23 Mayıs 2010 Pazar

Çarpıtılmış Geçmişe Ayna*

“Nullius in verba”, Kraliyet Derneği’nin (Royal Society) düsturu (motto) olmuş Latince bir söz. Derneğin sitesinde “Take nobody’s word for it” şeklinde tercümesi verilen bu düstur, ister sosyal ister fen bilimlerinde olsun her ilim adamı için geçerli bir sözdür. Bu söz şunu ifade etmektedir: Bir şekilde ele geçen bilgi, tahkik edilmeden doğru veya yanlış kabul edilmemelidir. Ancak günümüzde, haberleşme vasıtalarındaki hızlı gelişme insanların bilgiye ulaşımını çok kolaylaştırmıştır. Bu bilgi denizinde, bilginin sahihliği üzerinde durmak ve bilgiyi mantık süzgecinden geçirmek gerekirken, bir papağanın yaptığı gibi tekrardan öteye gidilmemektedir.

Bir önceki yazıda İmam Gazâlî’nin Tehâfütü’l-felâsife eseri üzerinde yapılan yanlış yorumlara kısaca değinilmişti. Gazâlî’nin, Müslüman dünyasında bilimin gerilemesine sebeb olan fikirleri var mıdır? Aklı ve mantığı bir kenara itmiş midir? Mesele Gazâlî’nin iki eseri esas alınarak irdelenecektir: El-Munkızü mine’d-dalâl (Dalâletten Kurtuluş) ve Tehâfütü’l-felâsife (Filozofların Tutarsızlığı).

El-Munkızü mine’d-dalâl eserinde, “Felsefenin Kısımları” başlığı altında, felsefeyi altı kısımda ele almaktadır: Riyaziye (matematik), mantık, tabiîye (fizik), ilâhiye (metafizik), siyasîye ve ahlâk. Gazâlî riyaziye, mantık gibi ilimleri beyan ederken, ilk olarak şunu vurgulamaktadır: Bu ilimlerin müsbet veya menfî olarak dine taalluk eden bir ciheti yoktur. Bu ilimlerdeki meseleler aklî deliller ispat edilip anlaşıldıktan sonra inkara mahal kalmaz. Bu ilimlerle uğraşan filozoflar aynı zamanda ilâhiye (metafizik) sahasında da fikir beyan ediyorlardı. Gazâlî, bu filozofların ilimleri hakkındaki iki tehlikeyi dile getirmektedir: İlki, hesap, hendese ve astronomi ilimlerinde söz sahibi olan filozofların bu ilimlerdeki delillerinin açıklıkları ve bilgilerinin tüm söyledikleri için geçerli olduğu sanılmasıdır. İkincisi, dine hizmet ettiğini sanan Müslümanların filozoflara ait tüm ilimleri reddetmesidir. Buna misal olarak Ay ve Güneş tutulmasını vermektedir. Tutulmayı kesin delillerle bilen bir kimseyi reddederek İslâm’a hizmet yaptığını zannedenlerin, dine karşı işledikleri suçun çok büyük olduğunu belirtmiştir [1]. 

Mantık hakkında şunları yazmaktadır [2]: “Mantığın da olumsuz ve olumlu anlamda din ile bir ilişkisi yoktur. O, kanıtlama (burhân) ve kıyas yöntemlerinin, kanıtlamada kullanılan öncüllerin şartları ve nasıl düzenlendiği ile doğru tarifin şartları ve nasıl yapıldığının, ayrıca bilginin ya terimlerle elde edilen kavramlardan ya da kanıtlama ile ulaşılan önermelerden ibaret olduğunun anlaşılmasıdır. Bunda da karşı çıkılması gereken bir şey yoktur. Aksine mantık, kelâmcıların ve düşünürlerin kanıtlama türünden anlattığı bir şeydir.”

Gazâlî’ye göre, filozoflar esas olarak metafizik alanında yanılmışlardır ve bu sahada çok hata yapmaları mantık ilminde burhan (kesin delil) için ortaya koydukları şartlara uymamalarından kaynaklamaktadır. İlahiyat mevzuunda filozofların düştükleri hataların üçünden dolayı küfre girdiklerini belirtmiştir. Bu üç mesele şunlardır: “İnsanlar öldükten sonra cesedleri tekrar dirilmez, mükafat ve ceza sadece ruhadır”, “Allah külliyâtı bilir, cüz’iyyâtı bilmez”, “Âlem ezelî ve ebedîdir”. Kendi mezhebine muhalif olanları hemen tekfir etmenin (küfürle itham) yanlışlığına dair Faysalu’t-tefrîka beyne’l-İslâm ve’z-zendaka isminde bir eser de kaleme almıştır [3].

Tehâfütü’l-felâsife adlı eserinde, amacının önceki filozofların ilahiyata ilişkin inançlarının tutarsız ve görüşlerinin çelişkili olduğunu açıklayarak reddetmek olduğunu yazmaktadır [4].

Tehâfüt eserinin ikinci mukaddimesinde filozoflarla kelâm âlimleri arasındaki görüş ayrılıklarını açıklamaktadır. Bunun ikinci kısmında şunlar yazmaktadır [5]: “Biz bu tür bilgilerin (fenn) geçersiz kılınması üzerinde ayrıntılı olarak durmayacağız; çünkü bu hiçbir yarar sağlamaz. Kim ki bunu geçersiz kılmak için tartışmaya girişmenim dinin gereği olduğunu sanırsa, dine karşı suç işlemiş ve onu zaafa uğratmış olur. Zira [astronomiye dair] bu meseleler, hiçbir şüpheye yer bırakmayan geometri ve matematik kanıtlara dayanmaktadır”. İkinci bölümde, tabiat ilimlerinden hiçbirine şeriat bakımından karşı çıkılmanın gerekmediğini dile getirdikten sonra bu ilimler içinde yer alan dört meselede filozoflara karşı çıkmaktadır [6].

Şunu da hatırlatmak yerinde olur: Kelâm ilminde İmam Gazâlî'ye kadar olan döneme mütekaddimîn, sonraki döneme ise müteahhirîn denmektedir [7]. Bu dönem ayrılmasında, İmam Gazâlî'nin felsefeyi ilmî bir yaklaşımla ele alması önemli bir rol oynamıştır. Ahmet Cevdet Paşa, İbn Haldun'un Mukaddime tercümesine düştüğü notta, Gazâlî'den sonra ilm-i mantığın farz-ı kifâye olduğu ve her beldede mantık âliminin bulunması gerektiği yazmaktadır [8]. Medreselerde mantık ilmiyle alakalı eserlerin yoğun bir şekilde okutulması bunun mühim bir göstergesidir.

İmam Gazâlî, mantığın sadece filozoflar tarafından bilindiği İslam âlimlerinin bilmediği zannına karşı şunları yazmaktadır [9]: “Evet, onların (filozofların) "Mantığı iyi bilmek gerekir" şeklindeki görüşleri doğrudur; ancak mantık filozoflara özgü bir şey değildir. O sadece bizim kelâm ilminde "kitâbü'n-nazar" adını verdiğimiz bir yöntemdir. Fakat onlar bu lafzı abartarak "mantık" şeklinde değiştirmişlerdir. Bazen biz onu "kitâbü'l-cedel", bazen de "medârikü'l-ukûl" adıyla anarız. Kıt akıllı olduğu halde zeki görünmek isteyen biri, mantık adını duyduğu zaman onun, sadece filozofların bildiği, kelâmcıların ise bilmediği ilginç bir ilim olduğunu sanırlar”.

Eserlerinde geçen bu sarih ifadelere rağmen, neden hâlâ Gazâlî aklın ve bilimin karşısındaymış gibi gösterilmeye çalışılıyor? Gazâlî, Meşşâî filozoflarının eserlerini ve metodlarını uzun bir süre inceledikten sonra, elde ettiği verileri Makâsıdü’l-felâsife adlı eserde toplamıştır. Bundan sonra Tehâfütü’l-felâsife eserini kaleme almıştır.  Burada filozofların metafizik konularında konuşmalarının tutarsızlığını ele almıştır. Meseleleri kulaktan dolma bilgilere göre değil aslî kaynaklarından incelemek bir ilim adamının en önemli vasfıdır. Ancak günümüz insanının kafa yapısı matbaa mantığıyla çalıştığından, mevcut düşünceler kalıp halinde alınıp kullanılmaktadır.


* Josep Fontana'nın Europa ante el espejo adlı eserinin Türkçe tercümesindeki başlıktan esinlenildi.

Referanslar

[1] Gazâlî, El-Munkızu min-ad-dalâl, Trc. Hilmi Güngör, Ankara, 1960, s. 30-32. Bu eserin pdf haline buradan ulaşabilirsiniz. Aynı eserin Hakikat Kitabevi tarafından neşredilen tercümesinin pdf haline buradan ulaşabilirsiniz. İmam Gazâlî, dinî ilimlerin ihyası amacıyla kaleme aldığı İhyâu 'ulumi'd-dîn adlı kitabında da felsefeyi benzer tasnife tabi tutmaktadır. Gazâlî, İhyâu 'ulûmi'd-dîn, Trc. Ahmed Serdaroğlu, İstanbul, 1974, Cild-I, s. 62.

[2] Gazâlî, a.g.e., s. 33.

[3] Gazâlî, a.g.e., s. 35-37.

[4] Gazâlî, Tehâfütü’l-felâsife (Filozofların Tutarsızlığı), Nşr. ve Trc. Mahmut Kaya, Hüseyin Sarıoğlu, İstanbul, 2009, s. 3.

[5] Gazâlî, a.g.e., s. 7.

[6] Gazâlî, a.g.e., s. 163.

[7] Sadeddin Taftazânî, Şerhu'l-Akâid, Trc. ve İzh. Talha Hakan Alp, İstanbul, 2008, s. 59 (izâhât kısmı). Kitabın ilk bölümü daha önce Süleyman Uludağ tarafından yapılan Şerhu'l-Akâid tercümesindeki hatalara ayrılmıştır. Uludağ'ın diğer bir tercümesi de İbn Haldun'un Mukaddimesidir. Bu tercümesindeki hatalara M. Hayri Kırbaşoğlu neşrettiği bir makalede temas etmiştir. Anladığım kadarıyla Uludağ'ın tercümeleri ihtiyatla okunmalıdır.

[8] İbn Haldun, Mukaddime Osmanlı Tercümesi, Trc. Ahmet Cevdet Paşa, Haz. Yavuz Yıldırım, Sami Erdem, Halit Özkan, Cüneyt Kaya, İstanbul, 2008, Cild III, s. 133.

[9] Gazâlî, Tehâfütü’l-felâsife, s. 11.

[10] XX. asrın önde gelen filozoflarından Wittgenstein (v. 1951), Tractatus Logico Philosophicus adlı kitabının sonunda kullandığı "Wovon man nicht sprechen kann, darüber muß man schweigen (Ne üstüne konuşulamıyorsa, o konuda susmalı)" ifadesi, benzer bir fikri dile getirmektedir. Ludwig Wittgenstein, Tractatus Logico Philosophicus, Trc. D.F. Pears ve B.F. McGuinnes, New York, 1963, s. 150. Kitaba buradan ulaşılabilir.

9 Mayıs 2010 Pazar

Tehâfütü'l-Felâsife

Bazı yabancı ilim adamlarının cesareti hayret vericidir. Uzmanlık sahaları olsun olmasın meseleleri ele alırken çok rahat yazarlar ve eserler ortaya koyarlar. Diğer bir hayret verici olanıysa, bu eserleri türkçeye tercüme edenlerin, tercüme ettikleri konu hakkında ne kadar az bilgiye sahip olduklarıdır. Yazarın çok açık bilgi hatasına dipnotta dikkat çekmemek hem de 13 baskısı yapılmış bir eserde önemli bir eksiklik değil midir?

William H. McNeill'in A World History eserinin türkçe tercümesinin 13. baskısından şu pasajı sizlerle paylaşıyorum [1]:
Akla karşı duyulan ilgisizlik ve güvensizlik, Gazali (ö.1111) tarafından sistemli bir biçimde dile getirildi. Gazali bu yolda Aristoteles mantığını teoloji gerçeklerini akıl yürütme yoluyla bulmanın olanaksızlığı düşüncesini kanıtlamada kullanmıştı. Yapıtı Felsefenin Yıkılışı*, adından da anlaşılacağı gibi, açıkça, mantığın insanı gerçeğe götüren bir yol olmadığını öne sürer....

* İngilizce metinde The destruction of Philosophy; Arapça özgün adı "Tehafüt el-felasife"; tehafüt, kendini art arda bir şeye çarpma anlamına gelmektedir (ç.n.)

Tercüme edilen kısmın orijnal hali [2]:
Disinclination from and distinct of reason found its own systematic expositor in the person of al-Ghazali (d.1111), who used Aristotelian logic to demonstrate the impossibility of discovering the truths of theology by human reasoning. His book, The Destruction of Philosophy, as its title implies, expressly repudiated the value of logic as a path toward the truth...

McNeill, Tehâfütü'l-Felâsife kitabının ismini ingilizceye hem yanlış tercüme etme hem de bu yanlış üzerinden yorum yapma hatasına düşmüştür. Aynı hata türkçe tercümesinde de devam etmiştir. Tercüme eden tehafüt'ün anlamını dipnotta verirken felasife'nin anlamını vermeyerek bir anlamda yazarı onaylamaktadır. Maalesef, aynı hataya başka yabancı yazarların ve Türkiye'deki felsefecilerimizin eserlerin de rastlamaktayız [3]. Halbuki felâsife, feylosof kelimesinin çoğuludur ve filozoflar anlamına gelmektedir. Felsefe ile Felâsife kelimelerini aynı anlamda tutmak hem yazarın hem de tercüme edenin konu hakkındaki bilgi seviyesini ortaya koymaktadır. Kitabın başlığını anlamayan içeriğini nasıl anlar siz tahayyül edin? "mantığın insanı gerçeğe götüren bir yol olmadığını" öne sürdüğü iddia edilen Gazali acaba neden el-Mustasfâ adlı eserinin başında "Mantık ilimlerin girişidir. Mantığı tam olarak bilmeyenin bildiği ilimlere de güven duyulmaz" yazmıştır [4].

Gazali gibi İslam medeniyetinde önemli bir yer işkal eden âlimin bırakın eserlerinde yazdıklarının anlaşılmasını, kitabının başlığının bile yanlış tercüme edilmesi ne kadar gariptir.

Yazıyı Morrison'un Tehâfütü'l-Felâsife hakkındaki yorumunu aktararak sonlandırıyorum [5]:
Tehâfütü'l-Felâsife adlı eser felsefecilerin belli argümanlarına karşı bir hareket olarak görülmelidir, yoksa felsefenin tümüyle reddi olarak görülmemelidir

Referanslar

[1] William H. McNeill, A World History (Dünya Tarihi), Trc. Alâeddin Şenel, Ankara, 2008, s. 346.
[2] William H. McNeill, A World History, 1967, s. 240.
[3] Will Durant, The Story of Civilization, Cild 4 (The Age of Faith), New York, 1950, s. 332; Betül Çotuksöken ve Saffet Babür, Metinlerle Ortaçağda Felsefe, İstanbul, 2000, s.156.
[4] Ebû Hâmid Muhammed b. Muhammed el-Gazzâlî, el-Mustasfâ min ilmi usûli'l-fıkh, s.10 (Muhammed Âbid el-Câbirî, Arap-İslâm Kültürünün Akıl Yapısı - Arap-İslam Kültüründeki Bilgi Sistemlerinin Eleştirel Bir Analizi, İstanbul, 2000, s. 547'de geçmektedir.); Esiru'd-din el-Ebherî, İsagoci Tercümesi ve Mantık Terimleri Sözlüğü, Trc. ve Haz. Talha Alp, İstanbul, 2007, s.5.
[5] Robert G. Morrison, Islam and Science : the intellectual career of Nizam al-Din al-Nisaburi, 2007, s. 13.

22 Ocak 2010 Cuma

Fatih Sultan Muhammed ve Sırp Kralı

Osman Nuri (Ergin), Mecelle-i Umûr-u Belediye [1] eserinin I. cild  "Ahidname-i Nebeviyye" bölümünün son kısmı 217. sahifesinde Fatih Sultan Muhammed ile Sırp Kralı arasında geçtiği rivayet olunan bir hadise aktarılmıştır. Osman Nuri hadiseye referans olarak "De La Jonquiere, Historie de l'Empire Ottoman, sh. 164" vermektedir [2]. 


Fatih Sultan Muhammed, Rum ilindeki futuhatını tevsi' idüb Sırbistan hududina geldiği zaman, iki ateş arasında kalmış olan Sırplar, Macarlarla Türklerden birisini tercih etmek mecburiyetinde bulundiler. Sırblar Ortodoks, Macarlar  Katolik idiler. Ve Romalılarla Latinler arasında münaferet olduğı gibi bunlar da birbirlerini sevmezlerdi. Macar Kralı Jan Honyad, Sırblıları elde etmek istiyordı. Sırp Kralı George Brankoviç, kendisini Türklere mukavemete teşvik iden Macar Kralı nezdine bir heyet göndererek "Macarlar Türklere gâlib gelirse, Sırblıların mezhebleri hakkında ne gibi müsaadatde bulunacağını" sordurmuş. Jan Honyad, "Sırbistan'ın her tarafında Katolik Kiliseleri tesis itdireceğim" cevabını vermiş. Aynı suali sormak üzere diğer bir heyeti de Fâtih Sultan Muhammed nezdine göndermiş. Müşarün ileyh ise "Her caminin yanında bir kilise inşa edilecek. Buralarda herkes Hâlik'ına ibadet idebilecek" «A côté de chaque mosquée, s'élèvera une église, où les tiens pourront adorer leur Dieu. » cevabını vermesi üzerine  Sırblar mutavaat göstermişlerdir.


Referanslar

[1] Osman Nuri'nin 5 cildlik Mecelle-i Umûr-u Belediye eserinin ilk cildine buradan erişebilirsiniz.  [Dosya boyutu 108 MB]

[2] A. de La Jonquière'ın Histoire de l'empire ottoman adlı eserine buradan erişebilirsiniz. [Dosya boyutu 30 MB]

31 Aralık 2009 Perşembe

İdrak farkı

Astronomi tarihi sahasında mühim çalışmalar yapmış olan David A. King‘in Ekmeleddin İhsanoğlu ve arkadaşlarının neşrettiği Osmanlı astronomi literatürü tarihi ve Osmanlı matematik literatürü tarihi eserlerinin tanıtım yazısının [1] son paragrafını tercüme ederek aktarıyorum:

Uluslararası seviyede ciddi bir akademik çalışmayla hazırlanan bu cildlerin belki en ürkütücü yanı, yazarların lokal bir tehdit altında yaşamalarıydı. Artık bu tehdit tesirini gösterdi. Ekmeleddin İhsanoğlu yönetiminde ve uluslararası camiada Osmanlı bilim tarihi sahasında meşhur olan İstanbul Üniversitesi’nin Bilim Tarihi Bölümü rektör Kemal Alemdaroğlu tarafından 1999 senesinde kapatıldı. Diğer iddialarına ilaveten Alemdaroğlu şunu da söylüyordu: 'Osmanlı çağdışı olduğundan, Modern Türkler Osmanlı bilimini çalışmamalıdır'. Eğer ihtiyaç varsa, inceleme altındaki bu cildler, Alemdaroğlu’nun kısa görüşlülüğünün delilidir. Bu cildler aynı zamanda, İhsanoğlu ve meslektaşlarının anlayış ve azimlerine çok büyük bir takdirdir. Alemdaroğlu ister hoşlansın ister hoşlanmasın, Onlar nihayetinde Osmanlı bilimini daha açık perspektife koyacak bir takım çalışmalara öncülük edeceklerdir.

Feza Günergun'un İstanbul Üniversitesi'nde Bilim Tarihi'nin kurumsallaşmasını anlattığı makalede, bölümün kapatılmasını şöyle değerlendirmektedir [2]:

Bilim Tarihi Lisans Programı’nın kapatılmasının Türkiye’ye ne fayda sağladığını ve her sene 30 kadar öğrenciyi bilim tarihi konusunda öğrenim görmek üzere üniversiteye kabul etmenin lüzumsuz görülmesini anlamak mümkün değildir. Eğer sorun, mezun olduklarında bunların iş bulamamaları ise, Türkiye üniversitelerinin başka birçok dalından mezun olan birçok genç, iş bulmakta zorlanmaktadır. Diğer taraftan, bilim tarihi lisans programını yürütmenin üniversite bütçesindeki payı, diğer tıp ve fen dallarının paylarıyla kıyas kabul etmeyecek kadar düşüktür. Dolayısıyla üniversiteye ekonomik sıkıntı getiren bir program değildir. Programın kapatılması demek, tekrar açılmayacağı anlamına gelmemektedir. Hatta Türkiye’de, bilim tarihi eğitiminin yalnızca üniversite düzeyinde sınırlı bir gruba verilmesinin yanında, orta öğretimde de, bir zamanlar olduğu gibi, bilim tarihi derslerin açılması faydalıdır. Bunlar, eğer bilinçli öğretmenler tarafından ve ilgi çekici, ezbere dayanmayan, tarih ile bilimsel bilgi üretimi arasındaki ilişkiyi başarılı bir şekilde sunan kitaplar yardımıyla verilirse, genç nüfusun en azından bir kısmını bilime, bilimsel araştırmaya, bilimsel düşünmeye yönlendirmek mümkün olabilir. Bilim Tarihi, bilimin, “formül ezberleyerek problem çözmek”ten farklı, “yeni bilgi üretme” süreci olduğunu öğretebilir, bunu özendirebilir. Dolayısıyla bilim tarihi, Türkiye gibi, bilimi gündeme getirmeye ihtiyacı olan ülkeler için faydalı bir araç olabilir.

Bazı Türk fen bilimcilerinin “Türkiye’de bilim yapılmış mı ki bilim tarihi araştırılsın, okutulsun?”görüşü doğrultusunda Türkiye’de bilim tarihi konusunda yapılacak çalışmaları ve eğitimi gereksiz görmek de, çok dar bir anlayışının ürünüdür ve bilim tarihi araştırmalarının geniş sınırlarını bilmemekten kaynaklanmaktadır. Zira bugün, dünya üniversitelerinde yapılan bilim tarihi çalışmaları, bilimin belli bir dalındaki çalışmaları ortaya koymak ve incelemekle sınırlı değildir. Bilim üretilen ortamı ve bilimin hangi şartlarda, nerede ve nasıl üretildiği, veya niçin üretilemediği, bilimsel gelişmeye katkıda bulunan veya engelleyen faktörleri vb. konuları da içermektedir. Özellikle sonyıllarda yapılan çalışmalar, antik çağlardan ziyade yakın dönem bilimsel çalışmaları etkileyen faktörleri, ülkelerarası bilim transferinin etkilerini incelemektedir. Batı üniversitelerinde Bilim Tarihi bölümleri olmadığı ve bu üniversitelerin Bilim Tarihi Lisans Diploması vermediği şeklindeki iddialarda doğru değildir. Amerika Birleşik Devletleri’nde 17, İngiltere ve Yunanistan’da birer üniversite bu diplomayı vermektedir.

[2000-2009 yılları arasında felsefe bölümü bünyesinde anabilim dalı olarak faaliyet gösteren Bilim Tarihi 2010 senesinde bölüm statüsüne geçmiştir.]

Referanslar

[1] David A. King, Review, Isis, vol. 92, no. 2, 2001, s. 357-359.

[2] Feza Günergun, "İstanbul Üniversitesi’nde Bilim Tarihi’nin Kurumsallaşması: Araştırmalar ve Eğitim Programları (1984-2004)", Türkiye Araştırmaları Literatür Dergisi, Cilt 2, Sayı 4, 2004, s. 547-580. Makalenin pdf halini buradan indirebilirsiniz.

11 Kasım 2009 Çarşamba

Goethe'den Ebussuud Efendi'ye teşekkür

Alman şair Goethe’yi (1749-1832) duymayanımız yoktur. Ancak onun Hâfız-ı Şîrâzî (ö. 1389) ve Ebussuud Efendi hakkında yazdıklarından haberi olanlar azdır.

Goethe, Hâfız’ın dîvanının tamamına Hammer’ın tercümesi sayesinde ulaştı. Kendisi bunu şu şekilde dile getirmektedir: “Hâfız’ın şiirleri, Hammer’ın tercümesiyle, geçen yıl elime geçti (1814). Bundan önce, şurada burada, dergilerde çevrilmiş bazı münferit şiirler, bana, bu parlak şairi pek duyurmamıştı. Şimdi ise şu bir araya toplanmış şiirleri, üzerimde öyle büyük bir tesir bıraktı ki, onun karşısında benim de verimli olmam gerektiğini anladım. Yoksa bu kuvvetli şahsiyetin önünde duramıyacaktım. Üzerimdeki tesiri çok büyük oldu onun. Almanca tercümeleri, önümde duruyor. Onun duygularını paylaşmadan yapamıyorum. Konu ve fikir bakımından içimde bir benzerlik belirmeğe başladı, hem o derece ki, artık içimden de olsa, açıkca beliren bu istekle, gerçek dünyadan zevk almayı kendi zevkime, kendi kudretime ve kendi irademe bırakan ideal bir dünyaya kaçmak ihtiyacını duydum” [1]. Bu tesirle önemli eserlerinden biri olan West-östlicher Divan’ı yazdı.

Ebussuud Efendi zamanında da -günümüzde olduğu gibi- dîvan edebiyatından anlamıyanlar varmış. Hâfız-ı Şîrâzî'ye şiirlerinden hareketle, şarap ve aşkın zevklerini terennüm eden hafifmeşreb diye ithamlarda bulunmuşlar. Meseleyi Ebussuud Efendi’ye kadar taşıyanlar olmuş. Bu divan için lisan-ı gayb demenin hata olup olmadığını soranlara, Hâfız’ın Dîvan’ında şeriate aykırı sözler bulunmakla beraber “çokluk hikem-i zâika ve nüket-i fâikadan nice kelimât” bulunduğunu da ilave ettikten sonra “Marifet, yılan zehiri ile faydalı ve şifalı ilacı birbirinden ayırt edebilmektir.” Cevabını vermiştir. Bu fetva ile Hâfız’ın dîvanını kurtarmıştır.  Fetvanın tam metni şöyledir: “Zeyd, Dîvân-ı Hâfız hakkında: ‘Lisan-ı gaybdır’ dedikde, Amr: ‘Lisan-ı gayb demek hatadır, hatta Reîs-i ulemâ müfti âlim olan adem-i kırâatına fetvâ vermişdir’ deyüb, Zeyd mezbûr reis-i ulemâ olan kimesnenin hakkında hâşâ ‘bi ismi yâd edüb ol anın ne ağzı kaşağıdır bu zevkiyâtdır’ dese şer’an Zeyd’e ne lâzım olur? el-Cevâb: Hâfızın makâlâtından çokluk hikem-i râika (zâika) ve nüket-i fâikadan mebnî (gaybî)  kelimât hakka vâk’i olmuşdur. Lakin tezâifinde nitâk-ı Şerîat-i Şerîfeden bîrûn müzahrefât (hurâfât) vardır, mezâk-ı sahîh oldur ki biri birinden fark edüb simm-i nâfikî (ef'âyı) tiryâk-ı nâfi' sanub mebâdi-i zevk-i na’îmî (ni'meti) ihrâz ve esbâb-ı zevk-i azâb-ı elîmden ihtirâz eyleye” [2].

Üç asr sonra, bu olaydan haberi olan Goethe mezkur eserinde Ebussuud Efendi’den şöyle bahsetmektedir:

Fetwa

Hafis Dichterzüge, sie bezeichnen
Ausgemachte Wahrheit unauslöschlich,
Aber hie und da auch Kleinigkeiten
Außerhalb der Grenze des Gesetzes.
Willst du sicher gehn, so mußt du wissen,
Schlangengift und Theriah zu sondern -
Doch der reinen Wollust edler Handlung
Sich mit frohem Mut zu überlassen
Und vor solcher, der nur ew’ge Pein folgt,
Mit besonnenem Sinn sich zu verwahren,
Ist gewiß das Beste, um nicht zu fehlen.
Dieses schrieb der arme Ebusuud euch.
Gott verzeih’ ihm seine Sünden alle!


Der Deutsche dankt

Heiliger Ebusuud, hast's getroffen!
Solche Heil'ge wünschet sich der Dichter;
Denn gerade jene Kleinigkeiten
Außerhalb der Grenze des Gesetzes
Sind das Erbteil, wo er übermütig,
Selbst im Kummer lustig, sich beweget.
Schlangengift und Theriak muß
Ihm das eine wie das andre scheinen.
Töten wird nicht jenes, dies nicht heilen:
Denn das wahre Leben ist des Handelns
Ew’ge Unschuld, die sich so erweiset,
Daß sie niemand schadet als sich selber.

“Fetvâ / Hâfız’ın nazmı, sönmez hakikatları verir, ama arasıra da Kur’an’ın dışına çıkan ufak tefek şeyleri. Emin yolda yürümek istersen, yılan zehiriyle Tiryak’ı biribirinden ayırt etmeği bilmelisin. Her şeyden önce de asil hareketlerden duyulan zevke kendini ferah bir gönülle vermelisin; ancak sonu gelmez ıstıraba karşı temkinli davranıp kendini korumalısın. Doğru hareket etmek için en iyisi budur. İşte biçare Ebussuud bunları yazdı. Allah, onun günahlarını affetsin!

Alman teşekkür ediyor / Aziz Ebussuud, çok isabetli konuştun, der. Şairin, senin gibi Azizlere ihtiyacı var; ama işte kanunun sınırlarını aşan küçük şeyler, ona verasetle geçen şeylerdir. Şair, bunların içinde üzüntülü zamanlarında bile cesaret bulur, neşe duyar. Yılan zehirini de, Tiryak’ı da tatmalı o. İlki onu öldürmediği gibi, ikincisi de ona şifa vermez. Hakiki hayat, hareketten doğan, ebedi suçsuzluktur. Bu da başkalarına değil, ancak kendine zarar verir” [3].

Senail Özkan tarafından tercüme edilen eser bu sene neşredilmiştir. Esere ulaştığımda bu kısmın tercümesini de aktaracağım. [ Bu tercümeden yapılan iktibas aşağıdadır [4]:
Fetvâ
Hâfız'ın şairlik tarzı, malûm hakikati,
Silinemez bir halde gösterir;
Fakat ara sıra önemsiz şeyler
Şeriat sınırlarının dışına taşar.
Emin olmak için bilmelisin
Yılan zehriyle tiryâkı ayırt etmeyi -
Lâkin asil bir icra-i faaliyetin zevkine
Açık yüreklilikle teslim olmak lazımdır.
Ve sırf ebedî azap getirecek işlerden
Temkinle kendini korumalıdır insan,
Yanılmamak için en iyisi budur zaten.
İşte böyle fetva verdi biçare Ebussuud,
Allah cümle günahlarını affetsin!

Alman Teşekkür Ediyor
Aziz Ebussuud isabet kaydettin!
Şair de böyle ulemâ arzu eder:
Doğrusu, şeriat sınırlarının dışına taşan,
Bu ufak tefek şeyler verasetle geçer ona
Kederli iken bile neş'eli göründüğü yerdir
Ki burada şair pek cesaretlidir.
Onun nazarında yılan zehri ve tiryak,
Birbirinden farklı değildir dikkatle bak.
Birisi öldürmediği gibi, diğeri de şifa vermez:
Çünkü öyle tecelli etse de, gerçek hayat,
Faaliyetin ebedî mâsûmiyetinden doğar,
Bu da kendinden başkasına vermez zarar.
İşte böylece yaşlı şair, hûrilerin Cennet'te kendisini,
Gençleşmiş bir delikanlı olarak karşılamalarını bekler.
Aziz Ebussuud isabet kaydettin fetvânda! ]


Goethe'nin bu şiirinden yaklaşık iki asır sonra, onun kadar Ebussuud Efendi'yi anlıyamıyanların bulunması ne kadar garib değil mi?


Referanslar

[1] Melâhat Özgü, “Goethe ve Hâfız”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı 4, 1952, s. 89-90. Makalenin pdf haline buradan ulaşabilirsiniz.

[2] Velî b. Yusuf, Mecmûatü'l-fetâvâ, İstanbul, Mft. Ktp., 187, vr. 221a.  (Pehlul Düzenli'nin “Osmanlı Hukukçusu Şeyhülislâm Ebussuûd Efendi ve Fetvâları” adlı  doktora tezinin [Selçuk Üniversitesi, 2008] 43. sahifesinden naklen). Ayrıca fetvâ birkaç kelime farkla Kâtip Çelebi'nin Keşfü'z-Zünûn'unda [İstanbul, 2008, 2. Cilt, s. 646] geçmektedir. Farklar parantez içinde verilmiştir. Devrinde ve sonrasında önemli tesirler yapan Ebussuûd Efendi'nin fetvalarının henüz derlenip neşredilmemiş olması günümüz ilim camiası için büyük bir eksikliktir.

[3] Melâhat Özgü, a.g.m., s. 97. Ayrıca şiirin orijinal metnini diğer kaynaklardan kontrol ederken birkaç farklılığa rastladım.

[4] Goethe, Doğu-Batı Divanı, Trc. ve İzh. Senail Özkan, İstanbul, 2010, s.188-189. Mütercim sadece divanı Türkçeye tercüme etmekle kalmamış, 150 sayfalık bir takdim yazısı eklemiştir.

3 Kasım 2009 Salı

'Frenklerin Fodullukları Boldur'

Bilim tarihinin en çetrefilli meleselerinden biri de İslam Medeniyeti'ndeki bilimsel aktivitelerin ne zaman ve niye azalmaya başladığıdır. İslam Dünyası'ndaki milyonlarca yazma eser (manuscript) üzerinde henüz inceleme yapılmadığı düşünülürse, meseleyi tamamen vuzuha kavuşturmak için böyle ilmî çalışmaların neticelerinin ne kadar ehemmiyetli olduğu ortaya çıkar. 

Osmanlı'nın bilim eğitiminden kopmasına temas eden İsmet Berkan'ın (01/11/2009, Radikal) yazısını beraber inceleyelim.  

Ebussuud Efendi'nin (v. 1574) medreselerde matematik ve geometri okutmanın gereksizliğine kani olduğu gerçeği pek yansıtmıyor. Şöyle ki "Osmanlı medreselerinde Kelâm sahasında okutulan Taftazanî'nin Şerhu'l-Mekâsıd, Cürcanî'nin Şerhu'l-Mevâkıf, Ali Kuşçu'nun Şerhu't-Tecrid gibi kelâm eserleri önemli geometrik bilgiler ihtiva ettiklerinden anlaşılmaları için ciddi bir geometrik bilgi seviyesi gerektirmektedirler. Nitekim Osmanlı medreseleri'nin ders programlarında geometrinin, bağımsız olarak okutulmasının yanısıra, ismi geçen kelâm eserleri mutalaa edilirken de okutulduğu görülmektedir" [1]. Ebussuud Efendi'ye atfedilen böyle bir düşüncenin pratiğe geçmediği; en azından Kelâm derslerinde okutulan eserlerin muhtevasından anlaşılmaktadır.  

Osmanlı medreseleri müfredat programlarını zikreden eserlere baktığımızda mesele daha da netleşmektedir. Mesela, Fransa devleti tarafından İstanbul’daki sefiri Marquis de Villeneuve’den mevzu ile alakalı bir kitap yazması istendiğinde, Reisülküttâb Mustafa Efendi’nin damadı ve kendi talebesi Ebubekr Efendi’nin haber vermesi üzerine 1741 senesinde Kevâkib-i Seb’a kaleme alınmıştır. Bu eserde hendese, hisab ve hey’et hakkında şunlar yazmaktadır: “Şerh-i Mevâkıf ve Mekâsıd her ne kadar  kelâm ilmiyse de âlet ilimlerin cümlesini, hikmet, hey’et, hendese ve hisâbı zikreder… İktisar rütbesinde hendese ilminden Eşkâl-i Te’sîs adlı bir kitap vardır; onu okurlar. Ondan sonra istiksâ rütbesinde delilleriyle Öklidis kitabını okurlar. Hisabda dahi iktisâr rütbesinde Bahâiyye [2] vardır; onu okurlar. Üzerine Ramazan Efendi ve Çulli’si dahi takrir olunup iktisâdın yukarı rütbesine yakın olur. Hey’et ilmi hayalden ve faraziyattan ibaret olup hendeseye nisbetle güçce olduğundan onu sonraya alıkoyup müstakillen ders ederler” [3]. İshak b. Hasan et-Tokadî’nin (ö.1689) Nazmu’l-‘Ulûm adlı Türkçe manzum risalesinde [4], Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın (ö. 1780) Tertîb-i ‘Ulûm adlı eserlerinde ve Nebî Efendizâde’nin (ö. 1786) Kasîde fi’l-Kütübi’l-Meşhûre fi’l-‘Ulûm adını taşıyan kasîdesinde medreselerde okutulan hendese ve hisab ile ilgili kitap isimleri zikredilmektedir [5].

IRCICA'dan çıkan Osmanlı Matematik Literatürü Tarihi (2 cild), Osmanlı Tabii ve Tatbiki Bilimler Literatürü Tarihi (2 cild) ve  Osmanlı Astronomi Literatürü Tarihi (2 cild) eserleri mutalaa edilirse, kısaca takdimi yapılan binlerce eserin bir ihtiyaca binaen yazılmış olduğu anlaşılır.  

Zigetvarlı Tezkireci İbrahim Efendi ile Müneccimbaşı Şekibî Mehmed Efendi arasında geçen konuşmanın devamını  İbrahim Efendi şöyle aktarmaktadır: "Kullanılışını gösterdiğimde, Uluğ Bey Zîci'ne ve başka zîclere takvimlerini uyguladığında çok hoşlanıp daha sonra istinsah ettiğimizde bize Mısır hazinesi kadar ihsanda bulunup, 'Bizi şüpheden kurtardınız; zîclerine iyice güven geldi' deyip çokça dua etti" [6].  Mübeccimbaşı'nın ilk anda 'Frenklerin buna benzer fodullukları çoktur' demesi şu manada olabilir: Avrupalıların bizden daha üstün ve hatasız bir zîc yapmaları ne hadlerine. Üstünlük psikolojisinden kaynaklanabilecek ilk tepkinin ardından Müneccimbaşı'nın ilmî bir olgunlukla meseleyi kabul etmesi gözardı edilmemelidir. 

Osmanlı'da bilim üretiminin yavaşlaması üzerine Ekmeleddin İhsanoğlu şunları yazmaktadır: "Onyedinci yüzyıldan itibaren merkezî otoritenin zayıflaması, ortaya çıkan sosyal ve iktisadî çözülme, siyasî istikrarın bozulması, fetihlerin azalması, devamlı surette toprak kaybı, Avrupa'ya Amerikan gümüşünün bol akması ve imparatorluğun gelirlerinin azalması neticesinde, şartlar tedricen bilimin gelişmesine imkan vermemeye başladı" [7]. 

Bu bilgiler ışığında yazarın medreseler üzerinden yaptığı tesbitin ne derece doğru olduğu ortaya çıkmaktadır. Ortada bir vak'a var. Ancak bir iki kitap okumakla bunun izah  edilemiyeceği kanaatindeyim. 

Bir şeyleri yanlı(ş) ve eksik okumanın neticesi...


Referanslar

[1] İhsan Fazlıoğlu, “Euclides Geometrisi ve Kelâm”, Türkiye I. İslâm Düşüncesi Sempozyumu, 1996.

[2 ] Yazarına nispet edilen eserin orjinal adı Hulâsat el-Hisâb'dır. Eser hakkında detaylı bilgi için İhsan Fazlıoğlu'nun T.C. Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi'nde yazdığı ilgili maddeye bakılabilir. Ayrıca buradan pdf formatında indirilebilir. 

[3] Cevat İzgi, Osmanlı Medreselerinde İlm, Cild-I, İstanbul, 1997, s. 69,73.

[4] Bayram Özfırat, Tokatlı İshâk Efendi’nin Nazmu’l-ulûm, Nazmu’l-le’âlî ve Manzûme-i Keydânî adlı mesnevileri (İnceleme-Metin), Y. Lisans Tezi, Selçuk Üniversitesi, Konya, 2006.

[5] Cevat İzgi, a.g.e, s. 77-95.

[6] Ekmeleddin İhsanoğlu, Osmanlılar ve Bilim, İstanbul, 2003, s. 168.

[7] Ekmeleddin İhsanoğlu. a.g.e, s. 40.

16 Ekim 2009 Cuma

Zîc

İslam medeniyetindeki astronomi literatüründe önemli bir tür de zîc olarak isimlendirilen elkitaplarıdır. Zîc kelimesi (Arapça çoğulu ezyâc, zîcât ve ziyace) Arapça’ya Farsça’dan geçmiştir (Farsça’da tel, şerit manasındadır). Ortaçağ Latince’sinde zich veya zîcin marife hali olan ez-zîc’den esinlenilerek ezich olarak kullanılmıştır [1].

Zîcler, güneş, ay ve gezegenlerin pozisyonlarını içeren tabloları ihtiva ederler. Bu elkitapları genellikle trigonometrik tabloları, ayın görülebilirlik ve namaz vakitleri tabloları, coğrafî tabloları, yıldızların pozisyonlarını gösteren tabloları da içermektedir. Bazen de teori ispatları ve açıklamaları, tabloların hesaplanmasında esas alınan gözlem raporları muhtevaya dahil edilmiştir. Bir zîc yaklaşık 150-200 sayfa arasındadır [1, 2].

İslam dünyasında en çok kullanılan zîcler, Ebu’l-Vefâ Buzcânî, el-Bettânî, İbn Yûnus, Nasîruddin Tûsî ve İbnü’ş-Şâtir’in zîcleridir. Uluğ Bey’in Zîc-i Hâkânî ya da Zîc-i Gürganî adıyla meşhur zîci, XV. asırdan sonra en çok kullanılan zîc olma niteliğini kazanmıştır [3]. Uluğ Bey'in bu zîci 1665 tarihinde Oxford'da izahlı bir şekilde Latice'ye tercüme edilerek neşredilmiştir [4].


Referanslar

[1] E.S. Kennedy, A Survey of Islamic Astronomical Tables, 1956, s. 2-3.

[2] Mohammad Bagheri, Books I and IV of Kûshyâr Ibn Labbân’s Jâmi’ Zîj: An Arabic Astronomical Handbook by an Eleventh-Century Iranian Scholar, 2006, s. X.

[3] Cevat İzgi, Osmanlı Medreselerinde İlm, Cild 1, İstanbul, 1997, s. 413.