ciltlik Letteratura turchesca isimli eserini neşretti. Bu eser 1789 senesinde Fransızca’ya De la littérature des Turcs ismiyle ve 1790 senesinde Almanca’ya Litteratur der Türken ismiyle tercüme edilmiştir. Eserin ilk cildinde Osmanlıların uğraştıkları bilim ve sanatları, II. cildinde medreseler ve kütüphaneleri, III. cildinde ise 1727-1787 yılları arasında İstanbul'da basılan kitapları işlemiştir (Bülent Aksoy, "Rahip Toderini ve Eseri Üstüne", Tarih ve Toplum, sayı 45, 1987, sayfa 42-44).

Ancak eserin tamamı, bildiğim kadarıyla, henüz Türkçe’ye tercüme edilmemiştir. [Fransızca tercümesi, 2012 senesinde Türkçeye tercüme edilerek neşredilmiştir.] Eserin III. cildinin matbaacılık ile ilgili kısmı İbrahim Müteferrika Matbaası ve Türk Matbaacılığı başlığıyla neşredilmiştir. Ayrıca I. cildinde geçen musiki bahsi de Tarih ve Toplum dergisinde (cild 8, sayı 45, 1987) yayınlanmıştır.

Toderini'nin eserinin kapağı (books.google.com sitesinden eserin ilk cildine ulaşabilirsiniz.)

Cevat İzgi'nin Osmanlı Medreselerinde İlm isimli iki cildlik hacimli eserinde Osmanlı ilim hayatına dair detaylı bilgiler bulunmaktadır. İlk cildi riyazi ilimlere tahsis edilen eserin ikinci cildi tabiî ilimlere ayrılmıştır. Osmanlı ilim adamları ve eserleri bu eserde tanıtılmaya çalışılmıştır.

Osmanlı tarihinin sadece savaşlarla öğretildiği günümüzde, Osmanlı medeniyetinin alt yapısını oluşturan sosyal ve ilmi hayatın önemi maalesef yeterince vurgulanmıyor. Acaba bu medeniyetin ilmi hayatının ne kadarı araştırıldı? Belki onda biri bile değil. Bu onda birlik veriyle bile İslam medeniyetinin insanlığa bir çok sahada ışık tuttuğunu bugün ilim adamları söyleyemektedir. Bilim tarihçisi İhsan Fazlıoğlu ile yapılan bir söyleşide "İslam ve Osmanlı Medeniyeti bir yazma kültürüdür. Zaten biz basma kültürü mantığıyla yazma kültürüne baktığımız için bir sürü problem neşet ediyor. Bakınız, dünyada altı milyon Arapça yazma var; dört milyon da Türkçe, Farsça ve diğer müslüman halkların mahalli dilleriyle yazılmış yazma varsayılırsa yekun onmilyona baliğ olur. Bu mikdarın daha bir milyonu belki çalışıldı. Gerisini varın hesap edin." demektedir.

Cevat İzgi eserinin birinci cildinin 200 ve 201. sayfalarında Toderini'nin eserinden yaptığı alıntıları aktarıyorum:

Toderini, İstanbul'daki Türkler'in aritmetik ilminde pek derinleştiklerini, bu ilmi, Arapça kaynaklar üzerinde çocukluklarından itibaren mekteblerde öğrenmeye başladıklarını, daha sonra iyi hocaların nezareti altında ve Türkçe-Arapça mükemmel hisâb kitapları vasıtası ile öğrenmeğe devam ettiklerini, en iyi Avrupa matematikçilerini şaşırtacak derecede bilgili olduklarını, 20 milyon kuruş tutarındaki bir hisâbı, çabucak yaptıklarını, usullerinin basit ve pek kısa olduğunu, birkaç dakikalık vakit zarfında dört köşe kağıt üzerinde kendilerinin dört sayfada iki saat boyunca yapamayacakları bir muhâsebeyi başardıklarını, bunu kendisine hisâb işinde çok ileri bilgi sahibi Avrupalıların söylediklerini belirttikten sonra kendi muhasebe usullerinin, konuyu kısa ve ilmi bir şekilde ele alan Arapça ya da Türkçe bir kitabın tercümesinden çok şey kazanacağını ifade etmektedir.

Toderini, eserinin cebir ile ilgili kısmında da, zamanında bazı genç Türkler'in Avrupa kitapları üzerinde cebirle uğraştıklarını, İstanbul'dan ayrılmadan önce içlerinden bir tanesi ile görüştüğünü, bu kişinin çok iyi italyanca konuştuğunu ve bir Avrupalı kadar cebire vakıf olduğunu, bu teminatı iki ehliyetli Fransız mühendis olan Mösyö Monnier ve Saint-Louis şövalyesi Mösyö De la Fitte de Clave'nin verdiklerini kaydetmektedir.

Toderini eserinde XVIII. Yüzyıl Osmanlı medreselerindeki geometri eğitimi hakkında şu bilgileri vermektedir:

Bazı Türk müderrisler en lüzumlu hendese meseleleri içeren K. el-Usûl ile yetinmekte, akademilerde Scerchiu ve Kalitteosis’in, Kadı-zâde er-Rûmî’nin eserleri kullanılmakta, Eşkâlü’t-Te’sîs üzerinde yapılan şerhlerle iktifa etmektedirler. Diğerleri daha fazla hendeseye girmekte ve bu hususta Arşimed’in, Theodosius’un, Menelaos’un, Apollonius’un ve diğer birçok Yunan ulemasının Arapça’ya tercümelerinden yardım aramakta ve bu mevzularda yazılmış olan birçok Arap müellifinden istifade etmektedir… Türkler astronomi ilmine çok ilgi duyduklarından geometriyi astronomi ilmine lüzumlu olduğu nispette incelemektedirler. Ayrıca denizcilikte, takvim yapımında, güneş saatleri yapımında, coğrafya haritaları çiziminde buna ihtiyaç duymaktadırlar… Yeni Deniz Akademisi öğrencileri kendilerini geometriye vermekte; bunda da büyük bir başarı göstermektedirler. İyi geometrici olmadan iyi bir astronom olmak mümkün değildir…

23 Aralık 2008 Salı

Müslüman sanatçılar Batılı araştırmacıların 500 yıl ilerisindeydi

İslam medeniyetindeki ilmî ve sanat eserlerin derinliklerine inildikçe insanı hayrete düşüren bir yapı ile karşılaşıyoruz. İlk bakışta insana hoş gelen çinicilik, arkasında derin bir matematik bilgisi barındırıyor. Mevzu hakkında araştırma yapan Peter J. Lu ve Paul Steinhardt'ın Science dergisinde (2007) "Decagonal and Quasi-Crystalline Tilings in Medieval Islamic Architecture" adıyla neşredilen makalesi büyük alaka uyandırdı. Araştırma hakkında Nature dergisinin “Islamic tiles reveal sophisticated maths” başlıklı haberinin tercümesi yapılmıştır. Bu yazıda, Müslüman sanatçıların matematikteki maharetlerinden bir kesit gözler önüne serilmiştir.

İslam çiniciliğindeki ileri matematik

Müslüman sanatçılar Batılı araştırmacıların 500 yıl ilerisindeydi.

İki fizikçiye göre; asırlar önce İslam sanat ve mimarisinde kullanılan karmaşık geometrik tasarımlar, beş asır önceye kadar Batı’da keşfedilmemiş bir çini döşeme sistemi ile yapılmaktaydı.

Harvard Üniversitesi’nden Peter J. Lu ve Princeton Üniversitesi’nden Paul Steinhardt şöyle demektedir: İslam çiniciliğinde desenlerin bir araya getirilmesi, önceden varsayıldığı gibi, bir pusula ve cetvelle değil, az sayıda farklı çinilerin karmaşık şekillerle döşenmesiyledir.


1453 tarihinde yapılan Darb-ı İmam Şirin’deki desen, 1973 yılında keşfedilen Penrose çiniciliğiyle neredeyse aynı.

Araştırmacılara göre, bu teknik onüçüncü asrın başlarında geliştirildi. Onbeşinci asır civarında ise, şimdi quasi-periyodik olarak tanımlanan karmaşık desenler yapmak için yeterli olgunluğa ulaşmıştı.

Bu desenler, İngiliz matematiksel fizikçi Roger Penrose tarafından 1973’te “keşfedildi”. 1984 yılında, desenler quasi-kristaller olarak adlandırılan metal alaşımlarda bulundu ve bu quasi-kristaller atom istiflemenin (atomic packing) geometrik kâidelerine muhalifti.


Şaşırtıcı desenler

Mevzubahis olan desenler bağ (girih) olarak isimlendirilir. Dolambaçlı çizgilerin birbirine geçirilmesiyle oluşan poligon ve yıldız şekillerinden müteşekkildirler.

Bu haftaki Science dergisinin [sayı 315, sayfa 1106 – 1110, 2007] yazdığına göre, Lu ve Steinhardt’ın önerisine göre: Bağlar, beşgenlerden papyonlara kadar değişen az miktarda şekillerin permutasyonlarından üretilmektedir. Bu çiniler ortaçağ İslam matematikçilerince bilinen tekniklerle çizilebilmiştir.

Darb-ı İmam Şirin’deki çinilerin rekonstrüksiyonu

İslam sanatçılarının metotlarını açıklamak için oluşturdukları taslaklarda, çiniler bu şekillerle gösterilmektedir. Bu şekillerin kavramsal yapı bloklar olarak kullanıldığını doğrulamaktadır. Lu, kiremitlerin gerçekten yapıldığına dair delil bulamadı. “Fakat yapıldıklarını tahmin etmekteyiz, böylece kiremitler binanın üzerine gerçek çininin döşenmesinde taslak olarak kullanıldılar.” demektedir. Lu ilaveten “Kiremitlere sahipseniz, birkaç basit kuralı takip ederek kompleks desenler hatta quasi-kristal desenler yapabilirsiniz.” söylemektedir.

Quasi-kristaller beş, on ve oniki-kat simetri özelliğine sahiptirler. Tam bir çemberin beşte bir, onda bir veya onikide biri ile kendi üzerlerinde döndürülmeleriyle üst üste getirilerek elde edilebilirler.

Ancak bu geometrinin kâidelerini ihlal etmekteydi. Bal peteğindeki hexagonlardan farklı olarak, beş, on ve oniki kenarlı poligonlar boşluk bırakılmaksızın birleştirilemezler. Steinhardt Penrose’un karaloma (tiling) planının quasi-kristal desenler oluşturabileceğini göstererek problemi çözdü.

Darb-ı İmam Şirin üzerindeki bağ (girih) tasarımı neredeyse Penrose karolama (tiling) ile aynıdır. Desenin büyüleyen özelliklerinden biri, gerçek quasi-kristal gibi, düzenli gözükmesi fakat asla tamamen tekrarlamamasıdır.

Lu şunları söylemektedir: “Bunun bütünüyle düşünülmüş olduğunu tahmin etmekteyim. Desenin tekrarlar yapmaksızın genişletilmesini istemişler. Buldukları inşaat kâidesinin neticeleri ve matematik özelliklerinin muhtemelen farkında olmamalarına rağmen, sonuçta bugün anladığımız quasi-kristallere götüren bir şeye varmışlardır.”



Lu’nun Harvard Fizik Bölümünde konu ile ilgili yaptığı konuşmayı izleyebilirsiniz:
http://media.physics.harvard.edu/video/index.php?id=Peter_Lu_12_03_07_lg.flv

Ayrıca, konu ile ilgili olarak NewYork Times’da 27 Şubat 2007 tarihinde çıkan “In Medieval Architecture, Signs of Advanced Math (Ortaçağda, İleri Matematiğin İzleri)” habere de bakabilirsiniz.


4 Aralık 2008 Perşembe

Bir Kütüphane, Bir Efsane

Giriş

Geçmişe ait rivâyetlerin doğrulukları tarih ilmi sayesinde tetkik edilebilir. Aksi takdirde herkes bir şey ortaya atar ve böylece hâdiseler hakkında sağlıklı bilgi edinilemez. Bundan dolayıdır ki günlük hayatımızda bize ulaşan haberleri hemen kabul veya red etmez; araştırır ve ona göre davranırız. Böylece, düşüncelerimizi ve hareketlerimizi makul sınırlar içinde tutmuş oluruz.

İskenderiye Kütüphanesi’nin Müslümanlar tarafından yakıldığı hikayesini duymuşsunuzdur. Belki de hiç araştırma ihtiyacı duymadan inanmışsınızdır. Acaba hakikat bu mudur? Buna cevap olarak, tercümesini okuyacağınız makale yeterli bilgi sunmaktadır. Mehmet Mansur’un 1883 yılında eski harflerle neşrettiği Meşhur İskenderiye Kütüphanesi eseri, bildiğimiz kadarıyla, konu hakkında yazılmış tek Türkçe eserdir. Kitap, Ahmed Reşid Turnagil tarafından Fransızcaya tercüme edilmiş; ancak neşredilmemiştir. Hadisenin ele alındığı başka eserler de mevcuttur. Ahmet Cevdet Paşa Mukaddime Tercümesi'ne eklediği notta (Mukaddime - Osmanlı Tercümesi, Haz. Y. Yıldırım, S. Erdem, H. Özkan, M. C. Kaya, İstanbul, 2008, Cild III, s.104) hikayenin gerçek dışı olduğunu ve Arablardan önce kütüphanenin ihrak edildiğini yazmaktadır. Balcızâde Tahir Harimî Tarih-i Medeniyette Kütüphaneler (Balıkesir, 1931, sayfa 95-97) adlı kitabında İskenderiye Kütüphanesinden bahsetmekte, mezkur hikayeyi aktaran rivayetin çürüklüğünü dile getirmektedir. Abdülhak Adnan Adıvar, İlim ve Din adlı eserinin İslam ve Ortaçağ kısmında hikayenin bir hayal olduğunu söylemektedir. Corci Zeydan, Tarihu't-Temeddünni'l-İslamî (İslam Medeniyeti Tarihi) adlı eserinde yakılma hadisesinin Müslümanlar tarafından yapıldığını iddia etmektedir. Ancak yazar daha önce neşrettiği Tarihu Misri'l-Hadis (Yeni Mısr Tarihi) eserinde ise aksini söylemiştir. Ayrıca Arslan Terzioğlu'nun Vakıflar Dergisi, 1970 tarihli “İskenderiye Kütüphanesi Müslümanlar Tarafından Yakılmamıştır” makalesinde özellikle Avrupalı oryantalistlerin eserlerinden istifade edilerek hadisenin gerçeği yansıtmadığı gösterilmeye çalışılmıştır. Kütüphane hakkında daha tafsilatlı bilgi almak isteyenler Mustafa el-Abbadi’nin UNESCO tarafından yayınlanan The Life and Fate of the Ancient Library of Alexandria eserine ve Brill yayınlarından 2008 senesinde çıkan ve editörü olduğu What Happened to the Ancient Library of Alexandria? eserine müracaat edebilirler.

Kütüphanenin bir tasviri. (Kaynak: www.bibalex.org)

What Happened to the Ancient Library of Alexandria? eserinde Bernard Lewis tarafından yazılmış olan “The Arab Destruction of the Library of Alexandria: Anatomy of a Myth” isimli makalenin tercümesi yapılmıştır. Tercüme esnasında, makaledeki cümlelere sadık kalmak kaydıyla anlaşılabilirlik ön planda tutulmuştur. Ayrıca tercüme içerisinde gerekli yerlere açıklamalar köşeli parantez [] arasında yapılmıştır.

İskenderiye Kütüphanesi’nin Araplar Tarafından Yıkımı: Bir Efsanenin Anatomisi

Bernard Lewis*

Çok kuvvetli delillere rağmen, bazı yazarlar hâlâ M.S. 642 yılında şehir fethedildikten sonra Halife Ömer’in emriyle Büyük İskenderiye Kütüphanesi’nin Araplar tarafından yıkıldığı hikayesine inanma eğilimindedir ve hatta bu hikayeyi tekrar ederler. Kaynakları, amacı, kabulü ve reddi açısından bu hikaye, bunun gibi tarihi efsanelerin nasıl ortaya çıktığı ve kısa bir süre içinde nasıl yayıldığı konusunda dikkate değer bir örnek sunmaktadır.

Oxford Üniversitesi’nde Arapça profesörü olarak görev yapmış olan Edward Pococke, Ebu’l-Ferec ismiyle de bilinen Suriyeli Hıristiyan yazar Barhebraeus’un Arapça eserinin Hanedanların Muhtasar Tarihi kısmını, Latince çevirisiyle birlikte yayınladı1. Böylece bu hikaye ilk olarak Batı ilim dünyasına 1663 yılında sızmış oldu. Bu hikayeye göre, Arapların komutanı Amr bin Âs, Dilbilimci John’un (Ioannes-Gramerci Yuhanna) itirazlarını kabule ve kütüphaneyi yıkmamaya meyilliydi. Ancak Halife başka türlü emir verdi: “Eğer bu Yunanlıların yazmaları Allah’ın kitabıyla uyuşuyorsa, bunlar faydasızdır ve korunmalarına gerek yoktur; yok eğer uyuşmuyorlarsa, bu kitaplar zararlı ve yok edilmelidirler.”2 Hikayenin devamında kütüphanedeki kitaplar gerektiği şekilde şehirdeki dört bin hamama dağıtıldığı ve böylece hamamların neredeyse altı aylık ısınma ihtiyacı karşılandığı yazmaktadır.

1713’ün başlarında ünlü Fransız oryantalist papaz Eusebe Renaudot, İskenderiye Patrikleri Tarihi’nde hikâye hakkında “güvenilmez” hükmünü yazarak şüphesini dile getirmiştir3. İşin garibi, Renaudot’nun metni Latince olmasına rağmen, “güvenilmez” kelimesi Yunancaydı. Belki de bu bir tedbirdi. İyi hikayeyi kaçırmayacak biri olan büyük İngiliz tarihçisi Edward Gibbon, hevesle bunu nakletmekte ve devamında şöyle demektedir: “Şahsen, şiddetli bir şekilde olayları ve sonuçlarını reddediyorum.”4 Bu reddiyeyi açıklamak için, Gibbon hikayenin güvenilirliği hakkında iki temel argüman verir: Hikaye ilk defa iddia edilen olaylardan altı asır sonra ortaya çıkmıştır ve böyle bir olay her halükârda Müslümanların inançlarına ve uygulamalarına muhaliftir. Her iki argüman, en azından, inandırıcıdır; ancak hikaye hâlâ yaşamaktadır.

O zamandan beri, diğer Batılı ilim adamlarından bir grup hikayeyi incelemiş ve çürütmüştür. 1902’de Alfred J. Butler5; 1911’de Victor Chauvin6; 1923’de, birbirlerinden bağımsız olarak, Paul Casanova7 ve Eugenio Griffini8,9. Bazıları hikayenin içerdiği imkansızlıkları ele aldı. Arapların fethinden sonraki yüzyıllara kadar kâğıt henüz Mısır’a girmemişti. O zamandaki kitapların hepsi olmasa da çoğu yanmayan parşömen üzerine yazılmıştı. Hamamların ocaklarını o kadar uzun süre yanık tutmak için kütüphanede en az 14 milyon kitabın bulunması gereklidir. Diğer bir çelişki, Barhebraeus’un hikayesine göre Amr’a kütüphanesi için ricada bulunan John Philoponus (John the Grammarian) önceki yüzyılda yaşamış ve ölmüştü. Her hâlükârda, kütüphanenin, Arapların Mısır’a varmasından çok önce yıkıldığına dair sağlam delil vardır.

Diğer ilginç bir detay: XIV. yüzyıl tarihçilerinden İbn Haldun benzer bir hikâye anlatmaktadır: Hikâye, İran’da Farsça, muhtemelen Zerdüşt kitaplarının saklandığı bir kütüphanenin, Halife Ömer’in çok benzer kelimelerden müteşekkil emriyle yıkılmasını konu alır10. Bu da hâdisede efsanevî veya folklorik bir köken olduğunu göstermektedir.

Şimdiye kadar, hikayeye karşı kullanılan en güçlü argüman ise, isnat edildiği delilin zayıf ve yakın zamanlara ait olması argümanıdır. Batılı tarihçilerin esas kaynak olarak kullandıkları Barhebraeus, 1226-1289 yılları arasında yaşamıştır. Sadece iki kaynağı vardır. Hikayeyi bunların birinden kopyalamıştır. Bu ikisi de ondan birkaç on yıl önce yaşamıştır. En erken kaynak Bağdatlı hekim olan Abdullatîf’dir. 1203 yılında Mısır’da bulunmuştur. Mısır seyahatini özetlediği eserinde “Halife Ömer’in radiyallahü anh izniyle Amr bin Âs tarafından yakılan kütüphane” ifadesi geçer11. Mısırlı bilgin İbnü’l-Kıftî, yaklaşık 1227 yılında bilginlerin tarihine dair eserini yazmıştır. Bu eserinde, efsanenin dayandığı hikayeyi anlatırken, Dilbilimci John’un biyografisini de eklemiştir. Anlatımı şöyle sonlanmaktadır: “O zamanda mevcut olan hamam sayısı bana söylenmişti. Ancak sayıyı unuttum. Hamamların altı ay boyunca ısıtıldığı söylenir. Bu hikayeyi dinle ve şaş!”12. Barhebraeus, İbnül-Kıftî’nin hamamların sayısı hakkındaki sözleri hariç, onun eserini izlemiştir. Bu sayı, içerikleri oldukça farklı diğer Arapça kaynaklarda belirtilmiştir.

Arapların İskenderiye Kütüphanesini yaktığı hikayesini kabul etmek için, bu kadar dramatik bir olayın nasıl olur da hem zengin Ortaçağ İslam tarih literatüründe; hem de Koptik ve diğer Hıristiyan kiliseleri ile Bizans ve Yahudi literatüründe yer almadığını; veya Büyük Kütüphanenin yıkımının kayda değer olduğunu düşünen herhangi biri tarafından fark edilip bahsedilmediğini açıklamak gerekir. [Koptik tarihçi ve Nikiu (İznik) piskoposu John, ömrünün büyük bir kısmını yedinci yüzyılın ikinci yarısında geçirmiştir ve Arap fethine yakın bir zamanda yaşamıştır. Bir çok olayları kayda geçirmiş; ancak Müslümanlara karşı açık düşmanlığına rağmen, söz konusu hikaye hakkında en ufak bir ip ucu dahi vermemiştir.13] Tüm bu itirazlara rağmen hikayenin hâlâ sürmesi ve tekrar edilmesi efsanenin gücünün devamına delildir.

Böyle efsaneler genellikle iki yoldan birinde ortaya çıkar ve iki amaçtan birine hizmet etmek için kullanılırlar. Bazısı, kendiliğinden ortaya çıkan tavır olarak nitelendirilen folklor, efsane ve hatta şiirden doğmaktadır; diğerleri kasıtlı olarak üretilirler, ve genellikle yanlış veya uydurulmuş yazılı delillerle desteklenirler. Böyle uydurmalar bazen şaşırtıcı bir şekilde uzun yaşarlar. Bunlardan bazısı, bir kişiyi, bir davayı veya bir olayı müdafaa etmek ve doğrulamak için savunma amaçlı olarak kullanılır. Diğerleri ise düşman olarak algılanan şeyin meşruluğunu ortadan kaldırmak ve o şeye saldırmak amacına hizmet eder. Modern terimle ifade edersek, böyle hikayeler ve uydurmalar propaganda olarak tarif edilebilir. Propagandacı için etkileyici ve ikna edici olmak önem taşır, gerçekler ve doğrular değil.

Benzer hayalî hadiselere iki örnek kâfidir. Birincisi, uzun zaman hayli tesir icra etmiş çok meşhur bir tarihî uydurma olan sözde Konstantin hibesidir. Bu hibe, ilk Hıristiyan Roma imparatoru Konstantin tarafından, Roma Piskoposu [papa] Silvester’e verildiği söylenen bir belgede geçmektedir. Bu belge, papanın dinî otoriteden ayrı olarak dünyevî gücüne de dayanak olarak kullanılmıştır. Bu belgenin dördüncü asırda yazıldığı iddia edilirdi. İlk olarak sekizinci asırda ortaya çıkmış ve çok uzun zaman yürürlükte kalmıştır. Nihayet onbeşinci asırda sahteliği ortaya çıkarılmıştır. [Papalar bir zamanlar bütün Batı’nın Roma İmparatoru Konstantin tarafından bir vesika ile kendilerine bahşedildiği ve buna dayanarak bütün krallar üzerinde dinî ve dünyevî tek otorite olma iddiasındaydılar. Hatta kendilerine karşı çıkan kralları aforoz ve enterdi ile tehdit ederler; çekindiklerini ise bir daha dönmeyecekleri kuvvetle muhtemel olan haçlı seferlerine teşvik ederlerdi. Zamanla bu vesikanın sahteliği ortaya çıktı ve krallar birer ikişer papanın üzerlerinde hiç değilse dünyevî otoritesini kabulden kaçınmaya başladılar14.]

Bu sefer saldırma amacıyla kullanılan ve yakın zamana ait ikinci bir örnek: Siyonist Önderlerin Protokolleri’dir15. Bunlar ondokuzuncu yüzyılın sonlarında Fransa’da Çarlık Rusya’sı gizli polisi adına hazırlanmıştır. Sahtekârlar bu protokolleri, Yahudilerden hiç bahsetmeksizin, III. Napolyon’a karşı Fransız propaganda broşüründen ve önemsiz bir ondokuzuncu yüzyıl Fransız romanından uyarladılar. Bu silah ile Çarlık gizli polisi en önde gelen iki düşmanının itibarını aynı zamanda düşürdü. Bunu, Yahudilere devrimci komplolar ve devrimcilere de Yahudi fikirleri isnat ederek yaptılar. Sözde Protokoller, Nazi Almanya’sı ve onların taraftarları ve taklitçilerinin propaganda kampanyalarında, başka yerlerde kin ve zulmü meşrulaştırmak için ziyadesiyle kullanıldı. Tarihî analizlerle, ve hatta birkaç ülkede mahkemeler tarafından sahteliği defalarca gösterilmesine rağmen, bir meselenin doğruluğunu göstermek isteyen ve delillerin güvenirliğiyle ilgilenmeyen propagandacıların favorisi olarak kaldı.

İskenderiye Kütüphanesi’nin Araplar tarafından yıkımı efsanesi, düzmece bir belgeyle dahi desteklenmiyor. Hikayenin neye hizmet ettiği ise merak konusudur. Sık sık dile getirilen ve muhakkak bu günlerde popüler bir epistomoloji ekoluyla uyumlu olan bir cevap şöyledir: Hikaye, düşman gruplar tarafından, saygı değer Halife Ömer’i kütüphaneleri yıkıcı olarak göstererek, İslamiyetin ismini karalamak amacıyla İslam karşıtı propaganda için kullanılmaktadır. Ancak, bu izah efsanenin kendisi kadar saçmadır. Hikayenin orijinal kaynakları Müslümanlardır. Tek istisna ise hikayeyi Müslüman bir yazardan kopyalayan Suriyeli Hıristiyan Barhebraeus’dur. Efsanenin ortaya çıkarılması değil de çürütülmesi, Avrupalı oryantalistlerin başarısıdır. Onsekizinci yüzyıldan günümüze kadar hikayenin yanlış ve saçma olduğunu dile getirdiler. Böylece Halife Ömer’i ve ilk Müslümanları bu iftiradan temize çıkardılar. [ Bu konuda en kapsamlı çalışmayı Mustafa El-Abbadi yapmıştır. Bunu hem Arapça kaynaklara hem de eski Yunan ve Roma eserlerine hakim olması sayesinde başardı. UNESCO tarafından yayınlanan The Life and Fate of the Ancient Library of Alexandria adlı eserinde olayları etraflıca izah etmektedir. ]

[Abdullatîf Bağdadî’nin Mısır’ı ziyareti Fâtımî devletinin sonuna denk gelmektedir. Fâtımîler felsefeden özellikle Eflatun felsefesi, Yeni Eflatunculuk ve Pisagor felsefinden etkilenmişlerdir16. Hikayenin çıkışı ile ilgili olarak R. S. Mackensen şunları söylemektedir: “Muhtemelen hikaye, Yunan biliminden kalanlara çok büyük hayranlık duyan; fakat bu bilimlerin çok azının kaldığından yakınan ve aynı zamanda ilk halifelere çok az saygı duyan bid’at ehli Müslüman bilginler arasında doğmuştur. Fâtimî sarayına girip çıkan ve Mısır’daki devletlerine Salahaddin Eyyubî tarafından son verilen üst düzey İsmâilî bilginleri arasında böyle bir şey elbette düşünülebilir. Hazret-i Peygamberden sonra Müslümanların gerçek başı olması gerektiğini düşündükleri Hazret-i Ali’yi engellediğine inandıklarından, Hazret-i Ömer’i ve elçilerini cahil vandallar olarak göstermekte hiçbir tereddüt hissetmeyeceklerdir.”17]

Ancak efsane, düşmanlar tarafından değil de, Müslümanlar tarafından oluşturulmuş ve yayılmış ise muhtemel âmil ne olabilir? Cevap, Paul Casanova’nın yorumunda neredeyse tamamen geçmektedir. Hikayenin ilk ortaya çıkışı onüçüncü yüzyılın başlarında olduğundan, onikinci yüzyılın sonlarında yani, büyük İslam kahramanı Salahaddin zamanında mevcut olmalıydı. O, sadece Haçlılara karşı kazandığı zaferler ile değil; Müslüman çevre için belki de daha önemlisi, aynı zamanda Kahire’deki İsmâilî mezhebiyle İslam birliğini asırlarca tehdit eden sapkın Fâtımî hilafetine son verdiği için de popülerdir. Abdullatîf, Salahaddin’in hayranı idi. Onu ziyaret etmek için Kudüs’e gitti. İbnü’l-Kıftî’nin babası Salahaddin’in taraftarı idi ve Salahaddin onu yeni fethedilen şehre kadı olarak atadı.

Kahire’de Sünnîliği geri getirdikten sonra Salahaddin’in öncelikli görevlerinden biri Fatımî koleksiyonlarını ve hazinelerini dağıtmak ve onları açık artırmada satmaktı. Bunlar hayli fazla idi ve büyük ihtimalle tamamı İsmâilî kitaplarıyla doluydu. Bir kütüphanenin dağıtılması, sapkın fikirlerle dolu kitaplar içerse bile, uygar ve okumuş bir toplumda büyük tepki uyandırabilir. Efsane açık bir gerekçe sağlamaktadır. Efsanenin bir hayalden üretilmesi şüphelidir. Büyük ihtimalle bunu kullananlar o zaman yaygın olan folklorik materyalleri aldılar ve zamana uyarladılar. Bu yoruma göre hikayedeki mesaj; bir kütüphane yıktığından dolayı Halife Ömer’in barbar olması değil; saygı duyulan Halife Ömer bu yıkımı onayladığından kütüphane yıkımının haklı gösterilebilir olmasıdır. Böylece bir daha, çok sık olduğu gibi, ilk dönem İslam kahramanları, sonraki Müslüman propagandacılar tarafından öncekilerin hiç duymadığı ve belki de göz yummayacağı olaylar ve politikalara onay vermek için kullanılmıştır18.

[Yukarıdaki açıklamaya şöyle itiraz edilebilir: Toplumun çoğu İsmâilî fırkasında iseler, bu fırkadakiler hikayede adı geçen halifeye itimat etmediklerinden, hikayenin ortaya atılması anlamsız olmaktadır. Yok eğer toplumun çoğu Sünnî ise böyle bir hikaye uydurmaya gerek olmaz. Çünki Sünnî halk, İsmâilî kitaplarının bırakın satışına razı olmayı, muhtemelen imhasına bile razıdır. İsmailiye mezhebinin fikir yapısını oluşturan İhvanü’s-safa mecmuaları, büyük ölçüde Yunan felsefesinden mülhemdi. Bu sebeple İsmailîler, Yunan felesoflarının eserlerinin imhasını, kendi eserlerinin imhasıyla bir tutmuş olabilir.]

Böylece hayranları ve daha sonra muhaliflerinin itham ettiği bu olaydan, Halife Ömer ve Amr bin Âs kesin olarak temize çıkarıldılar.

[Kütüphaneyi Müslümanlar yıkmadıysa kimler yıktı? İskenderiye Kütüphanesi Hz. İsa'nın doğumuna 47 sene kalıncaya kadar ilim erbabının başvurduğu bir yer olarak asli durumunu muhafaza etmiştir. Conrad Malte-Brun'un coğrafya kitabının "İskenderiye" bahsinde, Enrico Cialdini'nin umumi tarihinde ve Roma devletleriyle ilgili diğer tarih kitaplarında belirtildiğine göre, Roma devletinin yönetim biçimini imparatorluğa dönüştürürken Caesar'ın, önceleri rakibi iken daha sonra mağlup ettiği Pompey'i takip ederek İskenderiye şehrine varmıştır. Bu sırada Mısır'da patlak veren bir ihtilal esnasında çıkan yangında kütüphane tamamen yanmıştır. Bir rivayete göre Bergama kütüphanesinden 200 bin kitap İskenderiye'ye hediye edilmiştir. Böylece İskenderiye Kütüphanesi ikinci kez yeniden yapılmış ve bu kitaplarla tekrar canlandırılmıştır.

Theodosius-I ve Justinianos adlı Rum imparatorların yalnızca Hıristiyanlığı yayıp umumileştirmek maksadıyla şiddetli tedbirler almışlar. Libanius adlı tarihçinin rivayetine göre, bu tedbirlerin etkisiyle oluşan ruhban taifesi güzel eserleri yıkıp tahrip etmiştir. Bundan İskenderiye Kütüphanesi de nasibini almıştır. Hicretten takriben 200 sene evvel (391 yılında), İskenderiye piskoposu Theophilus'un liderliğindeki ruhbanlar tarafından Serapium mabedi ve bitişiğindeki Kütüphane yerle bir edildi.19]

* Princeton Üniversitesi, Yakın Doğu Çalışmaları Bölümünden emekli Profesör. Doktorasını Londra Üniversitesi, Doğu ve Afrika Çalışmaları Okulu'ndan İslam Tarihi sahasında yaptı. Araştırma, ders ve yayınları İslam'ın başlangıcından günümüze kadar olan periyodu kapsamaktadır.

[1] Barhebraeus, Historia compendiosa dynastiarum, Arapça metin ve Edward Pococke’un Latince tercümesi, Oxford, 1663.

[2] Metin için, a.g.e. bakınız, sayfa 180; tercüme, sayfa 114.

[3] Eusèbe Renaudot, Historia patriarcharum Alexandrinorum Jacobitarum a.D. Marco usque ad fınem sæculi XIII, Paris, 1713.

[4] Edward Gibbon, The History of the Decline and Fall of the Roman Empire, editör J.B. Bury, London:Mathuen, 1901-1917, cilt 5, sayfa 482,

[5] Alfred Joshua Butler, The Arab Conquest of Egypt and the Last Thirty Years of the Roman Dominion, ikinci baskı P.M. Fraser, Oxford:Clarendon Press, 1978, sayfa 401.

[6] Victor Chauvin, Le Livre dans le monde arabe, Brussels, 1911, sayfa 3-6.

[7] Paul Casanova, “L’incendie de la Bibliothèque d’Alexandrie par les Arabes”, Academie des Inscriptions et Belles Letters, Comptes Rendus des séances de l’Année 1923, 163-171.

[8] Eugenio Griffini, “Fî sebîl el-hakk ve’t-ta’rîh: el-hakîka fî harîk mektebet el-İskenderiyye”, El-Ahram, Ocak 21, 1925.

[9] Giuseppe Furlani, “Sull!incendio della biblioteca di Alessandria”, Aegyptus 5, 205-212, 1924.

[10] Edward Gibbon, a.g.e, cilt 5, sayfa 483.

[11] ‘Abdullatîf Bağdadî, Kitâb el-ifâde ve-l-i’tibar fî el-umûr el-muşâhede ve-l-havâdis el-mu’âyene bi-ard Misr, editör Ahmed Hassân Sabânû, Şam, 1983, sayfa 52.

[12] İbn el-Kıftî, Tarîhü'l-Hukemâ, editör Lippert, 1903, sayfa 354.

[13] Nikiu Piskoposu John, Tarih Yuhena el Nikiusî, Habeşçeden tercüme eden ve notlandıran Ömer Saber, Kahire, 2003. İngilizce tercümesi; The Cronicle of John, Bishop of Nikiu, trc. R.H. Charles, 1916.

[14] Charles Seignobos, Avrupa Milletlerinin Mukayeseli Tarihi, Trc: S. Tiryakioğlu, İstanbul, 1960, sayfa 166.

[15] Protokoller hakkında çok fazla yayın bulunmaktadır. Yakın zamanda yazılmış güzel bir kitap: Hadassa Ben-Itto, The Lie that Wouldn’t Die: The Protocols of the Elders of Zion, London:Valletine Mitchell, 2005.

[16] Farhad Daftary, Mediaeval Isma'ili History and Thought, Cambridge University Press, 2001, sayfa 4.

[17] Ruth Stellhorn Mackensen, “Background of the History of Moslem Libraries,” The American Journal of Semitic Languages and Literatures, cild. 51, no. 2, 1935, sayfa 114-125.

[18] Örnek için buraya bakabilirsiniz “Historical Precedents of Imam’s Ruling against Rushdie”, Tehran Times International Weekly, 23 Ocak, 1989.

[19] Mehmed Mansur, Meşhur İskenderiye Kütüphanesi, Günümüz Türkçesine aktaran Dr. Fahri Unan, Ankara, 1995.

17 Kasım 2008 Pazartesi

Osmanlı'da Adalet

Hebrew Üniversitesinde İslam Tarihi profesörü olan Haim Gerber belki de Osmanlı hukuk yapısını ve özellikle Osmanlı mahkemelerini en iyi anlayan yabancı ilim adamlarındandır. Türkçeye henüz tercüme edilmemiş “State, society, and law in Islam : Otttoman law in comparative perspective” isimli kitabından Osmanlı mahkemelerinde sınıf ve statü üzerine birkaç iktibas yapacağım (sayfa 55-57) [1]:

As raw material I have used the collection of court cases by Dabbagzade Numan. On inspection, the collection was found to contain 140 cases of real litigation - that is, cases that had one plaintiff and one defendant and that were resolved judicially. I have analyzed all these cases in terms of the status of the litigants within Ottoman society, which means that a person would be classified according to one of the following categories: (1) as an askeri - that is, a member of the official class; (2) as an alim - that is, a religious functionary of some sort; (3) as a commoner - that is, an ordinary Muslim; (4) as a woman; and (5) as a non-Muslim.
Ham materyal olarak, Debbağzade Numan'ın hazırlamış olduğu dava koleksiyonunu (Tuhfetü's-Sukuk) [2] kullandım. Koleksiyon 140 gerçek hukuk davası içermektedir- davalarda bir davacı ve bir davalı vardır ve hukuki olarak çözümlenmişlerdir. Tüm bu davaları, davacı ve davalıların Osmanlı toplumu içindeki statüleri açısından analiz ettim. Bireyler sözü edilen kategorilerden birine göre sınıflandırılabilirler: (1) askeri - yani resmi görevliler sınıfının bir üyesi; (2) âlim - yani dini görevli; (3) avam - sıradan Müslüman; (4) kadın; ve (5) gayri-Müslim.


Mary Baumgartner's conclusion was emphatic that in New Haven it was mainly aristocrats who initiated lawsuits. But in the society under study, in all but a few cases, it was the social underdog who initiated the case - women versus men, non-Muslims versus Muslims, commoners versus members of the elite. The court is seen mainly as a tool of the common people to defend a modicum of legal rights.
Mary Baumgartner'ın New Haven'deki (Amerika'nın Connecticut eyaletinde bir şehir) davaların çoğunluğunu aristokratların açtığı sonucu önemlidir. Ancak, üzerinde çalıştığımız toplum, bir kaç dava hariç hepsinde, sosyal olarak güçsüz olanlar -kadına karşı erkek, gayrı-Müslime karşı Müslüman, avama karşı elitler - davaları açmaktadır. Mahkeme çoğunlukla, avamın hukukî haklarını bir nebzede olsa savundukları bir araç olarak görülmektedir.


Of course, the most important question to be considered here is the outcome of such lawsuits in terms of social class. Whereas in colonial New Haven the upper class had a clear advantage, this is distinctly not so here. Women won seventeen of twenty-two cases against men; non-Muslims won seven of eight cases against Muslims; commoners won six of eight cases against askeris. Only in the category of commoners against religious doctors do we find a tie of ten cases each. Thus the shari'a court in the area under study cannot be said to have been a tool of the upper class. On the contrary, it seems more proper to view it as a means for people of the lower classes to defend themselves against possible encroachments by the elite.
Şüphesiz, burada düşünülmesi gereken en önemli sual böyle davaların sosyal sınıf açısından sonuçlarıdır. Oysaki New Haven kolonisinde üst sınıf açık bir avantaja sahiptir, bu açık olarak Osmanlı mahkemesinde yoktur. Kadınlar erkeklere karşı oldukları 22 davanın 17'sini kazanmışlar; gayri-Müslimler Müslümanlara karşı oldukları 8 davanın 7'sini kazanmışlar; avam askerilere karşı oldukları 8 davanın 6'sını kazanmış. Sadece avamın dini görevlilere karşı açtıkları davalarda ise başa baş bir durum görülmektedir, her biri 10 dava kazanmıştır. Bu nedenle, Şeriyye mahkemelerinin üst sınıfın bir aracı olduğu söylenmez. Aksine onu, düşük sınıftaki insanların kendilerini elitlerin zararlarına karşı müdafaa etmelerine bir imkan olarak görmek daha münasib gözükmektedir.

Referanslar

[1] Haim Gerber, State, society, and law in Islam : Ottoman law in comparative perspective, New York, 1994.
[2] Tuhfetü's-Sukuk adlı kitabın Evkaf-ı İslamiye Matbaası, 1843 baskısının pdf haline buradan ulaşabilirsiniz [yaklaşık 29 MB]. Hukuk tarihi ve İslam hukuku profesörü Ekrem Buğra Ekinci Ateş İstidası adlı kitabında (İstanbul, 2001, s.47) sükûk geleneği hakkında şu bilgileri vermektedir: "İslâm hukukunun neredeyse ilk devirlerinden beri mahkeme kararlarının yazıya geçirildiği görülmektedir. Hz. Ali ve Basra kadısı Ebû Mûse’l-Eş’arî’nin kimi dâvâ hükümlerini tescil ettiği bilinmektedir. Hicretin 40. yılında Halîfe Muâviye tarafından Mısır’a kadı tayin edilen Süleym bin Itr, bir miras dâvâsında hükmettikten sonra vârislerin bu hükmü görmezlikten gelerek meseleyi tekrar mahkeme önüne getirdiklerini farkedince hükmü iki şâhid tutarak tescil etmek gereğini görmüş ve ikinci talebi reddetmişti. Yine meşhur hukukçu İbni Şübrime de Kûfe’de kadılık yaptığı sırada (Hicretin 120. yılında) halk arasındaki dâvâların arttığını görmüş ve hükümleri tescil etmeye başlamış, daha sonra bu husus bütün İslâm ülkelerinde yaygınlaşmıştı. Bu sahada fıkıh ilminin bir alt disiplini olarak ilm-i sakk veya ilm-i mahâdır ve sicillât denilen bir metod da doğmuş, mahkeme kararları kâtiplerce kayda geçirilegelmiştir. Mahkeme kâtiblerine yardımcı olmak üzere bu klişe ifadelerin bulunduğu sükûk kitabları yayınlanmıştır [Bu sükûk kitaplarının Osmanlılar zamanında yazılıp basılmış en meşhurları Çavuşzade Aziz Efendi’nin Dürrü’s-Sükûk’u ile Şânizade’nin Envarü’s-Sükûk ve Ziyaeddin Efendi’nin Sakk-ı Cedid’idir. İlki 1288, son ikisi de bir arada 1243 tarihinde İstanbul’da basılmıştır]. Osmanlılarda da kadılar görev yaptıkları mahkemelerde birer sicil defteri tutarlar, gördükleri bütün dâvâlara ilişkin hükümleri buraya kaydederler, görev süreleri bitince de halefleri olan kadılara bu defteri teslim ederlerdi. Kaldı ki mahkemeler verdikleri hükümlerin birer suretini de talep ederlerse belli bir ücret karşılığında ilgililere verirlerdi. Yani icabında mahkemeden bir dâvâya dair hüküm çıkartmış olan bir kimse aynı dâvânın bir daha görülmesini önlemek için elindeki bu eski hükmü de ibraz edebilirdi".

13 Kasım 2008 Perşembe

Kriptolojinin Kökenleri

Bilgi çağında yoğun bir kullanım sahası bulan kriptolojinin ne olduğunu bilmeyen yoktur herhalde... TDK Sözlüğünde "Gizli yazılar, şifreli belgeler bilimi veya incelemesi" olarak tanımlanan kriptoloji, günlük hayatımızın bir çok safhasında bizlerin bilgi güvenliğini sağlıyor.

Şimdi biraz geçmişe gidelim. Kriptolojinin kökleri çok eski devirlere dayanmaktadır. David Kahn, meşhur kriptoloji tarihinde, “Kriptoloji Araplar arasında doğdu”[1] demektedir. Bu konuyu, Prof. Dr. İbrahim A. El-Kadi [2] "Origins of Cryptology: The Arab Contributions (Kriptolojinin Kökenleri: Arapların Katkısı)" isimli makalesinde detaylı olarak ele almaktadır. Makalenin özetinde şunlar yazmaktadır[3]:
Yakın zamanda keşfedilen eski yazmalar kriptolojinin kökeninin ve Arapların katkısının, evvelce sanılandan daha eski ve daha yoğun olduğunu göstermektedir. Avrupa dillerindeki ‘cipher’ kelimesi Arapça sifr kelimesinden gelmektedir. Kriptoloji üzerine bilinen en eski kitabın yazarı olan IX. Yüzyıl Arap bilim adamı el-Kindî kendisinden 300 yıl öncesine atıfta bulunmaktadır. Bu makale yeni keşfedilen el-Kindî, İbn Adlân ve İbn ed-Dureyhim’in kitaplarını esas alarak bazı Arap kriptolojicilerin özel katkılarının altını çizmektedir. Arap kriptolojisinin ortaya çıkışı ve ilerlemesinin arkasındaki faktörler tartışılmıştır. Makalede bildirilen keşifler kriptoloji tarihinin sınırlarını yaklaşık 500 yıl daha geriye çekmektedir.

[1] David Kahn, The Codebreakers: The Story of Secret Writing, New York: Macmillan, 1967, sayfa 93.

[2] 1984 senesinde Standford Üniversitesi Elektrik Mühendisliğinden doktorasını alan El-Kadi, haberleşme sahasında çalışmaktadır. 

[3] Ibrahim A. Al-Kadit, "Origins of Cryptology: The Arab Contributions", Cryptologia, Cild:16, Sayı:2, sayfa 97-126, 1992.