29 Nisan 2011 Cuma

"Doğu-Batı İlişkileri Açısından Batı Tarımı"

Tarım, medeniyetlerin teşekkülünün tedkikinde ele alınması gereken en önemli konulardan biridir. Sosyolog Baykan Sezer, Doğu-Batı İlişkileri Açısından Batı Tarımı [1] adlı kitabında tarım konusunu tarihi altyapısıyla işlemiştir. Kitapta, tarımın Doğu ve Batı için ne ifade ettiği ve bu ikisi arasındaki irtibatta rolünün ne olduğu ele alınmıştır. Kitaptan yapacağım iktibasları  arabaşlıklar ekleyerek sunacağım:

Doğu-Batı farklılaşması...

[...] Doğu-Batı farklılaşması günümüzden ya da başka deyişle endüstriden önce başlamış ise bu farklılığın kaynağını da tarım kesiminde aramak gerekecektir. s.7

Avrupa ve Asya’da toprak...

Gerçekten de Avrupa ve Asya’da toprak, tarımın doğuş dönemlerinde önemli rol oynayacak ayrılıklar göstermektedir. Asya ve Avrupa arasında toprak konusunda görülen birinci fark, Asya’da toprakların Batı’ya göre daha geniş bir alana yayılmasıdır. İkinci önemli fark ise, Avrupa’da eş değer ve verimde toprakların bulunması ve Asya’ya göre beslenecek insan nüfusu ile karşılaştırılınca verimli torakların fazla (yeterli) olmasıdır. Avrupa’da geniş orman alanlarının bulunması, önemli nüfus yoğunlaşmalarını engellediği gibi aynı zamanda verimli toprak elde edilmesi sorununu da ormanların yakılması sonucu kolayca çözümleme imkanı vermektedir. 

Asya toprakları, genişliğine karşılık verimlilik ve beslenme gücü bakımından Batı’ya oranla aynı eş değeri göstermemektedir. Asya, bereketli topraklarla birlikte verimsiz çöl ve bozkırlarla da bölünmektedir. Asya topraklarında görülen bu verim farklılıkları, beslenme imkanlarına göre bir nüfus fazlasının ortaya çıkmasına neden olmuştur. Doğu’da bereketli topraklar insanlar arasında bir çekişme konusu olurken Batı insanı, en azından başlangıçta, bu sorunu aynı şiddetle tanımamıştır.
[…]
Tarım öncesi insanlar, avcılık ve toplama ekonomisi ile beslenmelerini sağlıyorlardır. Ya da başka deyişle bitki ürünlerinden yararlanmayı daha başlangıçta biliyorlardı. s.8

Tarım uğraşısı...

Tarım uğraşısı, insanlığın ulaştığı en önemli aşamalarından birisidir. İnsanlar, doğa ile olan ilişkilerinde doğayı kendilerine göre düzenlemede ilk başarılarını tarımla kazanmışlar ve doğanın basit birer uydusu olmaktan çıkmışlardır. Yine tam yerleşik yaşam imkanı da, ancak tarımla doğabilecektir. Tarım uğraşısı, ürününü uzun süre sonra vermektedir. Yaşayışlarını ileride elde edilmesi muhtemel bir sonuca göre düzenleyebilmeleri insanlara örgütlenmeleri konusunda da geniş imkanlar getirmiştir. 

Bu arada tarıma geçiş, o günkü koşullar içinde insan toplulukları arasında büyük bir zenginlik farkının doğmasına yol açmıştır. Yine Asya’da bereketli toprakların sınırlı olması sonucu tarım dışında kalmış toplulukların tarıma geçebilmeleri için tek yol, tarım yapılan toprakları ele geçirmeleri olmuştur. Bu nedenle tarıma açılan topraklar, Asya’da büyük bir çekişme konusu oluşturmuştur. s.9

Avrupalı çiftçi...

Avrupalı çiftçi için toprağın tükenmesi olayı, Doğu’da olduğu gibi önemli bir sorun oluşturmayacaktır. Avrupa toprakları üzerinde büyük verim farklılıklarının bulunmaması nedeniyle çiftçi toprağını kolayca bırakabilmekte ve başka topraklar üzerinde tarım üretimi ve uğraşılarını sürdürebilmektedir. s.9-10

Doğulu çiftçi...

Doğu için durum daha değişiktir. Aynı eş verimlilikte boş toprakların olmaması nedeniyle Asya’da çiftçiler, sorunlarını kendi yerleşme bölgelerinde çözmek zorunda kalmışlardır. Bu da, ancak sürekli toprak taşıyan ve böylece  toprağı yenileyen ırmak boylarındaki ovalarda mümkün olmuştur. Tarihte ilk büyük yerleşik tarım uygarlıkları da bu bölgelerde görülecektir. s.10

Doğu'da askerî ve siyasî oluşum...

Toprağın aralıksız dinlenemeden her yıl üzerinde yaşayan halkı beslemesi zorunluluğu, söz konusu insan topluluklarının vardıkları ekonomik ve toplumsal aşamanın değil, bereketli toprakların Doğulu halklarca paylaşılamamasının sonucudur. [...]

Bu dış baskılara karşı gösterilen tepki ise, ortak bir savunma birliği ve büyük savunma yapılarıdır. Böylelikle Doğu’da büyük toplum birimlerinin ve büyük kamu işlerinin ilk nedeni önce askerî ve siyasî olmuştur. s.11


Avrupa tarımındaki açmaz ve çözümü...

Avrupa'daki koşullar da zamanla değişikliğe uğrayacak ve başlangıçta karşılaşılmayan iki olay Avrupa halklarının karşısına çıkacaktır. Bu olayların birincisi, nüfusun hızla artışının ekonomi üzerinde artık şiddetli baskı yapmaya başlamasıdır. Avrupa tarımı da artık bir çelişki karşısındadır. Bir yanda üretim sınırlı kalmıştır. Öte yanda üretimin bu sınırlılığı karşısında nüfus hızla artmaktadır. Bu durumda ise Batı için tek çıkar yol, yeni toprakların tarıma açılmasıdır. Fakat yeni toprakların tarıma açılması konusu da, başlangıçta gösterdiği özelliklerden ayrı bir anlam taşımaktadır. Artık amaç, yurtlarındaki toprakları dinlenmeye bırakırken bu bırakılan toprakların yerine yeni üretim alanlarının aranması değil artan beslenecek boğaz sayısı karşısında yeni ek toprakların bulunmasıdır. Kısacası Avrupa toprağı da, bu yeni dönemde yeterince dinlenebilme imkanlarını yitiriyordu. Giderek artık Avrupa'da tarıma elverişli toprakların sınırına varılıyordu. Eş değerde toprakların bitip tükenmeden süresiz çoğaltılması imkansızdı.

Bu yeni koşullarda Batı'da ekonomik birliğin korunması ile birlikte geniş toprakları işleyebilmek zorunluluğu ve üretime açılan bu yeni toprakların verim durumu, daha ileri bir teknik düzeyi gerektiriyordu. Fakat Batı'daki gelişme çizgisi, böyle bir çözüme engeldi. Batı, tam bir çıkmaza girmişti. Nüfus sorununu sürekli savaşlarla çözmek zorunda idi. Aralıksız olarak kendi kendisini yıkıp tekrar yenilemek durumundaydı. Batı'nın bu söz konusu açmazınına da çözüm Doğu'dan gelmiştir.

Doğu tarımda üretimin üretim güçlerinden bağımsız askerî ve siyasî alanlarda oluşan güçlerin müdahalesi sonucu artması nedeniyle üretim güçlerinin mülkiyeti dışında bir artı-ürünün ya da başka deyişle bir üretim fazlasının ortaya çıkmasına yol açmıştır. Bu söz konusu artı-ürün, Batı için bir çıkış yolu olmuştur. s.12


Doğu'da sunî sulama...

Yerleşik Doğu tarım uygarlıklarında üretim için köyün çabası artı merkezî Devlet'in yüklendiği sunî sulama işleri gereklidir. Bu olay da, Doğu'da köy ekonomisinin kendi kendisine yeterli olduğu kuramını çürütmektedir. Ve bu nedenle de yerleşik Doğu tarım uygarlıklarında Devlet'in üretim fazlasına el koyması bir iç yağma biçiminde olmamakta, bir görev karşılığı olmaktadır. s.15-16

Doğu Devletlerine despotizm suçlamaları...

Doğu'daki tarım, bizlere kapalı köy ekonomisi izlenimini verebilecek biçimde dar bir çerçeve içinde kalmaktaydı (Temeli olabilecek tek ekonomi, köy ekonomisinde bir merkezileşme olayı görülmeden Doğu Devletlerinin kendilerini besleyecek gelirleri tek elde toplayabilmesi de, kendilerine despotik Devlet suçlamalarının yöneltilmesine yol açacaktır). Ancak bir toplumda Devlet kurumunun varlığı, mutlaka belli bir toplumsal göreve ve ekonomik temele işaret eder. Doğu'da toprağın savunulması zorunluğu sonucunda ileride Devlet'in çekirdeğini oluşturabilecek askerî bir örgütün bulunması ve bu örgütün ırmakların denetim altına alınması ve sulama işlerinin düzenlenmesiyle üretimde de bir toplumsal görev kazanıp Devlet'e dönüşmesi bu yanlış anlamaların (despotizm suçlamaları) kaynağını oluşturmaktadır. Klasik Batı şemasını uygulamak, burada güçlüğe uğramaktadır. Devlet örgütü, kendi biçimini ekonomik ilişkilerin bir yansıması olarak kazanmamaktadır. s.17

Doğu ve Batı Devletlerinin tarım üretimindeki yeri...

Üretimin fizik ve toplumsal koşullarını hazırlayan Devlet, üzerinde üretim yapılan toprağın çıplak mülkiyetine sahip bulunuyordu. Üretimin teknik ve ekonomik yönünü yürüten üretici halk ise, aynı toprağın tasarruf hakkını elinde tutuyordu. Ve bu tasarruf hakkı tek bir koşulla, üretimin sürdürülmesi koşuluyla mutlak olmaktaydı. Devlet, anak üretimi aksatan ya da durduran köylünün elinden toprağı işleme hakkını alabilmekte ve yerine başka çiftçileri yerleştirebilmektedir. s.18

Batı'da ise durum çok daha değişik olmuştur. Batı topraklarının gösterdikleri özellikler sonucu çiftçi halklar, doğrudan ve kendi çabalarıyla tarıma geçebilmişlerdir. Üretim imkanlarını çiftçilerin kendileri dışında hiç bir güce borçlu olmamaları yüzünden Batı'da toprakta da özel mülkiyet görülecektir. s.  19


Endüstri toplumunun açıklama ve tanımlamaları...

Endüstri toplumları belirleyici olduğu kapitalizm dönemi ve sonrası için geniş açıklamalar ve tanımlamalar bulunurken daha önceki aşamalar konusunda sahip olduğumuz bilgilerimiz için aynı yargıda bulunmak mümkün değildir. Kölelik ya da feodalizm konusunda bilgilerimiz genel bir uygarlık kuramı oluşturmamızda yetersiz kalmaktadır. Asya tipi üretim biçimi (ATÜT) konusu ise açıkca ihmale uğramıştır. Fakat özellikle kölelik konusunda hiç bir açıklık bulunmamaktadır. s.25

Batı uygarlığı ancak Doğu-Batı ilişkilerinde söz konusudur. Durum böyle iken Batı uygarlığı gelişmelerini kendi sınırları içinde anlatmak çabasına düşünce endüstri öncesi dönemde tek zenginlik kayağı olan tarıma önem verilmiş; ancak tarım Batı'da kendisine yüklenmek istenen görevi yerine getirememiş olduğu için açıklamalarda belirsizlikler ortaya çıkmıştır. s.26

Batı ile Doğu başlangıçta aynı sorunlarla karşılaşmışlar, fakat ayrı ayrı çözüm yolları getirmişlerdir. [...] O günlerdeki ilkellik ve doğa koşullarının etkinliği bu farklılıkların doğmasına yol açmıştır.


Asya ve Avrupa toprakları arasındaki fark...

Asya ve Avrupa toprakları arasındaki birinci fark, [....] Asya'da toprakların geniş düzlükleri kapsamasıdır. Bu farkın insanlar üzerindeki etkisi, Doğu'daki geniş bozkırların küçük insan birimleri arasında alış-verişleri mümkün kılmasıdır. Aynı dönemde Avrupa'daki sık ormanlar ise insanları birbirlerinden koparmıştır. Bu yüzden Asyalı değişik toplum birimlerinin deneylerinden yararlanabilir ve yine karşılaştığı zorlukları ortak bir çaba içinde değişik toplum birimlerinin elbirliği ile çözebilirken Avrupalı bu imkanlardan yoksun kalmıştır. Orman içlerinde kaybolmuş Avrupalı kendi deneyleriyle yetinirken sorunlarını da bulunduğu yerede ve tek başına çözmek zorunda kalmıştır. s. 26-27


Yunan uygarlığı...

Batı'da yerleşik tarım uygarlıklarının doğuş koşullarının eksiksiz bulunmaması üzerine Yunan uygarlığının Doğu uygarlığı ile olan ilişkisi üzerinde durulmaktadır. Yunan uygarlığı, Doğu deneylerinden yararlanan ve doğu uygarlığını aşan bir aşama olarak tanımlanmaktadır. Yakın-Doğu uygarlıkları ilkel toplumlardan sınıflı toplumlara geçiş biçimlerinden birisidir. Yunan uygarlığı ise sınıflı bir toplumdur. İlkel toplumlardan Yunan uygarlığına geçilirken açıklamada karşılaşılan zorluklar araya geçiş dönemi olarak Yakın-Doğu uygarlıklarının sıkıştırılmasıyla çözümlenmek istenirken daha başlangıç dönemlerinden itibaren Batı'ya böylece bir üstünlük de tanınmış oluyordu. Bu yanıltıcı ve yanıltıcı olduğu kadar da yaygın bir görüştür. Yaygın olmasının temel nedeni, Yunan uygarlığının doğuşunun Doğu uygarlıkları ile olan ilişkisidir. Fakat bu ilişki hem yanlış yorumlandığı gibi hem de bu yorumdan çıkılarak Bat'nın daha baştan üstünlüğü gibi yanlış sonuçlara varılmaktadır.  s.28


Yunan uygarlığının ve bu uygarlık çerçevesi içinde Yunanlının zenginliği dillere destandır. Fakat aynı şeyi Yunanistan için söyleyebilmemiz güçtür. Aynı görüşü çağdaş Yunanlı yazarlar da paylaşmaktadır. Herodote'da "Yunanistan yoksullukla süt kardeş" (VII, 102) [2] olarak tanıtılmaktadır. Bir V. yüzyıl şairi ise bize köy yaşantısıyla iilgili daha geniş bilgi vermesine karşılık tahıl üretimine değinmemekte ve "arılar, kuzular, zeytinlikler arasında geçen tasasız iyi basit-adî bir yaşam" diye söz etmektedir. Yunanistan'da toprak-altı zengindir. Ama buna karşılık dağlık ve kayalık bir ülkedir. Başka değişle toprak-altının zenginliklerine karşılık toprağın kendisi çok daha az cömerttir. Tarıma elverişli topraklar çok sınırlıdır. Bu nitelikleriyle Yunanistan Avrupa'nın genel görüntüsünün dışında kalmaktadır. Söz gelişi Orta Avrupa'da karşılaştığımız gibi kesintisiz bir ekin alanı yerine daha çok üzerine bir çok vahanın serpiştirildiği bir çölü anımsatmaktadır. Böylece bir anlamda boşlukta ve çevresi ile bağlardan yoksun ve toprağı üzerinde kendi kendisine yetmek zorunda olan Yunanlı ile karşılaşacağız. s. 29

Devamı var...


Referanslar:

[1] Baykan Sezer, Doğu-Batı İlişkileri Açısından Batı Tarımı, İstanbul, 1990.

[2] Herodotus tarihinin ingilizce tercümesinde bu ifade "in Hellas poverty is ever native to the soil" olarak geçmektedir (A.D. Godley, Herodotus, London, 1938, Cild III, sahife 405). Başka bir tercümede "Greece has ever been the child of poverty" olarak geçmektedir (W. Beloe, Herodotus, London, 1830, Cild II, sahife 345). Bir diğer tercümede "Poverty has ever been familiar to Greece" olarak geçmektedir (Hanry Cary, The Histories of Herodotus, 1899, sahife 398). Türkçe tercümelerde ise "Yunanistan yoksullukla süt kardeştir" (Müntekim Öktem, İstanbul, 2006, s. 551) ve "Helenlerin hepsi fakirdir" (Eski Yunanca Aslından Trc. Furkan Akderin, İstanbul, 2007, s.550) şeklinde geçmektedir.

14 Mart 2011 Pazartesi

Unutulan İthaf

Sultan II. Abdülhamid zamanında 1885-1887 tarihleri arasında İstanbul'da görev yapan Amerika Birleşik Devletler Temsilcisi  Samuel S. Cox,  müşahadelerini kaleme alarak Diversions of a diplomat in Turkey adıyla 1893 senesinde neşretmiştir. Bu hatırat 2010 senesinde Türkçeye tercüme edilerek Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları tarafından neşredilmiştir. Neşredenleri tebrik ediyorum. Ancak kitabın baş kısmındaki ithaf sayfasının tercümeye eklenmemiş olması tercüme için bir eksikliktir. Daha garibi ise ithafın Osmanlıca halinin tercümede muhafaza edilmiş olmasıdır. Ancak bu Osmanlıca el yazısını bugün okuyabileceklerin sayısının epey az olduğu kanaatindeyim. Aşağıda ithaf sayfasının hem orjinal halini hem de Türkçe tercümesini okuyabilirsiniz. Şunu da eklemek istiyorum. Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları'na konuyla alakalı gönderdiğim e-postaya epey zaman geçmesine rağmen herhangi bir cevap gelmedi.

Orjinal metin...



DEDICATION
BY
PERMISSION

To His Majesty Abdul Hamid II.,
Emperor of the Ottomans, etc. , etc.

During nearly two years of sojourn at the capital of your empire I was not unobservant of its situation as a grand entrepot of commerce as well as of its scenic enchantments. During that time, and while near Your Majesty as the American Minister, it was my special gratification to receive conspicuous marks of your friendship for my country, and I may add, if it please you, for my wife and myself. These evidences of your regard have followed me home and into another sphere of public life. Since my return to America I have often pondered over my reminiscences in the Orient. Among all their delights, none are more alluring than the recollection of the relation which I sustained at your capital. 

I have observed the complex form of the government or governments of your empire, and admired the skill, vigilance and probity which you brought to bear in the reconciliation of all interests and the maintenance of your authority, not only as a civil ruler but as the head of the great Faith of the Orient. 

In the following pages I have endeavored to do credit to my observation by never omitting to be just to your efforts for the maintenance of peace, and yo;ir forbearance and moderation in promoting harmony between other governments and your own. 

I therefore have asked the privilege - so kindly accorded - of dedicating this volume to Your Majesty, as an evidence of the regard which I cherish, as well for your public virtues as for your private character. 

                                  I have the honor to be.
                                      With the highest respect,
                                                                     SAMUEL S. Cox.
New York City, September 30, 1887.

Tercüme metin....

İthaf

Müsaadeleriyle

Haşmetli II. Abdülhamid’e,
Osmanlılar ve diğerlerinin Hükümdarı

Devletinizin başşehrindeki yaklaşık iki sene ikametim müddetince, bu şehrin durumu, tabii güzellikleri yanında büyük bir ticaret merkezi olarak dikkatimden kaçmadı. Bu zaman zarfında ve Majestelerine yakın bir Amerikan Bakanı olarak, ülkeme karşı, şayet sizi memnun edecekse şunu da ekleyebilirim, eşim ve bana karşı, aşikar dostluk gösterilerinize mahzar olmak benim için çok özel bir lütuftu. Sizin alakanızın bu delilleri beni evime kadar takip etti ve sosyal hayatın bir diğer sahasına girmiştir. Amerika’ya dönüşümden bu yana, Doğu hatıralarım üzerinde sıklıkla iyice düşündüm. Tüm bu güzellikler arasında, hiçbiri başşehrinizde sürdürdüğüm ilişkilerin hatıralarından daha büyüleyici değildi. 

Devletinizin hükümeti veya hükümetlerinin kompleks formunu müşahede ettim. Otoritenizin devamı ve tüm menfaatlerin mutabakatını, sadece bir sivil yönetici değil aynı zamanda Doğu’nun büyük İnancı’nın başı olarak, sağlamadaki kabiliyet, dikkat ve doğruluğunuza hayran kaldım. 

Müteakip sayfalarda, barışın devamı için gösterdiğiniz çabalarınızı ve diğer hükümetlerle aranızdaki harmoniyi ilerletmedeki tolerans ve ölçülülüğünüzü ihmal etmeksizin, müşahedelerime sadık kalmaya gayret ettim.

Bu nedenle, bu kitabı, hem kalbimde yaşattığım saygının bir delili olarak hem de aleni erdemleriniz ve şahsi karakteriniz için, Majestelerine ithaf etmem için müsaadelerinizi istiyorum.


Şerefle,
En yüksek saygılarla,
SAMUEL S. Cox.

New York Şehri, 30 Eylül 1887.

9 Mart 2011 Çarşamba

"Kapitalizm ve Modernlik"

Jack Goody'nin daha önce Islam in Europe adlı kitabından iktibaslar eklemiştim. Şimdi Capitalism and Modernity: The Great Debate kitabından bir kaç yer aktaracağım [1] ({ } işaretleri arasındaki ifadeler tarafıma aittir):

Heilbroner, kapitalizmden söz ederken şöyle der: 'Emek-ücret ilişkisi, emeğe boyun eğdirme aracı olarak değil fakat emeği özgürleştirme aracı olarak ortaya çıkar, zira can alıcı önemde bir gelişme olan ücretli-işgücünün köleleştirilmiş veya serfleştirilmiş emeğin yerini alışı, çalışan kişilerin emeğin sermaye tarafından kullanılmasını reddetme hakkında dayalıdır [R.I. Heilbroner, "Art. Capitalism", The New Palgrave Dictionary of Economics, J. Eatwell vd. (ed.), Londra, 1987, s.349]'. Pye'nin yan yana dizilmiş kadınların radyo imalinde görev aldıkları Cambridge'teki fabrikayı (bugünkü Philips) bir Afrikalı şef ya da reis ile birlikte dolaşmamızdan bir başka yerde söz etmiştim.Fabrikanın bir duvarında işçilerin giriş-çıkışlarını tespit için kullanılan bir saat yer alıyordu. Kendisine eşlik etmekte olduğum reis şaşkın bir biçimde gözlerini bana çevirdi ve kendi diliyle 'Bunlar köle mi?' diye sordu. s. 2


Onsekizinci yüzyıl Avrupa'sı, kitapların sayısında ve okumada muazzam bir artışa tanıklık etti. Matbaanın icadından beri tedrici bir artış gerçekleştirmiş olan kitap ticareti, 1662 yılında kabul edilen Lisans Yasası'nın 1695 yılında lağv edilmesiyle büyük bir sıçrama gerçekleştirdi. Bu ilga ile Stationers' Şirketi'nin basım ve yayın üzerindeki yasal tekeli kaldırıldı ve yayıncılık, başkentte olduğu kadar taşra illerinde de gelişme kaydetmeye başladı. Kitap satıcıları çoğaldı; aynı şekilde, kütüphaneler, abonelik sistemiyle çalışan kütüphaneler ve kitap  kulüpleri de çoğaldı. Erkeklerde okur-yazarlık oranı 1506 yılı itibariyle yüzde 10 iken, 1714 yılında yüzde 45'e, yüzyılın ortasında ise yüzde 60'a çıktı. Aynı tarihler itibariyle kadın okur-yazarlık oranı ise, sırasıyla, yüzde 1, yüzde 25 ve yüzde 40 idi. Kitaplar, en azından Avrupa'da, daha önce hiç olmadığı kadar ulaşılabilir hal aldı. İleride göreceğimiz gibi Müslüman dünyada ve muhtemelen Çin'de daha çok sayıda olmak üzere kitap uzun süredir mevcuttu. s. 15


Çin, belli döküm tekniklerinin gelişimi veya el arabası gibi daha aletler itibariyle Avrupa'nın neredeyse bin yıl ilerisindeydi. Bununla birlikte, kağıt kullanımı, sekizinci yüzyıl ortaları ile onuncu yüzyıl ortaları arasından Semerkat'tan Endülüs'e yayıldı, Arap rakamlarının yayılması için ise, birkaç onyıllık süre yetti. s. 152


'Bürokratik gerensinimin Müslüman resmî görevlileri kağıdı benimsemeye sevk etmiş olması mümkündür; fakat, kağıdın İslam topraklarında ulaşılabilir durumda olması kitapların ve yazılı kültürün Avrupa'nın başka hiçbir yeriyle mukayese edilemeyecek ölçüde büyük bir yaygınlık kazanmasında da etkili oldu' [J.M. Bloom, Paper Before Print: The History and Impact of Paper in the Islamic World, New Haven, 2001, s. 91]. Kitap nüshaları, matbaa makinasına sahip olan Çindekinden bile çok daha fazla sayıda basılmaktaydı. Herbirine Kur'an'ın ve Kur'an'ın lisanının kutsiyeti atfedilen kitaplar, Kurtuba'dan Çin sınırlarına uzanan bir kültürün parçalarıydı; söz konusu dil, malların ve fikirlerin hızla yayılmasını sağlayan muazzam bir ortak pazarı temsil ediyordu. Kur'an'ın -'Kitap temelli bir kültür' olan - İslam'da yazıya olağan dışı bir saygınlık tanınması bu yayılmayı kolaylaştırdı. s. 153


Resmi tarihçi Reşideddin, kaleme aldığı dünya tarihinde (1301-1311) Çinlilerin baskı makinası hakkında kısa bir bilgiye yer ayırmıştır. İslam dininin matbaaya teveccühünün olmamasına (Tanrı'nın ve Peygamber'in isminin elle istinsah edilmesi gerekiyordu) {Yazarın bu sözünün gerçeği yansıtmadığı kanaatindeyim. Elle istinsah edilecek diye bir kaidenin dini metinlerde geçtiğine rastlamadım. Kaldı ki matbaaya teveccühün olmamasının nedenini yazar yukarıda iktibas edilen bölümlerde açıklamıştır. İslam medeniyetinde, kitap üretimi için ciddi bir sistem geliştirilmiştir. Kütüphanelerdeki mevcut kitap sayıları bu üretimin önemli bir delilidir. Bu sistem kitap ihtiyacına rahatlıkla cevap verebilmekteydi. Yoğun ilmî faaliyetlerin olduğu bir medeniyette kitap krizinin yaşanması durumunda, başka çözüm yollarının aranacağı aşikardır. Bunu Osmanlı Devleti'nde rahatlıkla müşahade edebiliriz. Matbaanın Osmanlı Devleti'nde müslümanlar arasında geç kullanılmaya başlanmasının sebebi mevcut kitap üretim sisteminin yeterliliğidir. Matbaa konusundaki spekülatif yazıların çokluğu konunun sağlıklı bir şekilde analizine mani olmaktadır} karşın, Mısır'da miladî 900 ila 1380 yılları arasına ait basılı birkaç malzeme bulunmuştur. s. 155



Referanslar

[1] Jack Goody, Capitalism and Modernity: The Great Debate (Kapitalizm ve Modernlik: Büyük Tartışma), trc.İhsan Durdu, İstanbul, 2008.

8 Şubat 2011 Salı

Osmanlı Düşünce Hayatı Nasıl Anlaşılabilir?

Dünya tarihine yön vermiş ve altı asır hüküm sürmüş bir devletin düşünce hayatı nasıldı? Bu mevzuda yapılacak tedkik nasıl icra edilmelidir? Bu tedkik, araştırmacıdan asgari neler istemektedir?

Bir sistemi layıkıyla anlayabilmek, o sistemin sahip olduğu hususiyetleri anlamaktan geçmektedir. Bu sistem bir devlet ise onu devlet yapan insanların ortak değerleri ve düşünce dünyası iyi anlaşılmalıdır ki yapılan araştırma bir neticeye ulaşabilsin. Bu araştırmada muvaffak olmanın en mühim şartı günümüze ulaşmış yazılı materyallere müracaat etmektir. Bu eserleri okumak için gerekli dil bilgisi belki halledebilebilir. Ancak dili öğrenmek, bize ulaşan materyalleri doğru anlayacağımızı  garanti etmemektedir. Mevcut eserler muhtelif ilmî seviyelere sahiptir. Bu eserler ekseriyetle mevcut sistem (medrese) içerisinde yetişmiş bilginler tarafından üretildiğinden, onları anlayabilmek için yazıldıkları zamanda elzem olan temel ilimlerle donanmış olunmalıdır. Tahsin Görgün, Osmanlı dönemi âlimlerinin yazdıklarını anlayabilmenin olmazsa olmazlarını sıralarken şöyle yazmaktadır [1]: "... iyi bir dilbilimi-dil felsefesi (hem klasik hem de modern anlamda) bilgisine vâkıf olma, iyi birer mantık ve metafizik tahsiline sahip olmak ve fıkıh usûlü ile bağlantılı olarak en azından -Hidâye  ve Dürer [2] gibi- temel fıkıh kitaplarından birisini iyi derecede biliyor olmaktır. Burada 'iyi' ifadesi ile neyin kastedildiğini biraz tasrih etmek gerekirse, dilbilimi alanında klasik eserlerden meselâ sarf alanında Maksûd'un [3] şerh ve hâşiyelerinden yeterince okumuş olmak, Molla Câmi'nin Kâfiye [4] şerhi (el-Fevâ'idü'z-Ziyâ'iyye) ile el-Mutavvel'in [5] anlaşılmış olması; mantık alanında hiç değilse Fenarî [6] ve ona yazılmış olan hâşiyelerden yeterli bir kısmının bilinmesi; metafizik alanında da en azından Metâli [7] ve Şerhu'l-Mevâkıf'in [8] okunmuş olması şarttır. Bunları bilmeyenin Osmanlı ulemasının yazdığı en ufak bir risâleyi bile anlama imkânı olmadığı gibi, onlar hakkında söyleyecekleri sözün de herhangi ilmî bir kıymeti olamaz. Bu vasıflara sahib olmayanların bu hususta söyleyecekleri sadece lafzî seviyede kalan -ne kadar anlamlı olduğu belli olmayan- bazı laflardan ibâret kalacaktır... Bütün bu söylenenlerden hareketle, Osmanlı Düşüncesi'ne yaklaşmanın, ancak onun bulunuş şeklini dikkate alarak mümkün olduğunu söyleyebiliriz. Düşüncenin bulunuş şekli, düşüncenin taşıyıcılarının bulunuş şekli ile doğrudan irtibatlıdır. Düşüncenin taşıyıcıları, doğuştan taşıyıcı olmadıkları için, bunu sonradan 'iktisab' ederler. Osmanlı Düşüncesi'ne ulaşmanın olmazsa olmaz ön şartı, bu düşünceye ulaşarak onu taşıyanların geçirdikleri aşamaları geçirmektir. Bu aşamaları geçirmeyi bir kenara bırakın, böyle bir 'seyr ü sülûk'a girmesi mümkün olmadığı için, herhangi bir şekilde irtibat kurması da mümkün gözükmemektedir".


Referanslar

[1] Tahsin Görgün, "Osmanlı Düşüncesi Nasıl Anlaşılabilir? - Osmanlı Düşüncesi'nin Araştırılmasında Karşılaşılan Bazı Zorluklar Üzerine", Türklük Araştırmaları Dergisi, Sayı: 13-14, İstanbul, 2003, s. 29-46. Makalenin pdf haline buradan ulaşabilirsiniz.

[2] Ekrem Buğra Ekinci, İslâm Hukuku Tarihi (İstanbul, 2006, s. 154-155) kitabında El-Hidâye hakkında "Merginânî (593/1197)’ye aittir. Merginânî, önce İmam Muhammed’in el-Câmi’üs-Sagîr ve Kudûrî’nin Muhtasar’ına istinâden Kifâyetü’l-Mühtehî adında seksen cildlik bir eser kaleme almış; sonra bunu çok uzun bulup daha bitirmeden el-Bidâye adıyla kısaltmış, bunu da el-Hidâye adıyla şerhetmiştir. Hidâye, mevzuları derli toplu ele alışı ve üslubunun güzelliği sebebiyle Türkistan’da olduğu kadar, Osmanlılar tarafından da çok itibar görmüştür. Bu eserde, yeni başlayan ilim talebesini îkaz sadedinde hususî tâbirlere ayrı bir yer verilmiştir" ve Dürerü'l-Hükkâm hakkında ise "Osmanlı şeyhülislâmı Molla Hüsrev (885/1480)’e aittir. Müellif Gürerü’l-Ahkâm adlı eserini bu isimle şerhetmiştir. Osmanlılar zamanında medrese ve mahkemelerde bir devir esas tutulan eserlerin başında gelir" yazmaktadır. Dürerü'l-Hükkâm, Tercümetü'l-Gürer ve'd-Dürer adıyla türkçeye tercüme edilmiştir. Tercümenin pdf haline buradan ulaşabilirsiniz.

[3] Maksûd, Osmanlı medreselerinde Emsile ve Binâ'dan sonra okutulan üçüncü sarf (morfoloji/kelime-şekil bilgisi) kitabıdır. İmam Birgivî, Maksûd'un İmam-ı Azam Ebu Hanife Hazretlerine ait olduğunu yazmaktadır.

[4] Nahiv (sentaks/sözdizimi) üzerine olan Kâfiye,  İbn Hâcib'in  (v. 646/1248) eseridir.

[5] Belâğat üzerine olan el-Mutavvel ‘ale’t-Telhîs,  Sa‘düddîn Teftâzânî'nin (v. 791/1389) Telhisü'l-Miftâh adlı esere yazdığı şerhtir.

[6] Fenarî 'alâ İsagoci, Osmanlı Şeyhülislamlarından Molla Fenarî'nin (v. 834/1431) İsagoci mantık kitabı üzerine yazdığı şerhtir.

[7] Kelâm ilmiyle alakalı olan Metâli, Şemseddin el-İsfehânî'nin (v. 746/1345), Kâdî Beydâvî (v. 692/1292) tarafından kaleme alınan Tevâli'ul-envâr adlı muhtasar metne yazdığı şerhtir.

[8] Kelâm ilmiyle alakalı olan Şerhu'l-Mevâkıf, Seyyid Şerif Cürcânî'nin (v. 816/1413), Adudiddîn  el-Îcî (v. 756/1355) tarafından kaleme alınan el-Mevâkıf adlı esere yazdığı şerhtir.

2 Şubat 2011 Çarşamba

Tarihin Kötüye Kullanımı

Son yıllarda Türkiye'de tarih üzerine yazılan kitaplarda ve medyada tarih üzerine yürütülen tartışmalarda epeyce bir artış gözlenmektedir. Tarih, kendisine ilgi duyanların rahatlıkla kalem oynattıkları bir saha olduğundan (bilerek veya bilmeyerek olsun) kötüye kullanıma açıktır. Tarihin kötüye kullanımı ne demektir? 

Avrupa Konseyi 1999 senesinde "Learning and teaching about the history of Europe in the 20th century - Avrupa tarihini öğrenmek ve öğretmek" adlı proje çerçevesinde  yukarıda temas edilen meseleyi konu edinen "Facing misuses of history - Tarihi kötüye kullanma biçimleriyle yüzleşmek" adlı bir sempozyum düzenlemiştir. Sempozyum The Misuses of History adıyla kitaplaştırılmıştır. Sempozyumun genel raporundan bir kaç iktibas [1]:

20. yüzyılda tarih hâlâ kötüye kullanılıyor ve çarpıtılıyor... Bu sempozyum, sona ermekte olan yüzyılda tarihsel kayıtları kötüye kullanmanın ne kadar yaygın olduğunu ve yalnız diktatörlük rejimleriyle yönetilen ülkeleri değil, çoğulcu demokrasileri de etkilediğini doğrulamamızı sağladı.... Sempozyum sürecinde bir başka önemli sorun da ortaya çıktı: Demokratik Avrupa'da yüzyıl sonunda sürmekte olan tarihi kötüye kullanmalara ışık tutma ve böylece hangi yollarla önlenebileceklerine kafa yorma gereği.

..., sempozyumdaki çeşitli çalışma grupları birtakım temel sorular çerçevesinde örgütlendi:
  • Doğası gereği tarihi potansiyel olarak kötüye kullanılmaya yatkın kılan şey nedir?
  • Tarihi kimler niçin kötüye kullanır?
  • Bu kötüye kullanmanın büründüğü çeşitli biçimler nelerdir?
  • Tarihi kötüye kullanma biçimlerine karşı neler yapmamız gerekir?

Son yıllarda tarih üzerinde yürütülen tartışmalara baktığımızda, ülkemizin de böyle bir sempozyuma önemle ihtiyaç duyduğu rahatlıkla söylenebilir.

Referanslar:

[1] The misuses of history (Tarihin kötüye kullanımı) : "tarihi kötüye kullanma biçimleriyle yüzleşmek" sempozyumu Oslo, Norveç/28-30 Haziran 1999, Açılış konuşması Georg Iggers,  Genel rapor  Laurent Wirth,  Trc. Nurettin Elhüseyni,  İstanbul, 2003, s. 19.  Kitabın İngilizce metninin pdf haline (yaklaşık 18.5 MB)  buradan ulaşabilirsiniz.

18 Ocak 2011 Salı

İslam ve Bilim

Din ve bilim arasındaki ilişkide kavramların nasıl ele alındığı önem taşımaktadır. Bilim belli bir metodoloji ile deney, gözlem ve/veya matematiksel ifadelerle bir sonuca ulaşma gayretidir. Bu sürecin içinde olan bilim adamı, devamlı çalışarak elde edilen verilerin ne derece tutarlı olduğunu göstermeye ve yeni keşiflerin kapısını aralamaya çalışmaktadır. Bilim, durağan ve kesin değildir. Tam aksine devamlı değişir ve tenkidlerle bir önceki hatalar düzeltilir. Din ilimlerinde de belli bir metodoloji ile bilgiye ulaşılır. Bilimsel aktiviteden farklı olarak, bilgi üretimi rivayet esas alınarak yapılmaktadır. Yani deney ve gözlem yerine rivayet vardır. Elde edilen bilgiler belli bir metodoloji ile işlenir. Din adamı da bilim adamı gibi doğru bilgiye ulaşma gayretindedir. Bunun için elde ettiği bilgileri diğer bilginlerle müzakere eder veya bu bilgileri neşreder. Diğer bilginler ortaya konan bu bilgiler hakkında fikirlerini beyan ederek, bilgi üretme/edinme sürecine geri-besleme yaparlar. Unutulmamalı ki, hem dinî, hem de bilimsel bilgi üretme/edinmede akıl önemli bir rol oynamaktadır. Ortada bir bilgi edinme süreci var ise, bunu aklı soyutlayarak yapmak mümkün değildir.

İslam kaynaklarında sıkça geçen “İlimler, naklî ilimler ve aklî ilimler olmak üzere ikiye ayrılır. Din ilimleri naklî ilimlerden elde edilir” ifadesinde, ilk bakışta “aklî” ve “naklî” kavramlarının ayrı ayrı zikredilmesi, naklî ilimlerde akla yer olmadığını hatıra getirebilir. Halbuki tefsir, hadis, fıkıh ve kelam gibi dinî ilimlerde akıl önemli bir rol oynar. Burada hem sosyal hem de fen ilimlerinden istifade edilmektedir. Bu ilimleri kısaca ele alırsak: Hadis ilmi, belli şartları sağlayan bilgi aktarıcıların (râvi) dahil olduğu, zaman ve mekan olarak hayli geniş bir sosyal ağ (social network) üzerinde bilgi aktarımını (rivayet) ele alır. Böyle bir yapının teşekkülü ve denetlenmesi aklî faaliyete dayanmaktadır. Tefsir ilmi, kutsal metni rivayet (hadis-i şeriflere, sahabe ve tâbiun sözlerine dayanarak yapılan tefsir) veya dirayet açısından açıklamaya çalışır. Dirayet tefsirinde, öncelikle filoloji (dil bilimi) ve diğer ilimlerden istifade edilir. Kelam ilmi, inanç esaslarını naklî ve aklî delillere göre açıklar. Naklî deliller dinin asıl dogmalarını ifade eder. Aklî delillerin inşasında mantık, hendese (geometri) ve riyaziye (matematik) gibi ilimlerinden istifade edilir. Fıkıh ilmi, bahsi geçen ilimlerden istifade ederek ferdin hem Allah ile hem de diğer insanlar ile münasebetlerini düzenler. İslam ilim geleneği aklî ve naklî ilimlerin harmonisine dayanır. Bu geleneğin son halkası olan Osmanlı medreselerinde de hem naklî hem de aklî ilimler müfredata dahil edilmiştir (Medreselerde okutulan derslerle ilgili detaylı bilgi için bkz. [1]). Aklî ilimlerin İslam ilim geleneğinde vazgeçilmez bir unsur olduğu aşikardır. Bu gelenek üzere tahsil görmüş ve medreselerde hocalık yapmış olan Elmalılı Hamdi Efendi’nin (1878-1942) akliyât ve nakliyât hakkındaki görüşleri şöyledir [2]: “Her ilmin bir nakliyâtı, bir de akliyâtı vardır. Ne ulûm-i nakliye hasse-i akıldan azade, ne ulûm-i akliye hasse-i nakilden varestedir. Terakki mazideki kıymetlerden istiğna değil onları ta’dilât ve keşfiyât-ı cedide ile daha mütekamil kıymetlere iblâğ etmektir, tabir-i aharla servet-i eslâfa servet-i ahlâfı zammeylemektir”. Benzer bir düşünce Newton’un 1676 tarihli mektubunda kullandığı ifadede de geçmektedir [3]: “If I have seen farther, it is by standing on the shoulders of giants – Daha uzağı görüyorsam, bu devlerin omuzlarında yükselmem sayesindedir ”.

İslâm ilim geleneğinin en önemli özelliklerinden biri de fikir hürriyetidir. Bu gelenek içerisinde “ilim hocadan öğrenilir” düsturuyla yetişen (icazet alan) ilim adamları hocalarının birer tekrarlayıcısı olmamışlar; meseleler karşısında kendi fikirlerini de beyan etmişlerdir. Böyle bir ortamın teşekkülü, farklı görüşlere tahammülü gerektirmektedir. Fıkıh ilminde en üst seviyedeki ilim adamlarının talebeleri, hocalarından farklı ictihad etmişlerdir. Yani, meseleler hakkında ulaştıkları neticeleri beyan etmekten çekinmemişlerdir. Bunu Hindistan’da yetişmiş kelâm ve tasavvuf âlimlerinden İmam Rabbânî adıyla ma'ruf Ahmed Farukî Serhendî  (1563-1624) şu şekilde izah etmektedir [4]: “İmâm-ı Ebû Yûsüfün, ictihâd mertebesine yükseldikden sonra, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfeye uyması doğru değildir. Kendi re’yine uyması, İmâm-ı a’zama uymaması doğrudur. İmâm-ı Ebû Yûsüfün, (Kur’ân-ı kerîmin mahlûk olup olmamasında, Ebû Hanîfe ile altı ay çekişdim) dediği meşhûrdur. San’atların ilerlemesi, düşüncelerin birbirlerine eklenmesi ile olur. Bir düşünce ile kalsaydı, ilerleme olmazdı. Sîbeveyh [Fars asıllı dil bilimci. Günümüze ulaşan ilk Arapça nahiv kitabı El-Kitâb'ın yazarıdır. Bu kitap, Almanca’ya iki cild olarak tercüme edilmiştir. 796 senesinde vefat etmiştir.] zemânında olan Nahv bilgisine yeni buluşlar ve yeni görüşler eklenerek, bugün yüz kat fazla artmışdır. Fekat, bu ilmin temelini kuran odur. Üstünlük onundur. Herşeyin üstünü, kurucusudur. Yükseltmek şerefi ise, sonra gelenlerindir”.  Bir taşra uleması olan İmam Birgivî de, Osmanlı Şeyhülislamlarından Ebussuud Efendi'yi verdiği para vakıfları ile alakalı fetvası üzerine ağır bir şekilde tenkid etmiştir. Dinî ilimlerdeki bu fikir hürriyeti diğer sahalarda da pek rahat müşahede edilebilir.  

İslâm dininin hem itikadî (inançla alakalı) kısmı hem de amelî kısmı (emir ve yasaklar) sosyal bilimlerin yanında fen bilimlerine de katkıda bulunmuştur. İslâm dininin itikadla alakalı olarak “gaybın (geleceğin) ancak Allah tarafından bilinebileceği” kaidesi, astronominin astrolojiden ayrılarak müstakil bir bilime dönüşmesine sebep olmuştur. Kelâm ilminin meşhur iki ekolünden biri olan Eş’arîye mensub Kâdı Ebu Bekr Bâkıllânî (v. 1013) Kitâbü’t-Temhîd adlı eserinde o zamana kadar birbiriyle karışık olan astronomi ve astroloji ilimleri arasında açık bir ayırım yaparak astrolojiyi reddetmiş, astrologlara karşı cephe almıştır [5]. Benzer şekilde İmam Gazâlî (v. 1111)  İhyâu ‘ulûmi’d-dîn kitabında ilimlerin mezmûm edilmesinin (kötülenmesinin) sebeplerini açıklarken ilmin bizâtihi mezmum olmadığını üç sebebin birinden dolayı mezmûm olduğunu bildirmektedir. Bunlardan ikincisi: [6]: “Çok kere sahibine zararı dokunması bakımından mezmûm olur. İlm-i nücûm [yıldızlar ilmi] gibi. Bu ilim de zâtı bakımdan mezmûm değildir. Çünkü iki kısımdır. Bir bölümü hisâbdır. Kur’an-ı Kerîm, güneş ve ayın hisâb ile seyrettiğini nâtıktır: “eş-şemsu ve’l-kameru bi-husbân (Rahman suresi 5. ayet)”. Yine Cenâb-ı Hak buyuruyor: “ve’l-kameru kaddernâhu menâzile hattâ ‘âde ke’l-‘urcûni’l-kadîm (Yâsîn suresi 39. ayet)  - Ay’a da menziller takdir ettik. Nihâyet o eski hurma salkımının eğri çöpü gibi bir hâle dönmüştür”. Bir kısmı da ahkâmdır. … Şeri’at bunu da yermiştir. … Peygamber Efendimiz “Ehâfu ‘alâ ümmetî selâsen: hayfu’l-eimmeti ve’l-imânu bi’n-nucûm ve’t-tekzîbu bi’l-kaderi (İbn Abdülberr, Ebû Mihcen’den) – Benden sonra ümmetim için üç şeyden korkarım: imâmların zulmünden, nücûma inanmaktan, kaderi yalanlamaktan” buyurdular” [Bilim tarihi literatüründeki önyargılardan birine temas etmek için, yukarıda zikredilen İslâm bilginleri özellikle Eş’arî ekolünden seçilmiştir. Edward Sachau ve George Sarton gibi oryantalistler özellikle Eş’arî ekolüne mensub âlimlerin İslam dünyasındaki bilimsel ilerlemeyi engellediği iddiasındadırlar. Son zamanlarda bilim tarihi sahasında yapılan araştırmalar bu gibi iddiaların gerçeği yansıtmadığını göstermektedir]. Amel açısından İslâm, inananlara günde beş vakit namaz kılmayı ve belli zamanda oruç tutmayı ve kurban kesmeyi emretmektedir. Bu emirlerin belirlenen vakitlerde yapılması gerekmektedir. Namazı ele aldığımızda, kıblenin tayini ve namaz vakitlerinin belirlenmesi astronomi ilminin dolayısıyla matematik ve geometri gibi ilimler üzerinde İslam Medeniyetinde yoğun çalışmaların yapılmasına sebeb olmuştur. Tıb, hem ilm-i hadîs hem de ilm-i fıkıhta önemli bir yer işgal etmektedir. İlm-i hadîsde Tıbbün-Nebevî başlığı altında tıbla alakalı hadîs-i şerifler toplanmıştır. İlm-i fıkh insanın hayatının her safhasını düzenlediğinden, tıb ilmînden de istifade etmektedir. İmam Gazalî bazı yerlerdeki Müslümanların tıb ilmine rağbet etmemelerinden yakınmaktadır. İhyâ kitabında şöyle yazmaktadır [7]: “Nice memleketler vardır ki tabîbleri hâlâ zimmîlerdendir [İslam devletindeki gayr-ı müslim vatandaşlar]. Halbuki fıkhın tıb ile alâkalı husûslarında bunların şâhidlikleri makbûl değildir”.  “el-ilmü ilmân: ilmü'l-ebdan ve ilmü'l-edyan (İlim ikidir: Beden ilmi, din ilmi)” [8] sözü tıb ilminin önemini bildirmektedir [9].

Osmanlıca neşredilmiş Mir'ât-ı KâinâtMevduat’ül-ulûm ve Dürr-i Meknûn gibi kitaplarda bir çok ilmin (ilm-i nucum, rasad, tıb, hesab, fizik, kimya ve sanatlar) başlangıcı peygamberlere dayandırılmaktadır [10], [11], [12]. Ayrıca Yunan filozoflarından Eflatun ve Sokrat’ın peygamber olduğuna dair rivayetler aktarılmaktadır [13], [14]. Dinin hayatı yönlendirdiği bir cemiyette ilimlerin menşeinin peygamberlere dayandırılması üzerinde durulması gereken bir husustur. 

Buraya kadar islam ve bilim ilişkisi irdelendi. Şu hatırdan çıkarılmamalı: Bilim, insanoğlu için bir amaç değil  bir araçtır. Dolayısıyla böyle bir aracın insana seadet ve huzur getirmesi, onun nasıl kullanılması gerektiğini önemli kılmaktadır. İslam, insana hem dünya hem de ahiret seadeti vaat ettiğinden, böyle bir aracın nasıl kullanılması gerektiğine (emir/yasak ve ahlak kaideleriyle) müdahale edecektir. Böyle bir müdahale din ve bilim çatışmasını hatıra getirebilir. Kavramsal olarak çatışma veya uyuşma denkler arasında olur. Yani çatışma veya uyuşmadan bahsedersek din ve bilimin birbirlerinin sahalarına karşılıklı müdahale edebildiklerini varsayıyor olmalıyız. Bu durumda bilimin de kendi ahlakî kurallarını (yani sınırlanmazlığını) ortaya koymaya hakkı olduğunu kabul etmeliyiz. Diğer bir deyişle, bilim kontrol altına alınamaz. Böyle bir düşünce bilimin araç olması kabulümüzü iptal eder. Eğer bilimi insanlık için bir araç görüyorsak, onun üstünde bir (dinî veya beşerî) otoritenin varlığını kabul etmemiz gerekmektedir. Herhalükârda bilim kontrol altına alınmaktadır. Dolayısıyla, bilim ve din çatışması/uyuşması muhaldir.

Meseleye felsefî açıdan bakalım. Filozofların asıl hedefi hep bir ahlak (ahlak, gerek birey gerekse cemiyet varlığı olarak kişiye ne yapıp edeceğini söyleyen bir çizelgedir) sistemi ortaya koyabilmek olmuştur. İnsan yapımı bu ahlak sisteminin de bilime karşı söyleyecekleri vardır. Bilim sınırlanmalı mı yoksa hiçbir sınır tanımadan istediğini yapabilmeli mi? Günümüz Batı dünyası bile bilime bir sınırlama getirmektedir. Aksi takdirde, insan herhangi bir canlı/cansız gibi muamele görebilir. Mesela ölüme mahkum olanlar üzerinde deney yapılmalı mı? Sunî ortamda makinaya bağlı olarak hayatiyetini devam ettiren insan tarlaları oluşturarak, buralarda büyütülen insanların organları diğer insanlar için kullanılmalı mı? Bu gibi sorulara evet deyip bilim engellenmemeli mi?


Referanslar

[1] Cevat İzgi, Osmanlı Medreselerinde İlim, Cild I, İstanbul, 1997.

[2] Elmalılı M. Hamdi Yazır, Makaleler I, Haz. Cüneyd Köksal, Murat Kaya, İstanbul, 1997, s. 247. İbarenin geçtiği makale Elmalı Hamdi Efendi’nin Tahlil-i Tarih-i Felsefe: Metâlib ve Mezâhib  tercümesinin dibâcesidir. Kitab, (Paul Janet, Gabrielles Seailles) Histoire de la philosophie: Les problèmes et les écoles adıyla 1887 senesinde Fransızca neşredilmiş kitabın ilahiyat felsefesi ve metafizik bölümlerinin tercümesidir. Kitabın aslına buradan ulaşılabilir. Ayrıca ingilizce tercümesine buradan (cild-1, cild-2) ulaşılabilir.

[3] David Brewster, Memoirs of The Life, Writings, and Discoveries of Sir Isaac Newton, Cild I, Edinburgh, 1860, s. 125. Kitaba buradan ulaşılabilir.

[4] Ahmed Farukî Serhendî, Mektûbât Tercümesi, Trc. Hüseyin Hilmi Işık, İstanbul, 2001, 292. mektub, s. 464.

[5] George Saliba, “The Ash'arites and the science of the stars”, Editör Richard G. Hovannisian,Georges Sabagh, Religion and culture in  medieval Islam, Cambridge, 1999, s. 79-92.

[6] Gazâlî, İhyâu 'ulûmi'd-dîn, Trc. Ahmed Serdaroğlu, İstanbul, 1974, cild-I, s. 78-79.

[7] Gazâlî, a.g.e., s. 60.

[8] Bu söz, Muhammed Rebhâmî’nin miladî 1432 senesinde yazdığı farsça Riyâd’ün–nâsıhîn kitabında [Trc. A. Faruk Meyan, İstanbul, 1980, s. 584] hâdis-i şerif olarak bildirilmektedir. Ayrıca, Taşköprülüzâde Ahmed Efendi’nin Mevduat’ül-ulûm kitabında [Sad. Mümin Çevik, İstanbul, 1966, cild I, s. 262] ve Burhaneddin Ez-zernucî’nin Ta’lîm’ül-Müteallim kitabında [Trc. Ali Kara, İstanbul, 2008, s. 37] (el-ilmü ilmân: ilmü'l-tıb li'l-ebdân ve ilmü'l-fıkh li'l-edyân) İmam Şâfiî’nin sözü olarak geçmektedir.

[9] Bu satırları yazdıktan sonra muttali' olduğum bir  röportajda, Bilim Tarihçisi Rüştü Raşid bir soru üzerine son paragrafta yazılanlara paralel görüşler bildirmiştir. Rüştü Raşid, Klasik Avrupalı Modernitenin İcadı ve İslam'da Bilim, Ed. Bekir S. Gür, Ankara, 2005, s. 316.

[10] Nişancızâde Muhammed bin Ahmed, Mir'at-ı Kâinât, Sad. A Farûk Meyân, İstanbul, 1987, s.117, s.124, 394-396. Uzun yıllar müderrislik ve mollalık (Mekke, Yenişehir, Üsküdar, Haleb ve Bağdad gibi büyük şehir kadılığı) yapan Nişancızâde (v. 1031/1571), asgarî üçyüz kitaptan istifade ederek hazırladığı Mir'at-ı Kâinât, vaktiyle çok okunan bir tarih kitabıydı. Kitabın 117. sahifesinde Âdem aleyhisselama inen suhuf hakkında şu bilgiler verilmektedir: “Suhuflarda hikmet-i tabiiye, faydalı ve zararlı ilaçlar, yani tıb bilgileri, insan, cin ve şeytanlara hükmetme bilgileri, matematik, fizik ve kimya ve benzeri ilimler vardı”.  124. sahifede  İdris Peygamber hakkında şunlar yazılmaktadır: “Mucizeleri, Remel ilmi olup, hey'et, nücûm, hesab, tıb, bitkilerin sırları, ve nice acîb ilimler, garîb sanatlar, bilhassa yazı yazmak, dikiş dikmek, ölçek ve terazi kullanmak gibi şeyler hep kendisinden zâhir olmuştur”. 394. sahifede: “Şis aleyhisselamın suhufu  elli olup, hikmet, matematik, kimya, simya, zor sanatlar ve diğer şeylere âid ilimlerden bahs ederdi yazmaktadır.

[11] Taşköprülüzâde Ahmed Efendi, Mevduat’ül-ulûm, Trc. Kemaleddin Mahmud Efendi, İstanbul, 1313, s.338. Orjinal ismi Miftâhu's-se'âde olan kitab, Taşköprülüzâde'nin oğlu tarafından türkçeye Mevduat’ül-ulûm adıyla terceme edilmiştir. Mümin Çevik (Süleyman Kuku) tarafından sadeleştirilerek 1966 senesinde İstanbul'da iki cild olarak neşredilmiştir. s. 251: “Ve dahî ma'lum ola ki menba-ı ulum-u hikemiyye-i nazariyye ve cümlesinde üstad-ı küll İdris nebî aleyhisselâm ki Hak teala âna nübuvvet ve hikmet ve ilm-i nücûma ıttıla' ve kudret virub otuz sahife inzal idüb aded-i seneyin ve hisabi tefhim ve cemi' elsineyi ta'lim idüb hatta zamanında cemi' nâs yetmiş iki lisanı tekellüm ve her biri andan ta'lim eylediler”.

[12] Yazıcıoğlu Ahmed Bîcan, Dürr-i Meknûn (İnceleme, Çeviriyazı, Dizin, Tıpkıbasım), Haz. Ahmet Demirtaş, İstanbul, 2009, s. 123: “İdris peygamber aleyhi's-selam gelüp ilm-i nücûm ve rasad sanatlar peydâ olmuşdur, ol itmiştir”. Bu kitabın bir başka tenkidli neşri Laban Kaptein tarafından 2007 senesinde yapılmıştır. Kitabın sitesine buradan ulaşabilirsiniz. Kitabın sadeleştirilmiş baskısı için bkz.: Yazıcızâde Ahmed Bîcan, Dürr-i Meknûn (Saklı İnciler), Haz. Necdet Sakaoğlu, 1999, s. 48.


[13] Nev’î Efendi, Netâyicü’l-Fünûn (İlimlerin Özü), Haz. Ömer Tolgay, İstanbul, 1995, s. 126-127: “Nitekim ba’zı ehâdîsde vâki’dir ki Ashâb-ı Resûlullah’dan birisi İskenderiye’ye sefer idüb avdet itdiklerinde Meclis-i Resûlullah’da, gördüğü acâyibden suâl olunub didi ki: “Bir kavm gördüm, siyah pûşlar ki Eflâtûn’un zikrin iksâr iderler”. Bazı Ashâb-ı Resûl Eflâtûn’a la’n itdiler. Resûl aleyhisselâm la’nı nehy idüb eytdi: Lâ, fe inne eflâtûn kâne nebiyyen cehilehu kavmihu. Ya’nî, la’n itmen, tahkîk Eflâtûn nebî idi, kavmi ânı bilmediler. Ve Sokrat’ın nübüvvetine ulemâdan ve hukemâdan kavl vardır”.

[14] Paul Janet, Gabrielles Seailles, Tahlil-i Tarih-i Felsefe: Metâlib ve Mezâhib, Metafizik ve İlahiyat, Trc. Elmalılı Hamdi Yazır, Haz. Muhtar Yazır ve Ayhan Yalçın, İstanbul, 1978, s. 237’deki dipnotta Elmalılı Hamdi Efendi, Sokrat hakkında şunları yazmaktadır: “Sokrat’ta peygamberlik hususiyetleri olduğu rivayet edilmektedir. Ona, bir peygamber gibi bakmakta bir mahzur da yoktur. Sokrat’ın istidlâl yolu ile netice çıkaran bir feylozof olması, onun ayrıca ilhâm almasına mani değildir”.  Şehristanî (1076-1153) de, el-Milel ve'n-Nihal (Dinler, Mezhepler ve Felsefî Sistemler Tarihi, Trc. Mustafa Öz, İstanbul, 2008, s. 304) kitabında Soktat'ı şöyle tanıtmaktadır: "Faziletli bir filozof ve zahiddir. Felsefeyi Pythagoras ve Archellaos'dan öğrendi. Felsefenin ilahiyat ve ahlak bölümleriyle uğraştı. Zühd, nefs terbiyesi ve ahlak tasfiyesi ile meşgul oldu, dünyanın lezzetlerinden yüz çevirdi, dağa çekilerek oradaki bir mağarada yaşadı. Kendi zamanındaki devlet ileri gelenlerini, Allah'a şirk koşmaktan ve putlara ibadet etmekten menedince, aşağı tabakayı ona tahrik ettiler, onu öldürmek suretiyle mevkilerini korumaya yöneldiler. Kral onu hapsettikten bir süre sonra zehirleterek öldürdü. Hikâyesi meşhurdur ve bilinmektedir". Sokrat, meşhur müdaafasını kendisine karşı açılan bir dava üzerine yapmıştır. Sokrat'a yönelik suçlamalar dinsizlikle alakalı olduğundan dinî dava kapsamına alındı. Bu mehşur müdaafanın tahkikli metin tercümesi için bkz. Platon, Sokrates'in Savunması, Trc. ve İzh. Erman Gören, İstanbul, 2006.


20 Aralık 2010 Pazartesi

"Din ve Bilim"

Filozof, mantıkçı, deneme yazarı ve sosyal eleştirmen olan Bertrand Arthur William Russell (1872 - 1970) daha çok matematiksel mantık ve analitik felsefe sahasındaki çalışmasıyla bilinir. Uzun kariyeri boyunca, sadece mantık ve felsefeye değil, eğitim, tarih, politik teori ve dinî çalışmaları içeren geniş bir alanda eserler kaleme almış; 1950 senesinde Nobel Edebiyat ödülünü kazanmıştır [1]. Neşrettiği eserler arasında, din ve bilim arasındaki ilişkiyi inceleyen Religion and Science (1935) adlı eseri yazımıza konu olacaktır.

Charles Robert Darwin’in çalışmalarını neşretmesinden (On the Origin of Species, 1859;  The Descent of Man, 1871) sonra din-bilim çatışması veya uyuşması üzerine yazılan eserlerde ciddi bir artış olmuştur. Bu eserlerden İngilizce olarak neşredilenlerden bir kaçı kronolojik olarak şunlardır: Alexander Winchell, Reconciliation of Science and Religion (1877); Henry Calderwood, The Relations of Science and Religion (1881); John William Draper, History of the Conflict Between Religion and Science (1882) [ Ahmed Midhat Efendi bu eseri Nizâ-ı İlm ve Din adıyla tercüme etmiştir]; Andrew Dickson White, A History of the Warfare of Science with Theology in Christendom (1896); James Thompson Bixby, Religion and Science as Allies (1889); Benjamin F. Loomis, Science and Religion (1905); William Gascoyne-Cecil, Science and Religion (1906); Émile Boutroux, Science and Religion in Contemporary Philosophy (1911); Mary Emily Dawson, Where Science and Religion Meet (1919); Angus Stewart Woodburne, The Relation Between Religion and Science: A Biological Approach (1920); John Charlton Hardwick, Religion and Science from Galileo to Bergson (1920). Russell’ın Religion and Science (1935) kitabı da bu seriye dahil edilebilir.

Russell’ın eseri din ve bilim arasındaki ilişkiyi özellikle Ortaçağ Hıristiyanlığını esas alarak işlemektedir. Misaller hep Hıristiyan Avrupa’sından verildiği için kitabın başlığı “Hıristiyanlık ve Bilim” olsaydı daha yerinde olurdu. 

Dinlere karşı olumsuz tavır takınan bilim adamları, ya cahil din adamlarının ve halkın yanlış anladıklarına –haklı olarak- takılıp kalmışlar; ya da zamanlarındaki bilimsel bilgilere sıkışmış zihinleriyle inkara kalkışmışlardır. Russell örneğinde ilk durum rahatlıkla görülebilir. Russell’in Din ve Bilim adlı kitabından yaptığım iktibaslar  aşağıdadır (ilave ve yorumlar [ ] köşeli parantez içindedir)  [2]:

Başlangıçta Protestanlar, Kopernik’e karşı Katoliklerden daha sert davrandılar. Luther [Protestan reformunu başlatan Alman rahip (1483-1546)], “halk, göklerin, kâinatın, güneşin ve ayın değil de, dünyanın döndüğünü kanıtlamaya çalışan ne idüğü belirsiz bir yıldızcıya kulak veriyor. Kim daha akıllı görünmek istiyorsa, yeni bir sistem ortaya atıyor. Doğallıkla bu da, sistemlerin en iyisi oluyor. Bu budala astronomi bilimini tepetaklak etmek istiyor; ama Kutsal Kitap bize, Joshua’nın dünyaya değil, güneşe olduğu yerde durmasını buyurduğunu söylüyor” diyordu. Melanchthon’un da bundan geri kalır yanı yoktu; Kalvin’in [Kendi adıyla anılan hristiyan teoloji sisteminin kurucusu Fransız teolog (1509-1564)] de öyle. İncil’den “dünya da olduğu yerde çakılmıştır, kımıldayamaz” sözünü (Psalm, XCIII, 1) aktardıktan sonra Kalvin göğsünü gere gere şöyle diyordu: “Kopernik’in otoritesini, Ruhulkudüs’ün otoritesinin üstüne koymaya kim cesaret edebilir”. XVIII. yüzyılda bile Wesley [İngiliz kilisesi papazı (1703-1791)], bu ölçüde aşırıya gitmemekle birlikte, gene de, astronomi alanındaki yeni öğretilerin “dinsizliğe yatkın olduğunu” söylüyordu. s. 19-20

Dünyanın döndüğünü öne süren kitaplar 1835 yılına kadar Papalığın yasaklı kitaplar listesinde kaldı. s. 37 [Index Librorum Prohibitorum (yasaklı kitaplar listesi) 1966 senesinde Papa VI. Paul tarafından fesh edildi.]

Darwincilik, tıpkı Kopernikcilik gibi, dinbilim için büyük darbe oldu. Genesis’te [Ahd-i Atik'in (Eski Ahit) ilk kısmı] öne sürülen, türlerin değişmezlikleri ve birbirinden farklı birçok yaratma eyleminin geçersizliğini vs. ortaya koymakla kalmıyor; daha da kötüsü, evrimciler insanın canlılar hiyerarşisinin alt basamaklarında bulunan hayvanlardan türediğini söylemek cesaretini buluyorlardı. s. 70

Papa VIII. Innocentus, 1484 yılında büyücüleri cezalandırmak için iki engizisyon yargıcını [Heinrich Kramer ve Jacob Sprenger] görevlendirdi. Bu yargıçlar 1486 yılında, Malleus Maleficarum (Büyücü kadınların çekici) adlı ve yetkisi kabul edilen bir kitap yayınladılar [ilk defa 1487’de Almanya’da]. Kitapta büyücülüğün erkekten çok kadına vergi bir uğraş olduğu belirtiliyordu; çünkü kadınlar temelde erkeklerden daha kötü yürekliydiler. O asırlarda büyücülere karşı yöneltilen suçlamaların çoğu, onların kötü hava koşullarına sebep olduklarıydı. Büyücü olduklarından şüphelenilen kadınlara sorulacak sorular bir liste halinde düzenlenmişti; bu sorulara karşılık, istenen cevaplar alınıncaya kadar da, beden gerilerek işkence ediliyordu. Yapılan tahminlere göre 1450-1550 yılları arasında sadece Almanya’da, büyük çoğunluğu diri diri yakılan yüz bin büyücü öldürülmüştür. s. 87-88

Galen’in öğrencileri, aman vermez bir düşmanlıkla Vesalius’un ardına düştüler, sonunda da onu mahvetmenin bir yolunu buldular [anatomi üzerine çalışmalarda bulunan Vesalius (1514-1564), İmparator V. Charles’in özel hekimiydi]. Vesalius, ailesinin izniyle bir İspanyol soylusunun cesedini kesip biçerken, ölünün kalbi güya, neşterin altında canlılık belirtileri göstermiş; bunun üzerine cinayet ile suçlanmış ve Engizisyona jurnallenmişti. Neyse ki Engizisyon, kralın Vesailus için şefaatte bulunması üzerine onun, Kutsal Topraklara bir hac gezisi yaparak günahlarını affettirmesine karar verdi; bu amaçla çıktığı deniz yolculuğunda gemisi bir kazaya uğrayıp batınca Vesalius, yüzerek kıyıya çıkmayı başardıysa da bitkin düşerek öldü. s. 95-96

Çiçek hastalığına karşı bağışıklık sağlayan aşı, kilise adamlarının büyük protestolarıyla karşılaştı [Osmanlı Devletinde elçi olarak bulunan İngiltere elçisinin zevcesi olan Lady Montagu (1689-1762) Edirne’de çiçek aşısını görüp H. 1130 senesinde İngiltere’ye bir mektup yazarak bu aşıyı Avrupa’ya tanıtmıştır]. Fransız teolog Sorbonne, çiçek aşısı uygulanmasının dinbilime karşı aykırı olduğunu açıkladı. Bir Anglikan papazı, yayınladığı bir vaazında [Peygamber] Eyyüb'ün çıbanlarının, Şeytan’ın yaptığı aşıdan ileri geldiğine kuşkusu olmadığını belirtti. İskoç rahiplerinden birçoğu, birlikte yayınladıkları bir manifestoda, aşıyı “Tanrı’nın cezasından kaçma girişimi” olarak nitelendirdiler…. Kilise adamları ve (hekimler), aşıyı “Göklere, hatta Tanrı’nın istemine bir başkaldırma” saydılar; Cambridge üniversitesinde aşıya karşı vaazlar verildi. Montreal’de büyük bir çiçek salgınının baş gösterdiği 1885 yılında bile, kentin Katolik halkı kilisenin de desteğiyle, aşı olmamakta direndi. s. 96-97

Uyuşturucu (anaesthetics) bulunduğu zaman,  dinbilim bir kez daha insan acılarının azalmasına engel olmaya yeltendi. 1847 yılında Simpson, çocuk doğumunda uyuşturucunun kullanılmasını salık verince kilise adamları ona Tanrı’nın Havva’ya söylediği şu sözü hatırlatmakta gecikmediler: “Çocuklarını acı çekerek doğuracaksın” (Genesis, III, 16). s. 98

Dinbilimin tıpla ilgili sorunlara karışması bugün sona ermiş değil… Sözgelimi bundan birkaç yıl önce Papa XI. Pius’un evlilik konusunda yayınladığı bir kararnameye bakalım. Bu kararnamede Papa, doğum kontrolünün uygulayanların “doğaya karşı günah işlemiş, temelde kötü ve utanç verici bir davranışta bulunmuş olacaklarını” öne sürmekteydi… Papa, Genesis XXXVIII. bölümünün 8-10 satırları konusunda Aziz Augustinus’un söylediklerini de aktarıyor, doğumun kontrolünün lanetlenmesi için bu gerekçelerle yetiniyordu. s. 99

Bilimle din arasındaki savaşın kendine özgü bir niteliği vardır. XVIII. yüzyıl Fransası ile Sovyet Rusya dışında, her yerde ve her zaman, bilim adamlarının çoğunluğu kendi çağlarında egemen olan dinî görüşü desteklemişlerdir. Bu çoğunluğun içinde en seçkin bilim adamları da vardır. Kendisi Aryan ırktan olmasına karşın Newton, öteki bakımlardan Hıristiyan inancının destekleyicisi olmuştur. Cuvier [1769-1832, Fransız doğabilimci], Katolik doğruluğunun seçkin bir örneğidir… Faraday’ın [1791-1867, İngiliz kimyacı ve fizikçi] din ve bilimle ilgili görüşleri kilise adamlarının alkışlayacağı türdendir. Savaş, bilimle din arasındaydı, yoksa dinle bilim adamları arasında değil. s. 157 

Çağımızda ise durum, Kopernikçiliğin zaferinden bu yana geçen zaman içindeki durumdan pek farklı değildir. Birbiri ardı sıra gelen bilimsel buluşlar, Ortaçağ’da Hıristiyanların, din öğretisinin temeli saydıkları gerçeklerden birer birer vazgeçilmesine yol açmış ve bu sürekli geri çekilmeler –çalışmaları bilimle din arasında anlaşmazlık konusu olan sınırda olmadığı sürece-, bilim adamlarının Hıristiyan kalmaları sağlanmıştır. s. 158

Dinî görüşe karşıt olarak bilimsel düşüncenin yaygınlaşmasının, bugüne kadar, insanlığın durumunu daha da mutlu kılmış olduğu su götürmez bir gerçektir. [Yazarın bu sözü hem tartışmaya açıktır, hem de aşağıda okuyacağınız ifadeleriyle çelişmektedir] s.224 

Bilimsel anlayış ölçülü ve araştırıcıdır; bütün doğruyu bildiğini öne sürmediği gibi, en iyi bildiği şeyin bile bütünüyle doğru olduğunu savunmaz. [İdeal durum böyle. Ancak tatbikatta ideal duruma yaklaşmak kolay olmuyor. Bilim adamı elde ettiği verilere sarsılmaz doğrular olarak bakmaya başladığı anda paradigma devreye giriyor. Halbuki bilim adamı elde ettiği veriler üzerinde her zaman şüphe payı bırakmalı, farklı açılardan elde ettiği sonuçları test ederek,  yani kendi sonuçlarına saldırarak onları çürütmeye çalışmalıdır. Bilim felsefesinde bu paradigmaların üstesinden nasıl gelineceği gibi konular ele alınır. Maalesef, bilim felsefesi günümüzde ihmal edilen bir sahadır. Her şeyin bir yolu yordamı olduğu gibi bilimin de metodolojisi bilim felsefesi ile elde edilir. Bunun ihmali bilim alanında kuru taklitçiliğin doğmasına sebep olur. Eskilerin dediği gibi “usulsüz vusul olmaz”.] s. 225

Bilimsel etkinliğin dolaysız etkileri de, bütünüyle yararlı olmuş değildir. Bunlar bir yandan savaş araçlarının yok etme gücünü arttırmışlar, barış sanayisinden savaş sanayisine ve silah yapımına ayrılabileceklerin oranını yükseltmişlerdir. Öte yandan emeğin üretimini arttırmakla, kıtlığa dayanan eski ekonomik sistemin işleyişini son derece güçleştirmişler ve yeni düşüncelerin sarsıcı etkileriyle eski medeniyet dengesini tepetaklak ederek Çin’i tam bir kargaşalığa, Japonya’yı batılı tipte ekonomik sistemin kurulması, Almanya’yı ise eski ekonomik sistemin korunması doğrultusunda sert girişimlere itmiştir. Çağımızda görülen bu kötülüklerin hepsi, bir bakıma, bilimsel tekniğin dolayısıyla de bilimin sonuçlarıdır. s. 226

Nazi Almanyasında ve Sovyet Rusya’da aydınların uğradıkları işkenceler, son iki yüz elli yıl boyunca Kiliselerin uyguladıkları işkencelere rahmet okutacak cinstendir. s. 227


Referanslar

[1] http://plato.stanford.edu/entries/russell, Erişim tarihi 20 Aralık 2010.

[2] Bertrand Arthur William Russell, Bilim ve Din, Trc. Hilmi Yavuz, İstanbul, 1972.