16 Ekim 2009 Cuma

Zîc

İslam medeniyetindeki astronomi literatüründe önemli bir tür de zîc olarak isimlendirilen elkitaplarıdır. Zîc kelimesi (Arapça çoğulu ezyâc, zîcât ve ziyace) Arapça’ya Farsça’dan geçmiştir (Farsça’da tel, şerit manasındadır). Ortaçağ Latince’sinde zich veya zîcin marife hali olan ez-zîc’den esinlenilerek ezich olarak kullanılmıştır [1].

Zîcler, güneş, ay ve gezegenlerin pozisyonlarını içeren tabloları ihtiva ederler. Bu elkitapları genellikle trigonometrik tabloları, ayın görülebilirlik ve namaz vakitleri tabloları, coğrafî tabloları, yıldızların pozisyonlarını gösteren tabloları da içermektedir. Bazen de teori ispatları ve açıklamaları, tabloların hesaplanmasında esas alınan gözlem raporları muhtevaya dahil edilmiştir. Bir zîc yaklaşık 150-200 sayfa arasındadır [1, 2].

İslam dünyasında en çok kullanılan zîcler, Ebu’l-Vefâ Buzcânî, el-Bettânî, İbn Yûnus, Nasîruddin Tûsî ve İbnü’ş-Şâtir’in zîcleridir. Uluğ Bey’in Zîc-i Hâkânî ya da Zîc-i Gürganî adıyla meşhur zîci, XV. asırdan sonra en çok kullanılan zîc olma niteliğini kazanmıştır [3]. Uluğ Bey'in bu zîci 1665 tarihinde Oxford'da izahlı bir şekilde Latice'ye tercüme edilerek neşredilmiştir [4].


Referanslar

[1] E.S. Kennedy, A Survey of Islamic Astronomical Tables, 1956, s. 2-3.

[2] Mohammad Bagheri, Books I and IV of Kûshyâr Ibn Labbân’s Jâmi’ Zîj: An Arabic Astronomical Handbook by an Eleventh-Century Iranian Scholar, 2006, s. X.

[3] Cevat İzgi, Osmanlı Medreselerinde İlm, Cild 1, İstanbul, 1997, s. 413.


12 Ekim 2009 Pazartesi

Kopernik ve Osmanlı

1510 yılında Kopernik yeni teorisinin kısa bir genel takdimini Commentariolus adlı risale ile yaptı. Bu risalesinde, dünyanın güneş sisteminin merkezi olmadığı, sadece ay yörüngesinin merkezi olduğu ve bütün gezegenlerin güneş etrafında döndükleri anlatılıyordu. Ancak, sistemini birçok noktalarda eksik ve zayıf bırakmıştı. Latince De Revolutionibus Orbium Coelestium eserinin ilk baskısı 24 Mayıs 1543 tarihinde yazarın ellerine verildikten birkaç saat sonra Kopernik ölmüştü [1].

İslam dünyasının Kopernik astronomisi ile teması, Zigetvarlı Tezkireci Köse İbrahim Efendi’nin 1660’lı yılların başında Fransız astronom Noel Durret’in Novae Motuum Caelestium Ephemerides Richelianae adlı Latince eserini ilave ve düzeltmelerle Secencel el-Eflâk fî Gâyeti’l-İdrâk adıyla önce Arapça’ya, sonra Türkçe’ye tercüme etmesiyle olmuştur. Avrupa’da din-bilim çatışmasına yol açan güneş merkezli (heliocentric) kainat kavramı, Osmanlıda teknik bir mesele olarak görülmüş, daha sonra Batlamyus’un yer merkezli (geocentric) sistemine tercih edilmiştir [2]. 

Geocentric sistemden heliocentric sisteme geçişle ortaya çıkan koordinat değişikliğinin pratik hesaplamalar açısından bir tesiri olmamıştır. Tezkireci Köse İbrahim Efendi eserde şunları söylemektedir [3]: 

“1461 yılında Alman bilginlerinden Peurbach ve Regiomontanus, Alfonso Zîci’nin yanlışlarını tespit ettiler. Regiomontanus, zîci düzeltmek için gözlemlere başladıysa da ömrü yetmediğinden çalışmasını bitiremedi. Birkaç yıl sonra daha başarılı ve üstün olan Nikola Kopernik, Alfonso Zîci’nin yanlışlarını bulup temelinin sakat olduğunu anlayarak 1525 yılında yeni bir yol ortaya çıkardı.

…Sonra Kopernik yeni bir temel kurup Yer’in hareketli olduğunu varsayıp küçük bir zîc yaptı. Bu zîc kendisinden sonra Tycho Brahe zamanına kadar 60 yıl kullanıldı. 

Daha sonra Reine kıyılarında Tycho Brahe çok sayıda mükemmel aletlerle gözlemlerde bulunup Kopernik Zîci’ni düzeltmeye başladı... Ancak Bohemya Seferi çıktı. Zîcinin müsveddelerini bastırmak istedi ise de ömrü yetmediğinden başaramadı. Sonunda çağdaşı olan, Daina şehrinden Longomontanus, Tycho’nun zîcine yakın, yanlışı çok olmayan bir zîc meydana getirdi. 

Bundan sonra İspanya Kralı Rudolph’un yanında çalışan Kepler adlı bilgin Tycho’nun gözlemlerine dayanarak bütün yıldızlar için bir zîc tertip ederek Rudolph Zîci diye adlandırdı. Kendisinin de dediği gibi bu zîc yapılan gözlemlere bütünüyle uymuyordu. Çünkü Batlamyus’un gözlediği yıldızların yerleriyle, bu zîcinki birbirini tutmuyordu. Güneş ile ay tutulmaları da bu zîce uyum göstermiyordu. Sonunda Durret adlı bilginin Lansberge’nin zîcine dayanarak 30 yıl gözlemle meydana getirdiği zîcini, Tezkireci diye tanınan ben İbrâhim el-Zigetvarî getirtip tercüme ettim”.


Referanslar

[1] Robert B. Downs, Dünyayı Değiştiren Kitaplar, trc. Erol Güngör, İstanbul, 2008,  s.187,190.

[2] Ekmeleddin İhsanoğlu, Osmanlılar ve Bilim, İstanbul, 2003, s. 37.

[3] Ekmeleddin İhsanoğlu, a.g.e, s. 166-168.

"Tarih Tenkidinin Unsurları"

Avrupalı bir tarihçi Leon Ernest Halkin’in Elements de critique historique eserinin üçüncü baskısının tercümesinden  [Tarih Tenkidinin Unsurları, Trc. Bahaeddin Yediyıldız, Ankara, 1989] iktibaslarla tarih usûlü konusuna devam edelim. 

Mütercim önsözde metodoloji ile alakalı şunları yazmaktadır: “Her ilim dalında güçlükleri yenmenin yolu, o ilmin metodolojisinden geçer. Özellikle matematik gibi somut bir ispatlama veya tabiî ilimlerde olduğu gibi deneye dayanma imkanına sahip olmayan tarihin ilmîliği sırf metoduna bağlı bulunmaktadır”. 



Tarih, çok sayıda bilinmeyen değişken ihtiva etmektedir. Bu sebeple de, onun, kanunlar, diğer bir ifadeyle, hem geçmiş hem de gelecek için geçerli neticeler çıkarması güçleşmektedir. 
Tarih şâhitliklerle yazılır, tecrübelerle değil, ve bir savaş laboratuarda tekrarlanamaz. Artık kesinlikle yeniden üretilemeyecek olan hâdise, tarihin tam konusudur. s. 6



Tarih ancak, metodu, tarih tenkidi sayesinde ve yardımcı ilimlerin müdahalesiyle ilmîdir. Bunun içindir ki, araştırma, açıklama ve kontrol tarzının ciddiliği sebebiyle, geniş mânâda, tarihin bir ilim, -beşeri ilimlerin en beşerîsi,- olduğu müdafaa edilebilir. Lucien Febvre [1878-1956, Fransız tarihçi], mütevazî bir şekilde, tarih “konusu kanunlar keşfetmek olmayan, fakat bize anlama imkanı sağlayan bir ilimdir” diye yazıyordu. s. 7



Tarihin bilinmesi, geleceği düşünmek için zarûrîdir: istikbâlin hayalleri, geçmişe karşı gelmek istedikleri zaman bile, kendi unsurları içinde, ona bağlı bulunmaktadır.
Tarih üzerinde tefekkür gerçekten tenkid zihniyetinin teşekkülüne katkıda bulunur, insanı tanımaya yardım eder. Tecrübî ilimlerde matematik ne ise beşerî ilimlerde de tarih odur; diğer bir ifâdeyle bu iki ilim, doğruluğun ve hakikatin teminatıdır. İnsan geçmişini ne kadar iyi tanırsa, onun o ölçüde daha az kölesi olur. s. 9



Tarihî hakikat, müşahhas hususiliği içinde geçmişin tasavvurudur. Bu hüküm, tarihçinin hem tarafsızlığını hem de objektifliğini gerektirir. Fakat, işte bu noktada meseleler çatallaşır, çünkü insan olarak tarihçi ve tarihî olarak olgu izafîliğin baskısına mâruzdur. Tarih bilgisi, şâhitlikleri takdir eden ve tartan tarihçiden ayrılamaz. Tarihî olgu ancak tarihçinin tasavvuru çerçevesinde algılanabilir. s. 11



Fénelon [1651-1715, Fransız ilahiyatçı, şair ve yazar], iyi tarihçinin “hiçbir döneme ve hiçbir ülkeye” mensup olmamasını istiyordu. Gerçekleşmesi mümkün olmayan ve hatta akıldışı bir temenni!
Tarih ancak ispat etme ve neticede yargıdır. O halde herşey, geçmişi değerlendirdiği gözlemevini seçen hâkime bağlıdır. Gerçeklik ressam için ne ise, tarihçi için de odur; nasıl ki tek bir manzara yoksa tek bir tarih de yoktur.
Tarih, içinde bulunulan zamandan hareketle, geçmişi düşünen her insanın içinde bulunduğu zaman muvacehesinde geçmişi kurmaktadır. s. 12



Şimdiki-zaman, tarihe kendi çözümlemesini empoze ettiği takdirde, onu bozar. Ancak, şimdiki-zaman, tarihe sorulacak soruların izâfî-ehemmiyeti hakkında bize bilgi verir.
Objektiflik, hakikatin peşinde olan tarihçinin gayretlerinin hedefi olarak kalmaktadır. 
Tarihçinin laboratuarı yoktur. s. 13



Tarihin elinden alınan şey, yalana terkedilir.  s. 15



Aslında önemli olan şâhitliğin tekididir. Tarihin mânevi kesinliği (certitude morale) ancak bu şâhitliğin otoritesine dayanır. Geçmişi biz ancak başkasının aracılığı sayesinde tanımaktayız. Eğer herbirimiz  tarihi kendi gözlemlerimize indirseydik, tarih çok kısa olurdu! Şâhitlik, kültürün ortak gelişmesinde lüzumlu bir rol oynamaktadır. s. 24



Tek şâhidin durumuyla karşılaşıyoruz. Onu atacak mıyız? Hukukla ilgili testis unus, testis nullus (tek delil, yok delil) kelâmı kibarının tarihte yeri yoktur. Bir şâhitliği mahkûm etmek değil, fakat daha ziyâde bir şâhide inanmak veya inanmamak söz konusudur. Ciddî, algılama gücü kuvvetli ve doğru bir insanın sözü, bizi kesin bir kanaate ulaştırmaya yetebilir, halbuki şüpheli birçok şâhidin tasdikleri de şüphelidirler. [Hadis ve fıkıh ilmi üzerine yazılmış eserlerde haber-i vâhid üzerinde durulmaktadır] s. 25 



Aşırı-tenkid yanılgısına düşen tarihçiler her şeyden kuşkulanırlar, hiç kimseye inanmazlar, açık seçik metinleri karanlık bulurlar, onları tashih etmek bahânesiyle bozarlar. “İncelikte kurnazlık ne ise tenkidde de aşırılık odur”. s. 28



…, tarihçinin sahip olması gereken güzel hasletler vardır: İncelik, açıklık, tevazu ve otokritik. Bütün bu kabiliyetler arasında sempati, tenkidi dengelemek için en zengin ve en lüzumlu bir haslettir. Sempati tarafgirlik değildir. Sempati, eski zaman insanlarının ruhunu anlamak arzusudur. 
Ne quid falsi audeat, ne quid veri non audeat historia! “Tarih yanlışı söylemeye veya doğruyu ketmetmeye cürette bulunmasın!”. Cicéron’un çok tekrarlanan bu sözü, son bir tenkid kaidesi değildir; bu formül, tarihçinin sâhip olması gereken, bütün formüllerden daha zarûrî ve daha ehemmiyetli bir ahlâk hükmüdür. s. 29



Tarih ancak tarih tenkidi ve yardımcı ilimler sayesinde ilmîdir. Fakat tenkid, tarihin özünü oluşturmaktadır, halbuki yardımcı ilimlerin hepsi ve her zaman ona lüzumlu değildir. Yardımcı ilimleri seçen tenkiddir. Onların müdahalesine karar veren, neticelerini takdir eden ve tarihî senteze onların katkısını sağlayan odur. s. 34



Filoloji, tarihin yardımcı ilimleri arasında imtiyazlı bir yer işgal eder. O, tarihçiler tarafından düzenli bir biçimde kullanılmış olan tek bilim ilim dalıdır. 
Filoloji nedir? Filoloji, “konusu metinlerin tesisi ve yorumu olan ilimdir. bir metin üzerinde çalışan kim olursa olsun, eğer bizzat o metin, incelemesinin asıl gayesini oluşturuyorsa, o kişi filolog demektir”.
Ben, filolojiden yararlanmayan bir tarihçiye itimat etmem, ve tarihi küçümseyecek olan filoloğa acırım. s. 35 



Filolojide olduğu kadar tarihte de, metinlere saygı, tenkid metodunun ilk kanunudur. “Bir metni izah etmek, esas itibariyle onun mânâsını ortaya çıkarmaktan, yâni onun cümlelerini ve kelimelerini yazarının kasdettiği mânâları içinde anlamaktan ibârettir...”. s. 36



Hemen hemen bütün teorilerin bazı olgularla uyum  sağladıkları iddia edilebilir: Ancak şunu kesinlikle belirtmek gerekir ki, bir varsayım, onu destekleyen olguları bulabiliyorsak değil, fakat daha ziyâde onu cerheden olguları keşfetmeye muktedir değil isek ispatlanmıştır.

O halde tarihçi, eserindei kesin gözüken ile muhtemel kalanı açıkça belirtecektir; boşluklarını gizlemeyecektir; nihâyet, başkasına onu kontrol etme vasıtalarını verecektir. s. 66



Klasik Antikite’de, tarihçiler tarih ve retoriği pek ayırmıyorlardı. Tarihçiye düşen görevin, güzel hitabet örneklerinin inşâsına ulaşmak olduğu sanılıyordu. s. 69



Polybe, Ciceron, Cesar veya Tacite gibi eski tarihçiler, her şeyden önce edebî etki endişesindeydiler. Hikâyenin doğruluğu onları tasvirlerin güzelliğinden daha az meşgul ediyordu. 
Ortaçağ saflığını çekiştirmek âdet haline gelmiştir. Ortaçağ  insanlarının sadeliğinden bahsetmek çok daha doğru olur. Onlar aldatılmaktan korkmuyorlar ve yazılı bir şâhitliğin yalancı olabileceğinden, muhtemel bir hikayenin gerçeğe uygun olmayabileceğinden aslâ şüphelenmiyorlardı. Tarih ve efsane sürekli birbirine karıştırılıyordu: Ortaçağ’da tarih, kitaplarda okunan şeydi. s. 70



Gerçekten tarihe, bizi bugün ona aşina kılan vasfını kazandıran, Rönesans’ın hümanist tarihçiliğidir. Floransa’da Leonard Bruni [1369-1444] ve Napoli’de Laurent Valla [1407-1457], yavaş yavaş bütün Avrupa’ya yayılan bu hareketin ilk rehberleridir…. Öncülerden biri olan Valla, diplomatik vesikalara sarılma ve Constantin’in meşhur Bağışının (Donation) sahte olduğunu ilan etme cesaretini gösterdi. s. 71



“Tarih kolay bir ilim değildir diye yazmaktadır. Tafsilatın uzun ve titiz bir müşâhadesi, bütüncü bir görüşe götürebilen tek yoldur. Bir günlük tertip için, senelerce tahlil gerekir”. s. 102



İhtisaslaşmanın ifratları, her zaman düzeltilmemiş  veya telafi olunmamıştır. Tarihin başarıları yanında, onun eksikliklerini de itiraf etmemiz ve bir tarih bunalımı olduğunu kabul etmemiz gerekmektedir. Tarihçileri önceki asrınkilerden daha kalabalık ve daha faal olsalar bile, XX. Asır, tarihin asrı değildir. s. 118



XX. asır, tarih tenkidine yeni bir düzenleme getirmemiştir. Bununla birlikte ona çok değerli ilerlemeler borçluyuz: psikoloji ve istatistik gibi yeni teknikler, kendilerini kabul ettirmeyi başardılar. s. 120



Ülkenizi, hele başka bir ülkeyi, eğer onların tarihleri konusunda hiçbir şey bilmiyorsanız, anlayamazsınız. Siz bir İngiliz olarak mîrasınızın mâhiyetini ve size kadar nasıl ulaştığını bilmiyorsanız, kendi şahsî fikirlerinizi, ön yargılarınızı ve hissî tepkilerinizi bile anlayamazsınız.[G.M. Trevelyan’ın  eserinden alıntı] s. 134

20 Eylül 2009 Pazar

Tarih Usûlüne Tahsis Edilmiş İlk Eser

Nasıl ki gündelik meseleleri hallederken, o meselenin çözümü için yol yordam bilme ihtiyacı hissediyorsak, ilmi mevzularda da aynı şeyi yapmak zorundayız. Aksi takdirde ne hayatımızın düzeni kalır ne de ilmin tutarlılığı. Eskiler, İslam medeniyetinin kendilerine sunmuş olduğu altyapı ile usûl üzerinde çok durmuşlar ve âlimler çalıştıkları sahanın usûlü (metodoloji) hakkında muhtelif eserler ortaya koymuşlardır. Usûl ile alakalı müstakil eserler haricinde, eserlerin mukaddimesinde takip ettikleri usûlü bazen muhtasar bazen de tafsilatlı bir şekilde izah etmişlerdir. Herhalde bir eserin mukaddimesindeki en tafsilatlı usûl bilgisi İbn Haldun’un (ö. 1406) Kitâbü’l-İber adlı eserindedir. 

Tarih usûlune tahsis edilmiş bilinen en eski eser el-Muhtasar fî İlmi’t-Tarih isimli risaledir. Bu eser, Memlûkler zamanında Mısır'da Hanefi mezhebi baş müftülüğü yapmış Bergamalı Muhyiddin Ebû Abdillah Muhammed b. Süleyman el-Kâfiyecî (ö. 1474) tarafından yazılmıştır. Kasım Şulul eseri Türkçe’ye tercüme edip, üzerinde inceleme yapmıştır [Kafiyeci’de Tarih Usulü, İstanbul, 2003]. Şulul’un eserinden iktibaslar:

Molla Fenârî ve diğer meşhur Osmanlı ulemasının rahle-i tedrisinde bulundu. s. 18

Kahire’ye gelip buraya yerleşen Kâfiyeci, İbn Hacer el-Askalanî ve başka ilim adamlarıyla ilmî mübaheselerde bulundu. Suyutî gibi âlimler Kâfiyeci’nin ilminden istifade etmişlerdir. s. 19 

Suyutî, kendi hayatından bahsederken, on dört sene Kâfiyeci’nin derslerine devam ettiğini, ondan çeşitli ilimlerde, özellikle tefsir, usûl, Arapça ve meâni alanında ders aldığını, ondan her defasında hiç işitmediği nükteler ve derinlikli meseleler duymak suretiyle çokça istifade ettiğini zikreder. s. 20

Kâfiyeci’nin 8 Recep Salı günü 867’de bitirdiği el-Muhtasar fî İlmi’t-Tarih eseri, tarih metodolojisine tahsis edilmiş bilinen en eski risaledir. s. 25

Kâfiyeci’yi önemli kılan, üniversal anlamda bir tarih usûlü ortaya koymaya çalışmasıdır Eserin başlıkları bile bunun yeterli birer delilidir. Birinci bölümde:
  • Tarih ve zaman kelimelerinin sözlük ve ıstılah manaları
  • Güneş ve Ay yılı, ay, gün ve saat kavramları
  • Tarih kelimesinin kökeni
  • Hicrî takvimin ihdası, takvimler
  • Tarih ilminin tanımı ve konusu
  • Tarih metodolojisinin gerekliliği
  • Tarihçide bulunması gereken şartlar 

İkinci bölümde:
  • Tarihin varlık kavramı ve diğer ilimle ilişkisi
  • Tarihçinin amacı
  • İnsan tabakaları
  • Tarih yazımı ile ilgili beş yöntem ve beş yöntemin uygulaması
  • Tarihin ilim olarak gerekliliği ve yararı
konuları ele alınmaktadır. s. 26


Kâfiyeci’nin eserinin tercümesinden iktibaslar:

Zira selef, doğruluk ve sâfiyetin egemen olduğu bir dönemde yaşamışlardı. Karşılarına çıkan işleri ve hadiseleri biliyorlardı. Bu sebeple benzerlerini tedvin etmek bir tarafa, fıkıh ilmini bile tedvin etmeye ihtiyaç hissetmediler. Onların zamanında hadiseler azdı. Ancak zamanımızda hâdiseler ve vakıalar gerçekten çoğalmıştır. Bundan dolayı bu hâdiseleri ve vakıaları muteber bir yöntemle ve külli bir şekilde kaydetmeye tam bir ihtiyaç hasıl olmuştur. Hâdiseleri ve vakıaları muteber bir şekilde zapt edecek olan da tarih ilmidir. Tarih ilmi ancak tedvin ile tamam olur ve devam eder. s. 92


Şayet tarih ilmi olmasaydı, hadiselere dalan kişi, sahih ile fasidin arasını ayırmadan, rastgele konuşur, tarihî haberler içerisinde kör veya görmesi zayıf bir deve gibi gezer, böylece de karanlıkta odun toplayan adamın durumuna düşer.  s. 94

Hadîs râvisinde aranan dört şartın tarihçide de bulunması gerekir. Bunlar: akıl, zabt, İslâm ve adalettir.Bu şartlar tarihçinin tarihine rağbetin artması ve ölçüsüz davranmaktan ve iftiralardan sakınması içindir. Böylece tarihçi, sapma ve saptırma tehlikesine düşmekten kurtulur. s. 97

Tarih yazımında takip edilebilecek beş usûlden bahseden Kâfiyeci, bu usûllerden beşincisini açıklarken şunları kaydetmektedir:

Hz. Peygamber aleyhisselam’ın “Sana şüphe vereni bırak, şüphe vermeyene bak” hadîsleri dolayısıyla ve dayanaksız tahmin yürütmekten, yalan ve iftiradan sakınmak için tarihçi bu durumdaki bilgileri yazmamalıdır, o şeyler hakkında susmalıdır, ne olumlu ne olumsuz ağzını açıp konuşmamalıdır. Tarihçi şayet bu nevi bilgilere göre tarih yazarsa, konunun kendi nezdinde meçhul olduğunu söyleyerek durumu beyan eder, bu konudaki aczini itiraf eder. s. 111


22 Ağustos 2009 Cumartesi

"Tarihte Usûl"

Zeki Velidî Togan Tarihte Usûl [İstanbul, 1981] adlı eserinde, tarih usûlünü güzel anektodlarla anlatmaktadır. Günümüzün tarihçisi veya tarihçi geçinenleri acaba tarih ilminin usûlünü ne kadar biliyor ve ne derece tatbik ediyor? 

Müsteşriklerden Denison Ross 1935 ikinci Türk Tarih Kongresi'nden ve 1929'da Önasyada yaptığı seyahatinden aldığı intibalarını anlattıktan sonra Garbın fikir sahasında faikiyetinin artık ebedileşmiş olduğunu ileri sürmüş ve şunları demiştir: “Şark bizden teknik ve metod öğreniyor; fakat onun bütün teşebbüslerine istikamet vermek, onun yaşadığı ülkelerin haritalarını çizmek, onun tarihine, bugünkü hayatına ve mesaisine kıymet biçmek daima Garbın elinde kalacaktır. Lâtin alfabesini kabul eylemeleri şarklıların yalnız teknik değil, maneviyat sahasında dahi Batının rehberliği altında kalmalarını sağlayacaktır. Avrupa zihniyeti ve metodu Avrupalıların patentidir; şarklılardan münferid bazı şahsiyetlerin bunları kısmen yahut tam olarak benimsemesi bu vaziyeti değiştirmez.”. s. XVII

Denison Ross 1926’da Barthold İstanbul’da iken ona, bana ve ihtimal Fuad Köprülü’ye yazdığı mektuplarla “illa Lâtini alınız” diye ısrar etmiş ve 1929’da bu alfabe lehine propaganda maksadıyla Kahire, Şam, Bağdad ve Tahrana seyahat yapmış, fakat projelerini Kral Fuad’a ve Rıza Şaha kabul ettiremediğini The Asiatic Review’nin aynı sene Temmuz nüshasında neşrettiği makalesinde “Impressions from the Near and Middle East” anlatmıştı. s. XVIII, dipnot 2


Tarih tetkikatı, çalışma şartlarının mudiliği [zorluğu] ve metodlu çalışmanın kıymet ve ehemmiyeti anlaşılarak yapılırsa ilmî kıymeti öteki ilimlerden mesela tabiat sahasındaki mesaiden hiç eksik olmaz. Tarihçinin işi çok müşkül ve tehlikelidir. Cüz’î bir dikkatsizlik neticesi bu yoldaki mesaî ilmî olmaktan çıkar, nihayet hayâl ve vehim mahsulü olur kalır.…. Herhalde tarih, ilim olmakla beraber, kendisiyle meşgul olan zevatın temayüllerine pek fazla maruz kalabilen bir ilimdir. s. 15


Tarih ancak ilmî haysiyetli şerefli bir ilmdir. Bu itibarla fevkalade hassastır. Bunun için de o vakaları zorlamayı sevmez. Ayrı şahıslar tarihi zorlar, onu tahrif eder yahut vakaları tarafgirâne bir suretle izah edebilir; fakat bir devletin, bir hükümet ve bir milletin ilmî müesseseleri bu yola girerse tarih tetkiki felce uğratılmış olur. s. 18


Hakikaten tarihi yaşadığımız güne kadar getirerek öğrenmemek büyük bir hatadır. Tarihi asla öğrenmeyip onu ihmal etmek ise cehalet ve hamakatin [ahmaklığın] en bariz tecellisi demek olur. s. 19


Umumî tarihi zamanımızda olduğu gibi, Garbî Roma imparatorluğunun 476’da sukutuna (veyahut Büyük Konstantin zamanına 306-337) kadar Eski çağ, İstanbul’un Türkler tarafından 1453’de fethine (yahut Amerikanın 1492’de keşfine) kadar Orta çağ, bundan sonrası Yeni çağ olarak üçe taksim, Almanya’da Halle Üniversitesi profesörü Christoph Cellarius (1644-1707) tarafından yapılmıştır. Bu taksim ancak Avrupa tarihi esas ittihat olunmuştur…. Asya, Amerika ve Afrika’daki büyük medeniyetlerin tarihi cihan tarihi çerçevesine girdikten sonra bu taksimatın gayri ilmî olduğu anlaşılmış, başka taksimat yapılması lüzumu daima söylenmiş ve bir çok projeler de ortaya atılmıştır. Buna rağmen insanlar yine öteki taksimatta kalıyorlar. Çünkü o nihayet bir çerçevedir; onun istimal olunmasından tarih ilmine büyük bir zarar gelmemektedir. s. 26

Orta çağda yaşayan bir arab, bir emirin namına kaside yazarsa baş tarafında bir mahbubeye yazılabilecek tarzda bir uzun muhabbet mukaddimesi yazardı. Bu onların âdetleridir. Biz buna bakarak, şair ile o emir arasında bir muâşaka olduğunu zannetmemeliyiz. Hayatında ağzına bir defa olsun rakı almayan bir çok mutasavvıfların fikirlerini, Allah’a takarrub maksadıyla yazdıkları şiirlerini gûya bir sarhoş gibi, hamr ve şaraba ve bardağa hitableriyle ifade eder. Bu gibi bize yabancı olan cemiyetlerin ruhiyat, hissiyat ve ifade tarzlarını anlayarak onların sözlerini tahrif etmeden, bugünkü zihniyetlere uygun bir surette ve dürüst bir şekilde bugünkü  lisanla anlatabilmeliyiz. s. 33-34

13. asırda Horzem’de telif olunan bir fıkıh kitabının, mesela Künye [Yazarı Necmüddin Ebu’r-Recâ Muhtâr b. Mahmud el-Ğazminî olan eserin tam adı Kunyetü’l-Munye li Temîmi’l-Ğunye veya Kunyetu’l-Fetâvâ’dır. El-Ğazminî, Harizm kasabalarından birine nisbedir.] kitabının, 14. asırda Altunordanın Sırderya havzası şehirlerinden birinde yazılan nüshasını alalım. Bu eser içindekiler itibariyle bir Hanefi fıkıh kitabı olmakla beraber burada mezkur, 13. asırdan sonra ölmüş olan eski Horezm dilinden bir çok numuneler vardır. Bu itibarla bu eser münkariz olmuş bir eski kültürün ve bir lisanın hazinesidir. Kitabın içerisinde yerli ziraat hayatına ve iktisadî hayata, halkın örf ve âdâtına ait bir çok notlar vardır. s. 66

Şimdi de tarihte usulün asıl mayası olan ve onun bel kemiğini teşkil eden meseleye geldik. İntikadın (kritik) vazifesi, önümüzde bulunan bir kaynağın bir hâdise hakkındaki şahadetinin ve bundan çıkarılan neticenin hakikate mutabık olup olmadığı meselesini incelemektir. İntikad iki türlü olur: a) bir kaynağın hâdiselere ait ifadelerinin bir şahadet sıfatıyla kabule şayan olup olmadığını tetkik etme, ki buna dış intikad (kaynaklar intikadı)… deriz; b) kaynak ifadelerinin hâdiseye ait şahadet sıfatıyla karşılaştırılarak ve kontrol ederek kıymetlerini biçmek ve ispat kudretlerini tesbit etmektir ki buna iç intikad (vakıalar intikadı) deriz. s. 75


Bir eserin kıymetine ait hükmü verirken tarihçi kendisini filhakika bir hâkim dini telakki etmelidir. Yani kaynakların ifadeleri, onların karakteri, şayan-ı itimad olub olmamaları, hangi muhitte ve hangi şeraitte yazılmış olmaları bakımından, ayrı ayrı tetkik edildikten sonra kaynakların ifadelerindeki tezadlar, varsa onların nereden geldiği hususunu tayine ehemmiyet verilecek, ancak şahid sıfatı ile dinlenen bu kaynakların ifadeleri karıştırılarak ölçüldükten sonra hüküm verilir.  s. 100


Tarihin ancak vakanüvislerden ve diğer yazılı vesikalardan tam olarak öğrenileceğini zannederek bütün himmeti o tarafa hasretmek büyük bir dalâlettir. s.109


Türlü his ve temayüllere malik bir insan camiasına mensub bir tarihçi, aynı derecede türlü his ve temayüllere tâbi kalan diğer insan kütlelerinin, kendi camiasının dostu  yahut düşmanı olan diğer camiaların hayatına ve fikirlerine ait hükümler verecektir….. Bütün bunlar nazarı itibara alınırsa, insanların tarafsızlığının nisbî (relativ) olduğu meydana çıkar. s. 114


Ciddi tahlile dayanmayan genelleştirmeler daima esassızdır. Mamafih usulünü bilerek yapılan, ihtiyat kaydıyla, hakikat ve faraziyenin nerede başlayıp nerede bittiğini kendisi bildiği gibi okuyucularına da bildiren büyük tarihçilerin genelleştirmeleri ilimde geniş görüş ufukları açılmasına sebeb oluyor. Avrupa ve cihan tarihi bakımından çok muvaffakiyetli genelleştirmeler yapan âlimlerden [Alman tarihçiler] Leopard Von Ranke [1795-1886]  ile Eduard Meyer [1855-1930] zikre değer. s. 119


Şafiî fakihlerden Taceddin Ebû Nasr Abdulvehhâb ibn Takiyeddin es-Subkî (ö. 1370) Şafiî fakihlerinin hal tercümelerine ait yazdığı eserlerine “tarihçiler için kaide” diye bir fasıl yazmıştır [Tabakâtü'ş-Şâfi'iyyeti'l-Kübrâ, cild I, Mısır]. Büyük âlim olan babası Takiyeddin es-Subkî’nin de fikri olduğunu tasrih ettiği mütalealarına göre, tarihçilerden bir çoğunun bazı insanları medh, diğerlerini zem ederek, taassup ile, aynı zamanda, doğru ve yalanını fark etmeden rivayete inanarak, yazdıkları eserler kıymetten mahrumdur. Tarihçi,
  1. Bitaraf ve sözünde sadık olmalıdır
  2. Başkalarından sözler naklederken harfiyen nakletmeli, rivayetlerin ancak manasını alıp kendi beğendiği ibarelerle yazmamalıdır.
  3. Başkasından rivayetler naklederken bunun doğru ve yalanlığını müzakere ederek(yani intikada tabi tutarak) almalıdır.
  4. Haber ve rivayeti kimden naklederse o ravinin ismini muhakkak zikretmelidir. s.156

İbn Haldun, asıl eserinde bir rivayetçi olmaktan ayrılmamışsa da, mukaddimesinde serdettiği felsefi ve içtimai bahislerde vekayiin sebeb ve müsebbib sıfatıyla bağlılıklarını arayan ve tarihte intikad yolunu takib eden bir âlimdir. Tarih yazısında intikada dayanan pragmatik bir yol tutmuş olan İbn Haldun, bu fikirleri eski Yunanlılardan almış değildir. Fikirleri kendi ictihad ve müşahedelerinin mahsulüdür. Ona göre “tarih ilmi milletlerin ve kavimlerin, üzerinde çalışarak, inkişafında rekabet ettikleri bir sahadır. Çünkü tarih, zâhiri görünüşünde, eski zamanlara ve devletler ait haberlerin naklinden ibaret gibi ise de, hakiki, Batınî cephesiyle, o insan için tefekkür ve tahkik meydanı olmuştur. O kainattaki hâdiselerin zuhurunun illet ve mebdelerini inceler, hâdiselerin vuku keyfiyetinin sebeblerini derinliklerde arar; bu yüzden tarih, hikmetin (felsefenin) temelidir”. s. 158

28 Temmuz 2009 Salı

Batı entelektüelliği

Avrupa Ortaçağ tarihi konusunda uzman Fransız tarihçi Jacques Le Goff’un orijinal adı Les Intellectuels au moyen âge olan eseri Türkçe’ye Ortaçağda Entelektüeller [Trc. Mehmet ALi KılıçBay, İstanbul, 2006] başlığıyla tercüme edilmiştir. Bu eserden birkaç iktibas:

Entelektüel kelimesi, düşünmeyi ve düşüncelerini öğretmeyi meslek edinmiş kimseleri belirtmektedir. Düşünme eyleminin kişiselliği ile bunun eğitim yoluyla yayılmasının bu birlikteliği, entelektüeli belirlemekteydi.”, s. 18

“Yunan ve Arap elyazmalarının peşine düşen Hıristiyan eski eser avcıları Palermo’ya kadar ulaşmışlardır. Bu kentte, Sicilya’nın Norman kralları, daha sonra da II. Friedrich üç dili birden – Yunanca, Latince, Arapça- kullanan kançılaryalarının ortasında, yeniden doğmakta olan ilk İtalyan sarayının etkilerini, 1087’de Müslümanlardan geri alınan ve Hıristiyan çevirmenlerin Başpiskopos Raymond’un (1125-1151) koruması altında çalıştıkları Toledo’ya kadar yaymıştır.”, s. 35

Bilgiye susamış Morleyli  Daniel adındaki İngiliz’den şunları aktarmaktadır: “…Arapların Toledo’daki eğitimleri herkese açık olduğundan, burada dünyanın en bilgin filozofları tarafından verilen dersleri dinleyebilmek için vakit geçirmeden oraya gittim. Dostlar beni çağırdıkları ve İspanya’dan geri  dönmemi istediklerinde, İngiltere’ye değerli bir kitap yüküyle geldim….”, s. 39

Chartres [Paris’in kuzeybatısında] o yüzyılın [XII. yüzyıl] büyük bilimsel merkezidir. Trivium sanatları denilen gramer, hitabet, mantık burada küçük görülmemektedir. Bu durum Bernard de Chartres’in [ölümü 1124’den sonra] derslerinde gözlenmektedir. Ancak Chartres bu voces (kelimeler) eğitimi yerine, quadrivium’u oluşturan aritmetik, geometri, müzik ve astronominin konusu olan res (şeyler) eğitimini yeğlemektedir.

Chartres zihniyetini işte bu yönelim belirlemektedir. Bu merak, gözlem, araştırma zihniyeti, Yunan-Arap biliminden beslenmiştir ve ışıklarını yakında saçacaktır. Öğrenme açlığı o kadar yaygınlaşacaktır Autun’lü Honorius bu durumu çarpıcı bir formülle özetleyecektir: İnsanın sürgünü cehalet, vatanı bilimdir.”, s. 74

“Yunanlıların ve Arapların bu hümanist rasyonalizme katkıları anlaşılmaktadır. Bu konuda, İspanya’da uzun yolculuklar yapan büyük seyyahlardan, çevirmen ve filozof Bath’lı Adelard’dan daha iyi örnek olmaz.

Tam da hayvanlar üzerinde bir tartışma öneren bir gelenekçiye şöyle cevap vermiştir: Hayvanlar üzerinde tartışmak benim için güçtür. Nitekim Arap hocalarımdan aklı rehber almayı öğrendim, sen ise kıssadan hisse çıkartan bir otoriteyi, onun zincirli kölesi olarak izlemekle yetiniyorsun…”, s.79


“[Bologna] Tıp Fakültesi,  Afrikalı Constantinus tarafından XI. yüzyıldan derlenen ve Hippokrates ile Galianus’un eserlerini kapsayan, sonradan İbn Sina’nın Kanun’u, İbn Rüşd’ün Colliget veya Correctorium’u [tıp ansiklopedisi olan Külliyat], Razi’nin Al-mansor’u [Kitab el-Mansuri fî el-tıbb] gibi büyük Arap külliyatlarının da eklendiği, bir metinler derlemesi olan Ars Medecinae’ye dayanmaktaydı.”, s. 109 


30 Mayıs 2009 Cumartesi

X Işınlarının Osmanlı'daki Tatbikatı - Tabib Es'ad Feyzi


Alman fizikçi Wilhelm Conrad Röntgen (1845-1923) tarafında keşfedilen X ışınları, Medicine’s 10 Greatest Discoveries (Tıp’ın en büyük on keşfi) adlı eserde tıp sahasındaki en önemli ilk on keşif arasında gösterilmektedir [1]. 28 Aralık 1895 senesinde Wüzburg Bilimler Akademisi’nde “Leber eine neue Art von Strahlen (Yeni bir ışın üzerine)” isimli makalesiyle, bu keşfi ilim camiasına duyurmuştur.

Keşfin açıklandığı sıralarda Berlin’de tahsil yapan Dr. Ziya Nuri Birgi (1872-1936), Mekteb-i Tıbbiye-i Mülkiye’nin yayını olan Vekay-i Tıbbiye’ye gönderdiği “İcmal-i Tıbbi” (27 Kasım 1895) ve “Muallim Röntgen’in X Eşiası Hakkında Mütalaat” (27 Aralık 1895) başlıklı yazılarında bu keşiften bahsetmektedir. Bir süre sonra Prof. Dr. Goldsteine’ın X ışınları hakkındaki makalesini Türkçeye tercüme ederek meslektaşlarına gönderdi ve bu keşif vasıtasıyla iç organlarda ortaya çıkan değişimleri ve urların tesbit edilebileceği ümit edilmekteydi [2].

Ayrıca Servet-i Fünûn’da “Dersaadet’te Röntgen Usulüyle Fotoğraf Ahzı” (2 veya 3 Temmuz 1896) başlıklı yazıda, Mekteb-i Sultanî riyaziyat muallimlerinden Mösyö Leon Isoard bir cüzdan içerisindeki metal paraların ve 11 yaşındaki oğlunun elinin röntgen filmini elde etti [2].


Mekteb-i Tıbbiye-i Şâhâne Hikmet-i Tabi’iyye (fizik bilgisi) Mu’allimi Mu’âvini ve Serîriyyât-ı Hâriciye Röntgen Şu’â’âtı Mütehassısı Tabîb Yüzbaşı Es’ad Feyzi


Esad Feyzi Bey (1874-1901 veya 1902) Tıbbiye İdadisi’nden itibaren fiziğe özel bir ilgisi vardı. Mekteb-i Tıbbiye-i Askeriye-i Şahane’deki fizik hocası Antranik Paşa, kimya hocaları Dr. Vasil Naum Paşa ve Dr. Ali Rıza Bey ve jeoloji hocası İbrahim Lütfü Bey’den çok istifade etmişti [3, s. iv]. Askeri Tıbbiye’de son sınıfta iken Semaine Médicale’de Prof. C.M. Garielin’in “Les Recherches du Prof. Roentgen et la photographie à travers les corps opaques” makalesini okumuştu. Okuduklarını pratiğe geçirmek için Askeri Tıbbiye Fizik Laboratuvarındaki Crookes tüpü, Ruhmkoff bobini ve kuvvetli bir batarya kullandı [3]. İlk denemede İstanbul Tıp Fakültesi profesörlerinden Akil Muhtar Özden de (1877-1949) bulunmaktadır. Özden ilk deneme hakkında şunları yazmaktadır: “Bir (fotoğraf camı) birkaç kat siyah kağıtla örtülü olarak masanın üstüne kondu. Tüp yerleştirildi. Camın üstüne de ben elimi koydum… Nihayet zaman kafi görüldü. Hemen koştuk, karanlık odaya tıkıldık. Resmi tab ettik. Türkiye’de X-ışını ile ilk radyografi yapılmıştı. Elimin kemikleri fark ediliyordu. Benim o anda uzun boylu, sevimli yüzlü, zeki gözlü Esad Feyzi için hissettiğim sevgi ve hayranlığı tasvir edemem. Sonra başka ellerin de resimleri alındı” [4, s. vi].

1897 senesinde patlak veren Osmanlı-Yunan savaşında, Teselya’dan İstanbul’a nakledilen ağır yaralılar geçici olarak Yıldızdaki Askeri Hastahaneye yatırılırlar. Son sınıf öğrencileri Esad Feyzi ve arkadaşı Rıfat Osman cerrah Cemil Paşa’ya bir dilekçe verirler. Dilekçede şunlar yazılıdır: “Yaralı Osmanlı Gazileri’nin yüce Yıldız Hastahanesi’nde tedavi altına alınacakları minnet ve şükranla okunduğundan Askeri Tıbbiye’nin fizik laboratuarında bulunan ve az noksanı olan, bilinmeyen şualar cihazının adı geçen yüce hastahaneye nakli ile, bedenin derinliklerinde yeri bilinmeyen mermi parçaları ile çeşitli durumlarda meydana gelen kemik kırıklarının mahiyetlerini tayin için adı geçen cihazın tarafımızdan kullanılmasına ve bu suretle X ışınları ameliyesi şerefinin medeniyet dünyasında Osmanlı Tıbbı’na verilmesine ve yaralıların uzun acılarından kurtarılmalarına lütfen zat-ı ali-i üstadenelerinin tavassut buyurmasını arz ve istirham ederiz. Esad Feyzi, Rıfat Osman”. Cemil Paşa talebi yerine getirir ve Yıldız Hastahanesi’nde ilk olarak sağ bilek kemiğine şarapnel saplanmış Boyabatlı er Mehmet Efendi’nin röntgeni çekilir. Cemil Paşa bu röntgene göre şarapneli çıkarmıştır. Bu röntgen filmi Cemil Paşa tarafından Sultan Abdülhamid Han’a takdim edilmiştir [4, s. vi].

Boyabatlı Er Mehmet Efendi röntgen çekilirken

1897 senesinde yüzbaşı rütbesiyle Tıbbiye’den mezun olan Esad Feyzi, burada ilm-i hikmet-i tabiye ve ilm’ül-arz ve ilm’ül-maadin derslerini vermeye başladı. Röntgen ışınlarını tanıtarak Tıbbiye’nin ders programına dahil olmasını sağladı. Ayrıca Baş Cerrah Cemil Topuzlu Paşa’ya ricada bulunarak cerrahi bölümünde “Röntgen Şu’a’atı il Muayene Şubesi” adında bir şubenin açılmasını sağlar [4, s. ix].

İlk eserini öğrencilik yıllarında hocasından aldığı dersin notlarından ve Fransızca kaynaklardan istifade ederek İlm-i Arz ve İlm-i Maadin adıyla 1895 senesinde neşretti. İkinci eseri röntgen üzerine elde ettiği bilgileri ilim camiasına kazandırmak için 1898 senesinde yazdığı Röntgen Şu’â’âtı ve Tatbikat-ı Tıbbiye ve Cerrahiyesi isimli el yazmasıdır. Bu eserinde elektrik, tüpler, X ışınları, röntgen çekimi, banyo tekniği, tıp ve cerrahi sahasında çeşitli uygulamalar hakkında bilgiler vermektedir [4, s. xi].


Levha-i Lemeân (Işıldama levhası) [4, s. 80]

Eserin son kısmında X ışınlarının muhtelif tatbikatı hakkında malumat vardır. Buradaki bilgilere göre X ışınları [4, s.155-169]:
  • Kurşun ve top parçalarının bedendeki yerlerinin tayininde
  • Özellikle çocuklarda rastlandığı üzere yemek borusuna kaçan yabancı cisimlerin yerlerinin tayininde
  • Vücudun herhangi bir bölgesine batan ve kırılan iğne, tığ gibi cisimlerin yerlerinin tayininde
  • Kırık, burkulma ve eklem çıkıkları tedavisinde
  • Kemik hastalıklarının (kemik zarı iltihabı, kemik iltihabı, ilik iltihabı, kemik tüberkülozu, kas tüberkülozu, kemik sertleşmesi gibi) tanısında
  • El ve ayak çarpıklıklarının incelenmesinde
  • Böbrek ve mesane taşlarının teşhisinde
  • Uterus'taki fetus'un doğum öncesi ya da doğum zamanındaki durumu ve pozisyonunun tesbiti
  • Adli tıp sahasında
  • Gerçek elmasın sahte elmastan tefrikinde
  • Posta aracılığıyla gönderilenlerin incelenmesinde
kullanılabilir.

Marîzin Ta'yîn-i Vaz'iyeti (Hastanın duruşunun ayarlanması) [4, s. 110]

Bildiğim kadarıyla X ışınlarının tıp sahasında kullanımı ile alakalı ilk kitap William J. Morton tarafından 1896 senesinde neşredilmiştir [5, 6]. Esad Feyzi Bey, Röntgen'in keşfinden birkaç ay sonra uygulama yapması ve kısa bir süre sonra da Türkçe literatüre böyle bir eser kazandırması takdire şayandır.

Bu yazma eseri günümüz Türkçe’sine kazandıran Prof. Dr. Aytekin Besim ve eserin basılmasına sponsor olan Murat Balkan beylere teşekkürlerimi sunuyorum.


Referanslar

[1] Meyer Friedman ve Gerald W. Friedman, Medicine's 10 Greatest Discoveries, Yale University Press, 1998, s. 115.

[2] Nuran Yıldırım, “Röntgenin Keşfinden Sonra X Işınlarının İstanbul'a Yansıması ve İlk Uygulamalar”, Toplumsal Tarih, Mart 2008, s. 70-73.

[3] Yeşim Işıl Ulman, Gerry Livadas ve Nuran Yıldırım, “The pioneering steps of radiology in Turkey (1896–1923)”, European Journal of Radiology, No. 55, 2005, s. 306–310.

[4] Esad Feyzi, Röntgen Şu’â’âtı ve Tatbikat-ı Tıbbiye ve Cerrahiyesi, Ed. Aytekin Besim, Haz. Metin Ünsal ve Bekir Koç, Ankara, 2006.

[5] Charles E. S. Phillips, Bibliography of X-ray literature and research (1896-1897), London, 1897, s. 33

[6] William J. Morton, The X-Ray Or Photography of the Invisible And Its Value in Surgery, New York, 1896