6 Mayıs 2020 Çarşamba

Terceme-i Vasiyetnâme-i İmam-ı A‘zam

İmam-ı A‘zam'dan rivâyet edilen risâleler arasında vefat etmeden evvel eshab ve ihvanlarını toplayıp yaptığı vasiyet vardır. Bu vasiyetnâme, Ehl-i sünnet ve'l-cemaat akâidinin temel hususiyetlerini 12 madde altında ele almaktadır. Kütüphanelerdeki yazma nüshaların çokluğuna bakılırsa, bu risalenin Osmanlı âlimleri arasında yaygın olduğu anlaşılmaktadır. Bu risâle üzerine şerhler de yazılmıştır. Bu şerhlerin en meşhurlarından biri Hanefî âlimlerinin önde gelenlerinden Ekmelüddin Babertî'nin şerhidir. Yakın zamanda Türkçe'ye  de tercüme olunmuştur. 


Burada tercümesini okuyacağınız şerh [1], meşâyih-i Kâdiriyeden Cecelizâde İbrahim Nureddin Efendi'ye aittir. Takriben hicrî 1260 tarihinde Kastamonu'da vefat etmiştir. Kabri, İsmail Bey Külliyesi'nin avlusundadır. Bu tercüme-şerhinden başka Manzume-i Ceceli İbrahim Efendi [manzum ve nesir izahlı bir ilmihal] ve  Ferâidü'l-Leali fi Beyan-ı Esmâi'l-Müteali kitapları vardır [2].

Bismihi sübhânehu ve nes’elehu ihsânehu

Lemmâ kâne hâzihi’r-risâletü’s-sahıhatü * fî beyâni usûli akâidi ehli’s-sünneti sarîhaten [Bu sahih risale Ehl-i sünnet itikâdının asıllarını beyanda sarih olduğundan] * lezime  en yüstahsene fi ma‘razi’t-takrîzi [Takrizde güzel olduğunun ifade edilmesi gerekti]. Ve tâle‘tü min evveliha ilâ âhiriha [risâleyi başından sonuna kadar mütalaa ettim] vecettüha ‘uryen ‘an şâibeti’n-nakdi ve’t-ta‘rîdi [risâleyi nakz ve kusur şaibelerinden âri buldum] * lillahi derrü mütercimiha [Allahü te’âlâ mütercime iyilik versin] eş-Şeyh el-kâmil el-‘arif el-’âlim el-’âmil e‘nî bihi el-hâc Nûrî Efendi dâme bi’l-feydi’s-sermediyyi [Allahü te’âlâ ona sermedî feyzini daim eylesin] * haysu nekale ibarete’r-risâleti’l-arabiyyeti’l-mensûbeti li’l-İmâmi’l-A‘zami radıye ‘anhu’r-Rabbu’l-ekramu ilâ lehceti’t-türkiyyeti [İmam-ı A‘zam hazretlerine ait arabî risalenin ibaresini türkçeye nakletti], ta‘mimen li fevâidiha ve tetmîmen li lutfi ‘avâidiha [risalenin faydalarını umumileştirmek ve latif olan varidatlarını tamamlamak için] ce‘alellahu sa‘yehu meşkûran [Allahü te’âlâ sa’yini meşkur kılsın] ve eserahu hâzâ mebrûran [bu eserini mebrur eylesin]. 

harrarahü’l-fakîr Ahmed Lutfî 
[Bu takrizi Ahmed Lütfî yazdı]
nâle ma yetemennâhü mine’l-celî
 ve’l-hafî 
 [gizli ve aşikar istediği herşeye kavuşsun]

Terceme-i Vasiyyetnâme-i 
İmâm-ı A’zam

Bismillâhirrahmanirrahim

Elhamdülillahillezi nevvara kulûbenâ bi akâidi ehli’l-’irfân * ve sarrafe sudûrenâ min akâidi ehli’z-zeyği ve’d-dalâli ve’t-tuğyan [ehl-i irfânın akâidi ile kalblerimizi nurlandıran ve dalâlette olan ve haddi aşanların akâidinden göğüslerimizi / kalblerimizi çeviren Allahü te’âlâya hamd olsun] * ve’s-salâtü alâ resulihi ellezi erselehu bi’l-hüdâ ve’l-ihsân * ve alâ âlihi ve eshâbihi zevi’l-kerâmeti ve’l-îkân [Allahü te’âlânın hidâyet ve ihsân ile gönderdiği resulüne ve kerâmet ve yakîn sahibi âline ve eshâbına salât olsun] * emmâ ba’d mervîdir ki mefharü’s-se’âdât ve menbe’i’s-se’âdât sirâcü’l-milleti ve’d-din * İmâm-ı A’zam Ebu Hanîfe radıyallahü te’âlâ ‘anh hazretleri * maraz-ı vefatlarında [ölüm hastalığında] intikallerine karib [vefatlarına yakın] eshâb ve etbâ‘ı huzur-ı ‘âlilerine cem’ olub ehl-i sünnet ve’l-cemâ’at tarikati üzre bir vasıyet taleb eylediklerinde * hazret-i İmâm hâdimine [hizmetçisine] emr buyurub kendini kaldırdub suret-i ittikâde o hâdime dayanıb oturdular ba’dehu zikr-i âti on iki nev’ hasleti beyân buyurdular lâkin lügat-ı arabîden zevk-yâb olmayan ihvân-ı mü’minîn [mü’min kardeşler] ve hullân-i muvahhidîn [muvahhid sadık dostlar] fehvâ-ı muhadderâtından keşf-i nikâb ve ma’na-ı ebkârından izâle-i hicâbe muktedir olmamağla lisân-ı türkîye nakl ve tercemesini bazı ahbâbın taleb ve iltimâslarıyle bu abd-i fakîr-i kesîru’l-acz ve’t-taksir el-muhtâci ilâ keremi rabbihi’l-kadîr * Ahkaru’l-verâ [bütün yaratılmışların en hakiri] ve hâdimü’l-fukarâ [dervişlerin/fakirlerin hizmetçisi] türâb-u ekdâmi’l-’urefâ [âriflerin ayaklarının tozu/toprağı] kıtmir-u bâbi’l-evliyâ [evliyânın kapısının kıtmiri] es-Seyyid eş-Şeyh İbrahim Nureddin 




el-Kâdirî el-Kastamonî bin iki yüz altmış senesi zi’l-hiccesinin evâilinde lisân-ı türkîye tercemesine ibtidâr ve nef’i ‘âm [umuma faydası] olmak ümidiyle bi-kaderi’t-tâka bezl-i iktidâr edib me’mûlümdür ki işbu eser zuhr-i âhiret [âhıret azığı] ve mûcib-i afvü  mağfiret ve sebeb-i vusûl-i rahmet ola âmin. Bi hurmeti seyyidi’l-mürselîn sallallahü te’âlâ aleyhi ve ‘alâ âlihi ecma’in ve selleme terslîmen * Kâle’l-imâm sirâcü’l-milleti ve’d-din [dinin kandili/ışığı] ve’l-muktedâ li ehli’l-yakîn [yakîn ehlinin kendisine uyduğu] radıyallahü te’âlâ anh (i’lemu eshâbî ve ihvânî enne mezhebe ehli’s-sünneti ve’l-cemâ’ati isnâ aşera nev‘an) ey ‘ale’sney ‘aşera hasleten ya’nî ey benim etbâ’ım ve din karındaşlarım ma’lumunuz olsun ki ehl-i sünnet ve’l-cemâ’atın i’tikâd eyledikleri şeyler on iki nev’ üzredir  (fe men kâne yestekîmü ‘alâ hâzihi’l-hısâli lâ yekûnü mübtedi’ân ve lâ sâhıbe’l-hevâ) İmdi bir kimse bu hısâlin [hasletler] i’tikâdı üzere istikâmet eyleyüb sâbit ola Ehl-i bid’at ve ehl-i hevâ olmakdan nefsini halâs etmiş olur (fe ‘aleyküm eshâbî ve ihvânî bi hâzihi’l-hısâli hattâ tekûnû fî şefâ’ati nebiyyinâ Muhammedin sallallahü te’âlâ aleyhi ve selleme) çünki bu hısâl medâr-ı se’âdet-i dâreyn [her iki yerde, âhırette ve dünyada, mutluluk sebebi] ve sebeb-i selâmet-i kevneyndir [her iki âlemde kurtuluş sebebi] Ey ashabım ve ihvânım işbu hısâl ile mu‘tekıt olmağa mülâzemet ederek [inanıp hiç ayrılmayacak şekilde bağlanarak] tâ ki bu i’tikâd ile âhırete intikâl edüb sultan-ı kevneyn [her iki âlemin sultanı] ve resûlü’s-sakaleyn [insan ve cinlerin peygamberi] Hazret-i Muhammed ‘aleyhi’s-salavatü ve’s-selâmın şefâ’atine mazhar olasız (evvelühâ nukirrü bi enne’l-îmâne hüve ikrârün bi’l-lisân ve tasdikun bi’l-cenân ve ma’rifetün bi’l-kalbi) ol oniki nev’in evvelkisi îmândır ki dilimiz ile ikrâr ve kalbimiz ile tasdîk ederiz. îmân, ıstılâh-ı şer’de mü’menun-bih [inanılması gerekli] olan eşyaya icmâlen yâhud tafsîlen delil ile ikrâr idüb ve kalble inanmakdır kalbde ma’rifet bulunmağla bile ve lâkin dil ile ikrâr ‘ulemânın katında îmânın hakîkatından cüz’ değildir belki mü’menun-bih olanın üzerine hâricde ahkâm-ı müslimîni icrâ etmek için şartdır Şeyh Ebu’l-Hasen el-Eş’arî ve Şeyh Ebu Mansur Mâturîdî ve Üstâd

Ebu İshak İsferâinî buna zâhib oldular [kabul ettiler] ser-mezhebimiz [mezhebimizin başı] imâm-ı vâcibü’l-ihtirâmdan dahî böyle rivâyet olundu bu suretde bir kimse mü’menun-bih olan şeylere kalbiyle inanıp lisanından ikrâr sâdır olmaksızın vefât etse indellah [Allahü te’âlâ nezdinde] mü’mindir ammâ kendüden ikrâr taleb olunup özrü olmaksızın imtinâ’ edip fevt olsa indellah dahî mü’min olmaz (ve’l-ikrârü vahdehu lâ yekûnü îmânen li ennehu lev kâne îmânen le kâne’l-münâfikûne külluhum mü’minîn) çünki îmânın hakîkati tasdikden ‘ibâret olub ikrârın anda cüz olmasında ihtilâf olunup ekser ulemânın ‘ındinde icrâ-yı ahkâm için şartdır denildi böyle olunca yalnız ikrâr îmân olmaz ondan ötürü ki eğer tasdiksiz mücerred ikrâr îmân olaydı münâfıklar ki kalblerinde küfr muzmer [gizlenmiş] iken dilleriyle izhâr-ı îmân edüb ikrâr eylediklerinde mü’min olurlar idi nitekim Allahü te’âlâ Kurân-ı ‘azîminde buyurur (kâle’llahü te’âlâ “vallahü yeşhedü inne’l-münâfikîne le kâzibûn”) [Münâfikun sûre-i celîlesi 1. âyet-i kerîmesi] ya’nî habîbim ol münâfıklar ki kalblerinde küfr muzmer olduğu halde gelirler ve sana derler biz şehâdet ederiz sen Allahü tebârek ve te’âlânın resûlüsün ve senin getirdiğin şerî’at hakdır nefsü’l-emrde senin risâletin sâbitdir lâkin onlar bu sözlerinden îmân murâd eylediklerinde kâziblerdir Allahü te’âlâ size beyân eyler ki onlara inanıp ve sözlerine i’timâd etmeyesin (ve kezâlike el-ma’rifetü vahdehâ lâ yekûnu îmânen) Kezâlik kalbinde ‘ilm ve m’arifet hâsıl olmak ile îmân getirecek şeylere tasdîk ve kabulsüz îmân olmaz (fe innehâ lev kânet îmânen le kâne ehlü’l-kitâb küllühüm mü’minîne) ondan ötürü ki yine eğer mücerred ma’rifet îmân olaydı ehl-i kitâb ya’nî yehûd ve nasâra cümleten mü’min olurlar idi pes [şu halde] onların cümlesi mü’min olmadılar belki ba’zıları ma’rifetlerine tasdîk ve ikrâr dahî dam edip [katıp] mü’min oldular Abdullah bin Selâm ve emsâli gibi bâkîleri ‘inâd edüb küfr ve husranda kaldılar (kâle’llahü te’âlâ fi hakkıhim) nitekim

Allahü te’âlâ onların hakkında ya’nî ma’rifeti olub muktezâsınca tasdik etmeyen tâife hakkında buyurdu (“ellezîne âteynâhümü’l-kitâbe ya’rifûnehu kemâ ya’rifûne ebnâehüm”) [Bakara sûre-i celîli 146. âyet-i kerîmesi] zamir-i muttasıl Hazret-i Muhammed ‘aleyhi’s-salâtü ve’s-selâma râcidir ya’nî ol tâife ki biz onlara kitâb gönderdik onların ‘ulemâsı resulüm Muhammed ‘aleyhi’s-selâmın hak olduğunu bilirler aslâ şübheleri yokdur onların kendilerinden olduğunun bilip şübheler olmadığı gibi hattâ Hazret-i Ömer radıyallahü te’âlâ anhden rivâyet olundu ki Abdullah bin Selâm îmâna geldikde dedi ki ey karındaşım Abdullah tanrı te’âlâ sizin hakkınızda Resûl-i ekremi evlâdların bildikleri gibi biliyorlardı şeref-i İslâmla müşerref olmazdan evvel nice bilirdik Abdullah bin Selâm dedi ki veledimin benden olduğuna nev’an şübhem var idi ammâ âhir zaman peygamberi Muhammed ‘aleyhi’s-salatü ve’s-selâmın hak olduğunda aslâ şübhem yok idi (ve’l-îmânü lâ yezîdü ve lâ yenkusu) ve dahî Ehl-i sünnet katında îmân artıp ve eksilmez (li ennehu lâ yütesavveru ziyâdetühu illâ bi nuksâni’l-küfri ve lâ yütesavveru nuksânühu illâ bi ziyâdeti’l-küfri) andan ötürü ki îmânın ziyâdeliği tasavvur ve te’akkul olunmaz illâ küfrün eksik olmasıyla ve eksik olması dahî mülâhaza olunmaz illâ küfri artmasıyla bu ise bir şahısda hâlet-i vâhidde cem’ olunmak mümkin değildir nitekim buyururlar (ve keyfe yecûzü en yekûne’ş-şahsü’l-vâhidü mü’minen ve kâfiren fî hâletin vâhidetin) ya’nî nice câiz olur ki bir halde bir kimse hem mü’min ve hem kâfir ola bu ise mümteni’dir (ve’l-mü’minü mü’minün hakkân ve’l-kâfirü kâfirün hakkân) ve dahî kendüde îmân getirecek şeylere ikrâr ve tasdîki bulunan kimse gerçek mü’mindir bu minvâl üzere olmayan gerçek kâfirdir (ve leyse fî’l-îmâni şekkün kemâ leyse fî’l-küfri şekkün) istinâf beyân-ı tarîki üzere mâkabline ta’lildir ya’nî andan ötürü ki îmânda şek yokdur nitekim küfürde dahî şek yokdur îmân ile muttasıf olanın mü’min olmasında şek olmadığı gibi küfürle

muttasıf olanın kâfir olmasında dahî şek yokdur pes âyet ile istidlâl edip buyurur (li kavlihi te’âlâ “ülâike hümü’l-mü’minûne hakkân” [Enfâl sure-i celîlesi, 4. âyet-i kerîmesi] ve “ülâike hümü’l-kâfirûne hakkân” [Nisâ sure-i celîlesi, 151. âyet-i kerîmesi]) ya’nî “onlar ki uluhiyyet ve vahdâniyyetime îmân getirdiler ve resulüme inanıp benim cânibimden getirdiği şeylerde onu tasdîk etdiler onlar hakkan mü’minlerdir îmânlarında şübhe yokdur” [ve] “onlar ki bu minval üzere inanıp îmân getirmediler onlar dahî gerçek kâfirlerdir. Ve küfr ile muttasıf olduklarında şek yokdur.” imdi ümmet-i Muhammed’den ‘âsî ya’nî kebâir-i mürtekib olan tâifenin Havâric küfrüne zâhib ve Mu’tezile ne mü’min ve ne kâfir iki hâletin beyninde olmalarına kâil olduklarını İmâm rahimehullah red ve ibtâl ve Ehl-i sünnetin mezhebini beyân edip buyurur [eski ve modern zaman hâricilerine dair kısa bir yazı] (ve’l-’âsûne min ümmeti Muhammedin sallallahü ‘aleyhi ve selleme min ehli’t-tevhîdi küllühüm mü’minûne ve leysû bi kâfirîn) ya’nî ümmet-i Muhammed’den ehl-i tevhidden ‘âsî olanları cümleten mü’minlerdir kebâir [büyük günah] işlemek ile mü’min îmândan çıkıp küfre girmez istihlal etmedikçe [bir haramı  helal saymadıkça] imdi Mu’telize ve havâric ‘amel îmândan cüzdür dedikleri meseleyi red edip buyurur (ve’l-’amelü ğayru’l-îmâni ve’l-îmânü ğayru’l-’ameli) ya’nî ‘amel îmânın ğayrıdır andan cüzü değildir ve îmân dahî ‘amelin ğayrıdır pes İmâm-ı hümâm rahimehullah bu müdde’âya delîl îrâd edip buyur (bi delili enne kesîran mine’l-evkâti yertefi’ul ‘amelü mine’l-mü’mini ve lâ yecûzü  en yukâle irtefe’a’l-îmânü) ya’nî şu delil ile ki evkâtdan çok vakitde mü’minden ‘amel kalkar ol vakitde mü’minden îmân gitdi demek câiz olmaz (fe inne’l-hâiza yecûzü en yükâle refe’a’llahü ‘anhâ es-salâte ve lâ yecûzü en yükâle refeâ ‘anhâ’l-îmane) zîrâ hayz gören hâtun hakknda hâl-i hayzında Allahü te’âlâ nemâzı andan ref’ etdi demek câiz olur ammâ îmânı andan kaldırdı demek câiz olmaz (ve emeraha bi terki’l-’ameli lâ bi terki’l-îmâni) ve dahî ana ‘ameli terk etmekle emr eyledi îmânı terk eyle deyu emr eylemedi (ve kad kâle lehâ eş-şer’u

de’î’s-savme sümme’kdîhi ve lâ yecûzü en yukâle de’î’l-îmâne sümme’kdîhi) tahkik ol hâtuna şeri’at buyurdu hâl-i hayzında orucu terk eyle sonra kazâ eyle ammâ îmânı terk eyle sonra kazâ eyle demek olmaz (ve yecûzü en yükâle leyse ‘alâ’l-fakîri ez-zekâtü) ve dahî câiz olur fakîr üzerine zekat farz değildir demek zirâ zekat nisâba mâlik ağniya [zenginler] üzerine zekat farzdır (ve lâ yecûzü en yükâle leyse ‘alâ’l-fakîri el-îmânü)  ammâ fakir üzerine îmân farz değildir demek câiz olmaz zîrâ îmân cümleye farzdır eğer fukara ve eğer ağniya bu zikr olunan şeyler delâlet eder îmân ‘amelin ğayrı ve ’amel dahî îmânın ğayrı olup hakikat îmândan cüz olmadığına (ve takdîrü’l-hayri ve’ş-şerri küllühü mine’llahi te’âlâ) takdir ezelde herşeyin haddini ve ne vecihle ve ne zeman ve ne hâlde olacağını Allahü te’âlânın beyân etmesidir ba’zıları dediler ezelde beyânına muvâfık her şeyi vakt-i hudûsünde kadr-i mahsûs üzere îcâd etmesidir pes imdî hayr ve şerrin cümleten takdîri hazret-i Allah’dandır İmâm-ı ‘Azam rahımehullah bununla mu’tezile şer Allahü te’âlânın takdîriyle ef’âl-i ‘ibâd Allahü te’âlânın takdîri ile değildir belki kendilerin halk etmesiyledir dedilerini red edib böyle yaramaz i’tikâdın zararını beyân buyururlar (li ennehu lev ze’ame ehadün enne takdîra’l-hayri ve’ş-şerri min ğayrihi le sâra kâfiren billâhi ve betale tevhîdühu) eğer bir kimse ze’am eylese ki hayrın ve eğer şerrin takdiri Allahü te’âlâ tebârek ve te’âlânın ğayrındadır mu’tezile ve kaderiyye ze’am eyledikleri gibi ol kimse kâfir olur ve onun tevhîdi ibtal olur el-’ıyâzü billahi te’âlâ (ve’s-sânî nükırrü bi enne’l-e’mâle selâsetün: farîdatün ve fazîletün ve ma’sıyetün) sâlifü’z-zikr [bahsedilmiş olan] oniki nev’in ikincisi biz dilimiz ile ikrâr ederiz kalbimiz ona muvâfık olduğu hâlde ki a’mâl-i ben-i âdem üç bölükdür ikisi mü’minler Allahü te’âlânın

rızâ-yı şerîfini taleb için işledikleridir ki biri farz ve biri fazîletdir ya’nî farzın ğayrı olan sünen-i müekkede ve sâir nevâfildir ve birisi envâ’ı ma’sıyetdir e’âzenâ’llahü minhâ (emme’l-ferîzatü fe biemrillâhi te’âlâ ve meşiyyetihi ve mahabbetihi ve rızâihi ve kadâihi ve takdîrihi ve hükmihi ve tahlîkihi ve ‘ilmihi ve tevfîkihi ve kitâbetihi fî’l-levhi’l-mahfûzi) ammâ farz olan Allahü te’âlânın emr etmesiyle ve dilemesiyle ve muhabbetiyledir ya’nî fâ’iline sevâb murâd etmesiyle ve rızâsıyladır ya’nî işleyene i’tirâz ve muâhezeden berî etmesiyledir ve kazâsıyla ya’nî ezelde irâdesi ta’alluk etmesiyledir ve takdiriyle ya’nî ezelde beyânına muvâfık kader-i mahsûs üzere îcâd etmesiyledir ve hükmi ile ya’nî levh-i mahfûzda kazâ-yı ezeliyyeye muvâfık yazılmak ahkâm-ı alâ sebîli’t-tedrîc icrâ etmesiyledir ve halk edip vücûda getürmesiyle ve ezelde bilmesiyle ve tevfîkıyle ya’ni fa’iline nusret etmesiyledir ve levh-i mahfûzda yazmasıyladır (ve emma’l-fezâilü fe leyse bi emrihi ve lakin bi meşiyyetihi ve mehabbetihi ve rızâihi ve takdîrihi ve hükmihi ve ‘ilmihi ve tevfîkihi ve tahlîkihi ve kitâbetihi fi’l-levhi’l-mahfûzi) amma fazilet olan a‘mâl Allahü te’âlânın emriyle değildir ve lakin dilemesiyle ve mehabbetiyle ve rızâsıyle ve kazâsıyla ve takdîriyle ve hükmiyle ve bilmesiyle ve tevfîkiyle ve halk etmesiyle ve levh-i mahfûza yazmasıyladır (ve emme’l-ma‘siyetü fe leyse bi emrihi ve lakin bi meşiyyetihi lâ bi mehabbetihi ve bi kazâihi lâ bi rızâihi ve bi takdîrihi ve tahlîkihi lâ bi tevfîkihi ve bi hizlânihi ve ‘ilmihi ve kitâbetihi fi’l-levhi’l-mahfûzi) ya’ni envâ-ı me’asî eğer şer ve eğer kebâir ve sağâir cümlesi Allahü te’âlânın emr etmesiyle değildir ve lâkin dilemesiyledir zîrâ Ehl-i sünnet katında emr ile irâde birbirine muğayirdir ikisi bir şey değildir mu‘tezile hilâfına zâhib olup Allahü te’âlâ me’âsî ve kabâihi halk etmez dediler mezhebleri bâtıldır ve mehabbetiyle değildir amma kazâsıyladır rızâsıyla değildir küfre ve sâir kabâihe rızâ-i şerîfi   

yokdur ve dahî takdîriyle ve halk etmesiyledir amma tevfîkıyle değildir belki hizlânıyladır ya’ni ona ‘avn ve nusreti terk etmesiyledir dahi bilmesiyle ve levh-i mahfûza yazmasıyladır (es-sâlisü nukirru bi ennellâhe sübhânehu ve te’âlâ ale’l-arşi istevâ) üçüncü nev’ biz dilimiz ile ikrâr ederiz ve kalbimiz ile i’tikâd edici olduğumuz halde Allahü te’âlâ arş üzere istivâ eyledi imdî bu istivâ müteşâbihatdandır hükmü sâir müteşâbihatın hükmü gibi selef mezhebi üzere aslına îmân götürüp vasfı ilmini Allahü te’âlâya tefvîz itmekdür ve halef-i ehl-i bidat [bidat ehlinin takipçileri] çoğalıp ehli sünnet ile ihtilâtlarına binâen müteşâbihâtın zâhirlerune haml edub nice müslümanı azdırub  rab te‘âlâ hakkında muhal olan şeyleri itikat itmelerüne sebep olmasından havf ile aslına itikat edüp vasfın mülayimine göre tevil edüp el-ilmü indellah [Allah katındadır] dediler ve itikâd-ı müminîni sıyânet içün istivâyı Allahü te’âlâ arşın hâlikı ve mâliki demekdür diye tevil ettiler amma Allahü te’âlânın murâd-ı şerîfinin bu olduğuna cezm itmediler lâ cerame [hiç şüphesiz] selefin tarikleri ahkemdir [en sağlam yoldur] (min ğayri en yekûne lehu hâcetun ve istikrârun aleyhi) yani onun için arşa ihtiyaç olmaksızın ve arş üzerinde cülûs ve istikrâr olmaksızın mücessimiyye ve haşviyye istikrara kâil oldukları küfrü dalâldir (Teâlellahu an zâlike uluvven kebîra ve hüve hâfizü’l-arşi ve ğayri’l-arşi min ğayri’htiyâcin) ol Allah cellet ‘azametuhu arşın hâfızîdır ve arşın ğayrilerin dahi hâfızı ancak oldur arşa ve arşın ğayriye muhtaç olmaksızın (fe lev kâne muhtâcen lemâ kadera alâ îcâdi’l-âlemi ve tedbîrihi ke’l-mahlûkîne) pes eğer Allahü te’âlâ mahlukattan bir şeye muhtaç olaydı alemlerin bu minval üzre  îcâdına ve umûrların tedbîr itmeğe kadir olur mu cemi‘-i evkât ve ahvâllerinde ona muhtâc olan mahlûkâtı gibi ki ihtiyaçları sebebiyle ednâ şeyin îcâdından ‘âcizlerdir

(Velev kâne muhtâcen ile’l-cülûsi ve’l-karâri fe kable halki’l-arşi eyne kâne Allahu) eğer Haşviyye zu’m [zan] eyledikleri gibi Arş üzerinde cülûs ve karâr etmeğe muhtâc olaydı Arşı halk etmezden evvel dahî bir mekânda olurdu pes ilzâm için zu’m bâtıllarına göre denilir Arşı halk etmezden evvel Allahü te’âlâ hangi mekânda idi onlar demeğe kâdir değillerdir ki fülân mekânda idi belki sâkit [susmuş] ve mebhût [şaşmış] olmadan ğayrıya mecâl [güç] bulmayıp ondan evvel mekândan münezzeh idi  felillâhi’l-hamd biz Allahü te‘âlânın tevfîkıyle Arşı halk etmezden evvel mekândan münezzeh oldu ise halk ettikten sonra dahi  mekandan münezzeh olmadan zâil olmadı ezelen ve ebeden ihtiyacdan müberrâ [berî, uzak] olmadan hâlî olmadı deriz ve’l-hâsıl cülûs ve istikrâra eğer Arşda ve eğer Arşın ğayrıda ona ihtiyac nisbet etmek küfr ve dalâl olduğuna şübhe yokdur (Teâlellahu an zâlike uluvven kebîra) ya’nî ol sıfat-ı kemâl ile muttasıf ve nekâyıs/nakâısdan [noksanlıklardan] müberrâ olan hazret-i Allah cellet ‘azametühu ‘âlî ve berî oldu zâtında ve sıfâtında ve ef’âlinde eşyâdan bir şey’e muhtâc olmakdan bir ‘âlîlik ile ‘âlî ki  hiç bir ‘âlîlik onun ‘uluvv ve ‘azametine benzemez ve benzemek dahî muhâldir pes Kurân Allahü te’âlânın kelâmı olduğunun beyânına şuru’ edip buyurulur (Ve’r-râbi’u nukirru bi enne’l-kurâne kelâmullahi te‘âlâ ğayru mahlûkin) ya’nî on iki nev’in dördüncüsü biz tasdike mukârin karar ile ikrâr ederiz Kur’an Allahü te’âlânın kelâmıdır hâdis ve mahlûk değildir (Ve vahyuhu ve tenzîlühu ve sıfâtühu) ve dahî Allahü te‘âlânın vahyidir ya’nî resûlüne süratle ilkâ eylediği kelâm-ı hafîsidir ve tenzîlidir ya’nî gökden yere hazret-i Cebrâil ile indirdiği kitâbdır lâkin resûl ‘alehi’s-salâtü ve’s-selâm vahiy tarîkiyle ilkâ olunan ve gökden yere inen kelâm zât-ı şerîfiyle kâim olan kelâmın ‘aynı değildir belki ona delâlet eder zirâ onlar hurûfdan tertîb olunan kelimâtdır hurûf ve kelimât hod [bizzat] hâdisdir.

Allahü te’âlânın zât-ı şerîfi ile kâim olan kelâm sıfat-ı kadîmedir harf ve savtdan berîdir hazret-i İmâmın “ve sıfatühu” dediği bu ma’nâyadır inmeden ve çıkmadan berîdir gizlilik ve âşikârelik ile sıfatlanmakdan berîdir pes zikr olunan vech kelâmullaha “vahyuhu ve tenziluhu” [Onun vahyi ve tenzili] denilir zât-ı şerîfinden erilmesi muhâl  olan kelâmına delâlet etdiği için (Lâ hüve velâ ğayruhu bel hüve sıfatühu alet’t-tahkîk) ya’nî sâir sıfatlar gibi zât-ı şerîfinin ‘aynı değildir zirâ sıfat mevsufun ‘aynı olamaz hükmen ‘aynıdır dediler mezhebleri bâtıldır ve zât-ı şerîfinin ğayrı değildir zirâ zâtından ayrılmaz Mutezile sıfat zâtın ğayrıdır zu’m eylediler Mutezileden meşhur olan sıfatı külliyeten  ibtâldir zirâ vehm-i fâsidlerine binâen dediler ki zât-ı şerîfine muğâyir bir nîce mevcûdât-ı kadîme ile muttasıfdır denilse Allahü te’âlâdan ğayrının kadîm olması ve kudemânın [kadîmlerin / evveli olmayanların] çok olması lâzım gelir deyip sıfâtullahı inkâr etdiler imâm-ı  ‘Azam rahimehullah onların mezheblerini red edip buyururlar ki sıfâtullah zât-ı şerîfinin ‘aynı ve ğayrı değildir ki zât-ı şerîfinden ğayrı kudemâ bulunub ve kudemânın çok olması lâzım gele kelâm ve sâir sıfât-ı kemâl tahkik Allahü te’âlânın sıfatlarıdır (Mektûbun fi’l-masâhifi makruvvun bi’l-elsini mahfûzun fi’s-sudûri ğayra hâllin fîha) ya’nî mushaflarda yazılmışdır ve diller ile okunmuşdur ve kalblerde hıfz olunmuşdur mushaflara ve dillere ve kalblere girmekden müberrâ olduğu hâlde belki bunlara giren elfâz ve kelimâtdır ki ona delâlet eder (Ve’l-hibru ve’l-kâğidü ve’l-kitâbetü küllüha mahlûkun li ennehâ ef’âlü’l’ibâdi ve kelâmullahi te‘âlâ ğayru mahlûkin) ya’nî mürekkeb ve kâğıd ve yazı cümlesi mahlukdur zirâ ef’âl-i ‘ibâddır ‘ibâd ve ef’âli mahlukdur Allahü te’âlânın kelâmı kadîmdir mahluk değildir (Li enne’l-kitâbete ve’l-hurûfe ve’l-kelimâti küllihâ âletü’l-kurâni li hâceti’l-‘ibâdi ileyhâ) ya’nî ânınçünki yazı ve hurûf ve kelimât cümlesi Kur’an-ı ‘azîme âletdir ‘ibâd fehimde onlara muhtâc oldukları için

(ve kelâmullahi te‘âlâ kâimun bi zâtihi ve ma’nâhu mefhûmun bi hâzihi’l-eşyâi) ya’nî Allahü te’âlânın kelâmı zât-ı şerîfiyle kâimdir mahluk olmadan berîdir ancak ma’nası bu zikr olunan şeyler ile fehm olunur ona binâen bunlar ona âlet olmuşdur (fe men kâle bi enne kelâmellahi mahlûkun fe hüve kâfirun billahi’l-‘azîmi) imdî bir kimse Allahü te’âlânın kelâmı mahlûkdur dese ol kimse Allahü ‘azîmüşşâna kâfirdir zirâ Allahü te’âlâya îmân cemî’ kemâl sıfatlarıyla muttasıf ve ol sıfatları cümle kadîm i’tikâd etmekdir (vellâhu te‘âlâ ma’bûdün lâ yezâlü ‘amma kâne)  ve dahî Allahü te’âlâ cümlenin ma’bududur Ondan ğayrı ma’bud yokdur kemâl sıfatları ile muttasıf olup nekâyısdan münezzeh olmadan zâil olmadı ve olmaz (ve kelâmuhu makrûün ve mektûbun ve mahfûzun min ğayri müzâyeletin anhu) ya’nî Allahü te’âlânın kelâmı okunur ve yazılır ve hıfz olunur ya’nî ona âlet olan hurûf ve kelimât dil ile okunur ve el ile yazılır ve kalb ile hıfz olunur Allahü te’âlânın zât-ı şerîfinden ayrılıp bunlardan birine girmeksizin (ve’l-hâmisü nukirru bi enne efdale hâzihi’l-ümmeti ba’de nebiyyinâ Muhammed’in sallallahu te‘âlâ aleyhi ve sellem Ebû Bekrin sümme ‘umeru sümme ‘usmânu sümme ‘aliyyün rıdvânüllahi te‘âlâ aleyhim ecmaî’n) ya’nî beşinci nev’ bu ümmetin efdalleri kimler olduğu beyânındadır imdî dilimiz ile ikrâr ederiz kalbimiz ile i’tikâd edici olduğumuz hâlde bu ümmetin efâdîli hazret-i Ebu Bekr es-Sıddîk ve Ömer el-Fâruk ve Osman Zü’n-nûreyn  ve Ali el-Murtezâ rıdvânüllahü te’âlâ aleyhim ecma’îndir (Li  kavlihi te‘âlâ ve’s-sâbikûne’s-sâbikûn [Vâkıa sure-i celîlesi, 10. âyet-i kerîmesi]) Allahü te‘âlânın  kavl-i şerîfi delâlet etdiğiçünki buyurdu ol kimseler kim kendileri hak zâhir oldukda tereddüdsüz kabul edip îmân getirmek ile Allahü te’âlâya ita’at ile zemânda ğayrılara sebkat eylediler ki murâd hulefâ-yı erba’adır ba’zı ehl-i tefsir ‘umumen eshâb rıdvânullahü te’âlâ ‘aleyhim ecma’îndir dediler Allahü te‘âlânın rızâ-yı şerîfine ve rahmetine evvel ulaşan

onlardır yahud demekdir ki  evvel eshâb ki îmân ve ta’atda ğayrılara tekaddüm etdiler (ulâike’l-mukarrebûne fî cennâti’n-na‘imi) onlar dâr-ı ne’îm olan cennetlerde merâtib-i ‘âliyeye ulaşan kimselerdir (Ve küllü men kâne esbeka fehuve efdalu ‘indellahi teâlâ)  ya’nî her kim ki zikr olunan sıfat ile sebkat eyleye o ‘indellah ğayrılardan efdaldir pes Eshâb-ı Resulullah sallahü te’âlâ ‘aleyhi ve sellem cümlesi îmân ve itâ’at ile mevsuf oldukları halde sebkat eylediler o ecilden [sebepten] ‘indellah ğayrılardan efdaldirler pes bunların içlerinden hulefâ-yı erba’a bu sıfatda cümleden ekmel oldukları için sâirlerden efdaldir. (Ve  yuhibbuhum küllü men ittekâ ve yübğizuhum küllü münâfikin ve kâfirin şakiyyin) ya’nî onlara her müttekî olan mü’min muhabbet eder ve her münâfık ve kâfir şekâvet ile muttasıf olduklarına binâen onlara buğz eder velhâsıl onlara muhabbet kuvvet-i îmâna ve buğz nifâka ‘alâmetdir e’âzenâ’llahü teâlâ minhâ (Ve’s-sâdisü nukirru bi enne’l-‘abde me‘a cemi’i ahvâlihi ve ikrârihi ve ma’rifetihi mahlûkun) ya’nî altıncı nev’ ef’âl-i ‘ibâd beyânındadır pes dilimiz ile ikrâr edip kalblerimiz ile inanırız ‘ibâd ve cemî’ işledikleri ef’âl ve etdikleri ikrârlar ve kalblerinde olan ma’rifetler cümlesi mahlûkdur hazret-i İmâmın bundan murad-ı şer’ifi Mu’tezile ve Kaderiyyeyi red etmekdir zirâ onlar ef’âl-i ‘ibâd Allahü te’âlâ halk etmekle değildir belki herkes kendi fi’linin hâlikıdır dediler (Felemmâ kâne’l-fâilü mahlûkan fe ef’âlühü evlâ en yekûne mahlûkaten) ya’nî ondan ötürü ki bir fi’ilin fâ’ili mahlûk ola o fi’ilin mahlûk olması evveliyetledir ‘âkıl olan bunda hiç şübhe eylemez (Ve’s-sâbi’u nukirru bi ennellâhe teâlâ haleka’l-halka ve lem yekun lehum tâkaten) ya’nî yedinci nev’ bir nîce mesâil beyânındadır ki birbirine münâsib değillerdir evvelkisi biz dilimiz ile ikrâr ederiz kalbimiz ile tasdik edinci olduğumuz halde Allahü te’âlâ mahlukâtı yokdan var eyledi onlar ‘âciz olup bir şeye tâkatları olmadığı hâlde (Li ennehüm du‘afâu  ‘acizûne vellâhu teâlâ

hâlikuhum ve râzikuhum li kavlihi teâlâ  “Allâhu’l-lezî halekakum sümme razekakum sümme yumîtukum sümme yuhyîkum [Rûm sure-i celîlesi, 40. âyet-i kerîmesi]) ânınçün ki onlar zayıflardır dahi acizlerdir Allahü te’âlâ hâlikleridir ve râzıklarıdır onların ne kendilerine ve ne ğayrıların halk olmasında aslâ dahlleri yokdur ve rızk husûsunda dahi böyledir nitekim Allahü te’âlâ âyet-i kerîmesinde buyurur o Allah öyle Allahdır ki sizi halk etdi ondan rızkınızı verdi ondan ecelleriniz geldikde sizleri öldürür ve ondan yevm-i kıyamette a’mâlinize göre cezalandırmak için sizi geri dirildür bu şeylerde aslâ kimsenin müdâhalesi yoktur (Ve’l-kesbu bi’l-’ameli helâlün ve cem’u’l-mâli mine’l-helâli helâlün ve cem’u’l-mâli mine’l-harâmi harâmun) ya’nî amel ile mal kesb etmek helaldir ve helalden mal cem’ etmek helaldir ve haramdan cem’ etmek haramdır ve dahi kesb dört kısımdır nefs u ‘ıyâline vefâ ve düyûnun kazâ idecek kadar kesb farzdır ba’dehu akrabaya sıla fukarâya sadaka verecek kadar müstehabdır be’dehu tecemmül için kesb mübahdır lakin mezmûmdur kibir ve gurur için kesb etmek haramdır (Ve’l-halku alâ selâseti asnâfin el-mu’minü’l-muhlisu  fî imânihi ve’l-kâfiru’l-câddü fî küfrihi ve’l-münâfiku’l-müdâhinu fî nifâkihi) ve dahî halk üç bölükdür bir bölüğü imanlarında ihlas üzre olan mü’minlerdir ve bir bölüğü dahi küfürlerine musır olan kâfirlerdir ve bir bölüğü dahi müdâhene edüp mü’minleri aldatıcı olan münâfıklardır (Vellâhü teâlâ feraza’l-’amele ale’l-mü’mini ve’l-îmâne ale’l-kâfiri ve’l-ihlâsa ‘ale’l-münâfiki) ya’nî Allahü te’âlâ mü’minler üzerine ameli farz kıldı ve kâfirler üzerine imânı farz kıldı zira imansız amel kabul olmaz ve münâfıklar üzerine ihlâsı farz eyledi zira ihlâssız iman makbul olmaz pes İmam Azam aleyhi rahmetü’l-erham delil îrâd edüp buyurur (Li kavlihî teâlâ Yâ eyyuha’n-nâsü’t-tekû rabbekümu’l-lezî halekaküm [Nisâ sure-i celîlesi, 1. âyet-i kerîmesi]) ya’nî yâ eyyühe’l-mü’minûne
etî’û yâ eyyühe’l-kâfrûne âminû ve yâ eyyühe’l-münâfikûne ehlisû) nitekim Allahü teâlâ kelâm-ı kâdiminde yâ eyyühe’n-nâsü deyü hıtâb-ı âm ile hıtâb edüp buyurur ki mü’min ve kâfir ve münâfığa şâmildir pes İmam-ı Hümâm rahimehullah “Yâ eyyuha’n-nâsü’t-tekû” kerîmesini tefsir edüp buyururlar Allahü e’lem demektir ki ey mü’minler Allahü teâlâya ve rasülüne itaat edin ve ey kâfirler imân edin tâki ibâdât ve tâate ehl olasız ve ey münâfılar dava eylediğiniz îmanda ihlâs üzre olun tâki îmânınız makbûl olup fâid bulasız (Ve’s-sâminu nukirru bi enne’l-istitâ’ate me’a’l-fi’li lâ kable’l-fi’li ve lâ ba’de’l-fi’li) ya’nî sekizinci nev’ biz dilimiz ile ikrâr edüp ve kalbimiz ile tasdik ederiz ki Allahü te’âlânın kullarına fiil işlemeğe verdiği kudret fiil ile bile dir fiilen evvel ve sonra değildir hilâfen li’l-kaderiyye ve’l-cebriyye (Li ennehü lev kâne kable’l-fi’li le kâne’l-abdü müstağniyen anillâhi vakte’l-hâceti) zira ol kudret fi’ilden evvel olaydı kul vakti hâcette Allâhü teâlâdan müstağnî olmak lâzım gelur bu ise Kur’an’da vârid olan nassa muhâliftir nitekim İmam rahimehullah buyurur (Ve hâzâ hilâfu hukmi’n-nassi) ya’nî kulun vakt-i hâcette Allahü te’âlâdan istiğnâsı Kur’an-ı kerîm’de vârid olan delil-i kat’iye muhâlftir (Li kavlihi teâlâ ve’llâhü’l-ğaniyyü ve entümü’l-fukarâu [Muhammed sure-i celîlesi, 38. âyet-i kerîmesi]) nitekim buyurur Allahü te’âlâ ğaniyyi mutlaktır ve ğınâsı ğınâyı zâtîdir eşyâdan bir şeye muhtaç değildir ve siz cemi’i evkât ve ahvâlinizde ona muftakir ve muhtâçlarsız (Velev kâne ba’de’l-fi’li le kâne mine’l-muhâli  li ennehu  yelzemu  husûlü’l-fi’li bilâ istitâ’atin ve lâ tâkatin) ya’nî kudret-i mezkûre eğer fiilden sonra olaydı muhâl vâki olurdu zira kudretsiz ve tâkatsiz fi’il hâsıl olmak lâzım gelur bu ise muhâldir ve kudretin fi’ilden evvel vaki olması dahi kezâlike [aynı şekilde]  muhâldir (Ve’t-tâsi’u nukirru bi enne’l-mesha ale’l-huffeyni câizün li’l-mukîmi yevmen ve leyleten ve li’l-müsâfiri selâsete eyyâmin ve leyâliyehâ) ve dokuzuncu nev’ edikler [mest] üzerine meshin

cevâzı beyânındadır (Li enne’l-hadîse verade hâkezâ) zira hadîsi-i şerîf böylece vârid oldu (Femen enkera fe innehu yuhşâ aleyhi’l-küfra fe innehu karîbun mine’l-haberi’l-mütevâtiri) İmdi bir kimse edik üzerine meshin cevâzını inkâr eylese onun üzerine küfrün korkusu olur zira cevâzı isbât eden hadîs-i şerîf tevâtüre karîbdir (Ve’l-kasru ve’l-iftâru fi’s-seferi helâlün bi nassi’l-kitâbi) ya’nî seferde dört rekat olan ferâizı ikişer kılmak ve savm-ı ramazânı iftâr itmek nass-ı kitâbla helâldir İmam Azam rahimehullah nas olan delilleri îrâd edüp buyurur (Li kavlihi teâlâ ve izâ darabtum fî’l-ardı fe leyse ‘aleykum cunâhun en taksurû mine’s-salâti [Nisâ sure-i celîlesi, 101. âyet-i kerîmesi]) ya’nî Allahü teâlânın kavli şerifi delalet eder ki buyurdu kaçan siz yer yüzünde sefer itseniz üzerinize günah ve güçlük yoktur namazı kasr etmekde (Ve kavlihî teâlâ fe men kâne minkum marîdan ev ‘alâ seferin fe iddetun min eyyâmin uhara [Bakara sure-i celîlesi, 184. âyet-i kerîmesi]) ya’nî sizden biriniz merîz olsa yahut seferde olsa savm-ı ramazânı iftâr eylese ol günle adedince âhar günlerde yani hazarda kaza itmek lazım olur (Ve’l-’âşiru nukirru bi enne’llâhe teâlâ emerâ’l-kaleme bi en  üktüb fe kâle ‘l-kalemu  mâzâ ektübü yâ rabbî kâle’l-lâhü teâlâ üktüb mâ hüve kâinün ilâ yevmi’l-kıyâmeti) Onuncusu biz dilimiz ile ikrar edüb kalbimiz ile inanırız ki Allahü te’âlâ kaleme yazmaklığı emr eyledi kalem dahi emre imtisal edüb ne yazayım yâ rabbi dedi rabbulalemîn cellet azametühü buyurdu kıyamete değin cümle olacakları yaz mervidir ki Allahü te’âlâ levh-i mahfûzu bir beyaz inciden ve kavaimin kırmızı yakuttan halk eyledi ve kalemi dahi bir cevherden halk edip uzunluğunu beş yüz yıllık yol kadar eyledi ucunu meşkûk yer etdi ki iki şıkkın arasından nûr
akardı dünya kaleminden mürekkeb aktığı gibi pes cümle eşya eğer hayvân ve eğer insân ve hayr ve şer ve nef’ ve darar vücûda gelmezden evvel levh-i mahfûza yazıldı vi İmâm-ı hümâm rahimehullah Kur’ân-ı kerîmde buna delâlet eden âyet-i îrâd edip buyurur (Li kavlihi te’âlâ ve küllü şey’in fe’alûhu fîz-zübüri ve kullu sağîrin ve kebîrin mustetarun [Kamer sure-i celîlesi, 52-53. âyet-i kerîmesi]) nitekim Allahü te’âlâ buyurur her şey ki ibn Adem’den sâdır olur levh-i mahfûzda yazılmışdur ve her sağîr ve kebîr ve rafî’ ve hakîr onda mazbût ve mestûrdur (Ve’l-hâdî ‘aşera nukirru bi enne ‘azâbe’l-kabri  hakkun kâinün li’l-kâfiri  ve liba’zi ‘usâti’l-müslimîn) On birinci biz dilimizle ikrâr edüp kalbimiz ile inânırız ki kabirde umûmen kâfirlere ve mü’minlerin ba’zı âsilerine azâb olunmak hakdır ve bunda asla şek yokdur (Ve suâle münkerin ve nekîrin hakkun  li vurûdi’lehâdîsi) ve kabirde münkîr ve nekîr meleklerinin suâli hakdır vürûd eden hadîs-i şerîflerin delâletiyle (Ve’l-cennetü ve’n-nâru hakkun ve humâ mahlûkatâni’l-âne ve lâ yüfnâ ehlühumâ) ve dahi cennet ve cehennem hakdır ve şimdiki halde ikisi de mevcûdlardır ve fânî olmazlar ehli dahî fânî olmaz (Li kavlihi te’âlâ fî hakki’l-cenneti: u’iddet li’l-muttekîne [ Âli İmrân sure-i celîlesi, 133. âyet-i kerîmesi] ve fî hakki’n-nâri u’iddet li’l-kâfirîne [ li İmrân sure-i celîlesi, 131. âyet-i kerîmesi]) nitekim Allahü te’âlâ buyurur cennet hakkında cennet muttakiler için hazırlandı ve cehennem hakkında buyurur cehennem kâfirle için hazırlandı zîrâ fi’li mâzî ahbârın zamânından evvel zamânda sâbit ma’na üzerine delâlet ider lafızdan ibaret olmağla “u’iddet” sîğalarının elân cennet ve nârın mevcûd olduklarına delâletleri huccet-i kavidir (Halekanumu’l-lâhü te’âlâ li’s-sevâbi ve’l-’ikâbi) yanî Allahü te’âlâ cenneti mü’minlere sevâb ve cehennemi kâfirlere ‘ikâb ve ‘azâb için halk eyledi (Ve’l-mîzâne hakkun li kavlihi te’âlâ ve nedau’l-mevâzîne’l-kısta li yevmi’l-kıyâmeti [Enbiyâ sure-i celîlesi, 47. âyet-i kerîmesi]) ve mîzân hakdır nitekim Allahü te’âlâ buyurur biz yevm-i kıyâmette adl mîzânlarını vaz’ ederiz ve “mevâzîn” sîğa-i cem’ ile vârid olduğu halkın
kesretine binâendir (Ve kırâete’l-kütübi hakkun li kavlihi te’âlâ İkra’ kitâbeke kefâ bi nefsike’l-yevme aleyke hasîben [İsrâ sure-i celîlesi, 14. âyet-i kerîmesi]) ve dahî a’mâlin kitabları okunması hakdır nitekim Allahü te’âlâ buyurur yevm-i kıyâmette her kesin kitâb-ı a’mâli ellerine verildikde ona denir oku kitâbını her ne işledinse onda yazılmış bulursun o kitab senin nefsine hesab yönünden bu gün kifâyet eder (Ve’s-sânî aşera nukirru bi enne’llâhe te’âlâ yuhyî hâzihi’n-üfûse ba’de mevtihâ  ve yüb’isuhum fî yevmin kân mikdâruhu hamsîne elfi senetin li’l-cezâi ve’s-sevâbi ve edâi’l-hukûki) On ikincisi dilimiz ile ikrâr edip kalbimiz ile inânırız ki Allahü te’âlâ halki evveldekiden sonra dirildüb mahşer yerine götürür ol günde ki anın mikdârı dünya yıllarından elli bin yıl kadar oldu her kesin ameline muvâfık cezâ etmek ve mutı’lere sevâb ve ihsân etmek ve mazlûmların  zâlimlerden haklarını alıvermek için (Li kavlihi te’âlâ ve enne’llâhe te’âlâ yeb’asü men fi’l-kubûri [Hac sure-i celîlesi, 7. âyet-i kerîmesi]) Nitekim Allahü te’âlâ buyurdu tahkîk Allahü te’âlâ kabirlerde olanları diriltip suâl ve hesâb ve edâ-i hukûk için mahşer yerine götürür (Ve likâellâhi te’âlâ li ehli'l-cenneti hakkun bilâ keyfiyetin velâ teşbîhin velâ cihetin) ve Allahü te’âlânın likâsı ehl-i cennet için hakdır keyfiyetsiz teşbihsiz ve cihetsiz rü’yet ederler hilâfen li’l-mu’tezile (Li kavlihi te’âlâ vücûhun yevmeizin nâdıratun ilâ rabbihâ nâdıratün [Kıyâmet sure-i celîlesi, 22. âyet-i kerîmesi]) Allahü te’âlânın kavli şerifi delâletiyle ki buyurur tâze ve tarâvet ve behçet sahibi yüzler o günde yani yevm-i kıyâmetde rablerine niteliksiz nazar ederler (Ve şefâ’ate nebiyyinâ Muhammedin sallallahü  aleyhi ve selleme hakkun  li’l-mü’minîne el-müznibîne ve li ehli’ l-kebâiri minhüm) ve dahî Peygamber Efendimiz Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemin şefa’ati mü’minlerin müzniblerine ve onların ehl-i kebâiri için hakdır (Ve ‘âişete ba’de Hadîcete’l-kübrâ efdalü nisâi’l-âlemîne ve ümmü’l-mü’minîne ve mudahharatun ani’z-zina ve berîetün ‘an mâ kâlet ravâfizatü femen şehide aleyhâ bi’zinâ fehüve dâllün mübtdi’un)

ve dahî Hazreti ‘Âişe Hadicetü’l-kübrâdan sonra radıyallahu anhuma efdalü nisâ-i âlemîndir ve mü’minlerin anasıdır ve iftira olunan zinâdan tâhiredir ve ravâfizîlerin isnâd eyledikleri ifk ve iftirâdan berîedir ve her kim ona zinâ ve töhmet zan ederse ol kimse dâl ve mübtedi’dir ve İmâm-ı Hümam radıyallahu anhın Hazret-i Sıddîkayı zikrden murâdı bed endîş olan ravâfiz ve münâfikînin sûi itikatlarını red ve zevcât-ı tâhirât-ı ümmehât-ı mü’minîn hakkında bu mekûle zan ve itikâddan mü’minlerin beri olmalarına tenbîhdir (Ve ehle’l-cenneti fi’l-cenneti hâlidûne ve ehle’n-nâri fi’n-nâri hâlidûne li kavlihi te’âlâ fî hakki’l-mü’minîne ulâike ashâbu’l-cenneti hüm fîha hâlidûne ve fî hakki’l-kuffâri  ulâike ashâbu’n-nâri hüm fîha hâlidûne [Yûnus sure-i celîlesi, 26-27. âyet-i kerîmesi]) Yani ehl-i cennet cennetde ebedi kalırlar ve ehl-i cehennem cehennemde ebedi kalırlar nitekim Allahü te’âlâ mü’minler hakkında buyurdu şunlar ki ehl-i cennetdir cennetde muhalled ve ebedîlerdir ve küffâr hakkında buyurdu: şunlar ki ehl-i cehennemdir cehennemde muhalled ve ebedîlerdir. Ve’l-hamdü ‘alâ itmâmihi ve sallallahu te‘âlâ ‘alâ seyyidina Muhammedin ve âlihi ecmaîn.

Bi hamdihi sübhânehu İmam Hümâm Ebu Hanîfe b. Nu’mân b. Sâbit sahibü’l-mezhebi ve’l-fadli ve’l-merâtib hazretlerine mensûb vasiyetnâmenin terceme-i letâfet-i ifâdesinin tab’ı tersîmi sâye-i himâvâye-i zıllullâhîde * daru’t-tıbâ’ati’l-âmirede * râcî kerâmete rabbihi’l-mecîd Mehmed Said’in marifet ve nezâretiyle* bin iki yüz altmış dört senesi Muharremü’l-harâmî âhirinde hitâm pezîr oldu.




Referanslar

[1] İmam-ı A‘zam, Terceme-i Vasiyyetnâme-i İmam-ı A‘zam, tercüme-şerh İbrahim Nureddin el-Kastamonî, İstanbul: Dârü't-Tıbâati'l-Âmire, 1264/1848. Pdf haline buradan ulaşılabilir.

[2] Bursalı Mehmed Tahir, Osmanlı Müellifleri, İstanbul: Matbaa-i Âmire, 1333, I/38.

2 Nisan 2020 Perşembe

Yabancı Lisana Dair Matbu Osmanlıca Kitaplar

Osmanlıca [eskilerin ifadesiyle İslam harfleriyle] her sahada telif ve tercüme kitaplar ve dergiler neşredilmiştir. Bu kitapların bir kısmı yabancı lisan öğrenimine dairdir. Harf İnkılabıyla maalesef bu devasa literatür ile irtibat kesilmiştir. Sadece mevcut literatürün Latin harflerle neşredilmesi bile ciddi bir zaman ve emek alacağı aşikardı. Bu zaman zarfında kaybettiklerimizi telafi edebildik mi? Günümüzde Türkiye'de lisan öğreniminin hâlâ problem olmasında, belki böyle bir kırılmanın da tesiri olmuştur.  

Aşağıdaki liste, yabancı lisan tahsiline dair Osmanlıca matbu kitapları ihtiva etmektedir. Liste hazırlanırken sadece İBB Kitaplık websitesi kullanılmıştır. Takriben bir saatlik arama neticesinde, Fransızca, İngilizce, Almanca ve Rumca lisanlarına dair kaleme alınmış  sarf, nahiv, tercüme usuli ve lügat kitaplarının künye bilgileri derlenmiştir (Sadece listede bulunan kitapların toplam sayfa adeti 20 bin üzeridir). [Arapça ve Farsça'ya dair kitaplar liste dışı bırakılmıştır.] Kısa bir arama ile hazırlanmış bu liste, elbette tam değildir. Ancak kaybettiklerimize dair fikir vermesi cihetiden kâfidir. 


Fransızca

Musavver Kamus-i Said: Fransızca'dan Türkçe'ye / Kemalpaşazâde Said, İstanbul: Maarif-i Umumiye Nezâreti, 1334 R/1918, c. 1, cüz 1-4 (320 s.)


Mükaleme Kitabı / Catergian, P. Samuel, Vienne: 1855, 215 s. [Türk ve Fransız ve Alman lisanlarından müretteb]

Kamus-i Fransevî: musavver Türkçe’den Fransızca’ya lugat / Kelekyan, Diran; Sahib ve tabi' : Mihran, Constantinople: 1329 H/1911, 2 c. 1 ciltte (1373 s.) [Türkî’yü’l-asl kelimelerle beraber Lisan-ı Osmanî’de müstamel kelimat-ı Arabiye ve Farisiye’nin kaffesini ve ulum ve fünun ve sanayi ve edebiyata aid ıstılahat-ı mahsusayı havidir.]

Resimli Kamus-i Fransevî: Fransızca’dan Türkçe’ye lugat kitabı / Şemseddin Sami b. Halid (Fraşherî); tab.: Mihran, Constantinople: 1318 H/1901, [üçüncü tab'ı] c. 1 (1-1168 s.) [Yeniden tahrir derecesinde tashih ve hemen kaffe-i ıstılahat-ı fenniye ve askeriyenin ilavesiyle ikmal ve resimler ile de tezyin olunmuşdur.]

Resimli Kamus-i Fransevî: Fransızca’dan Türkçe’ye lugat kitabı / Şemseddin Sami b. Halid (Fraşherî), Constantinople: 1318 H/1901, [üçüncü tab'ı] c. 2 (1169-2240 s.)


Lugat-i Tefeyyüz: Fransızca'dan Osmanlıcaya lugat / [M]. Ali Nazima, İstanbul: Tefeyyüz Kütübhanesi, 1911, 1266 s.

Mini mini lugat-i tefeyyüz: Fransızca'dan Osmanlıca’ya lugat / [M]. Ali Nazima, İstanbul: Tefeyyüz Kütübhanesi, 1330 R/1914, 632 s.

Osmanlıca'dan Fransızcaya cep lugatı / Nazaret Hilmi; tsh.: Kemalpaşazâde Said, İstanbul: 1304 H/1887,  1035 s.

Fransızca'dan Türkçe'ye Lugatçe-i Felsefe / [Ertuğrul], İsmail Fennî, İstanbul: 1341 R/1925, 936, VIII s.

Fransızca'dan Türkçe'ye küçük cep lugatı / İbrahim Edhem, İstanbul: 1312 H/1895, [tab-ı sani], 1-638 s.

Berliç usulü üzere Fransızca'nın talimi, ikinci kısım / M. D. Berlitz ; müt.: Hasan Vasfi; naşirleri: A. K., G. F., İstanbul: 1327 R/1911, 160 s.

Fransızca konuşalım yahud, Yeni Paris sedası: pratik en son usul-i mükaleme / Fikrî, Garbis; nşr. ve tsh.: Madam Virjini, Dersaadet: 1331 R/1915, [musahhah ikinci tab'ı], 224 s.

Kamus-i askerî: Fransızca - Türkçe ve Türkçe - Fransızca / Resulzâde Hüseyin Hüsnü, İstanbul: 1316H/1899, c. 2 (563 s.)

Bedreka-i kıraat yahud, Tatbikatlı Fransızca elifba / Serab Abahouni, Constantinople: 1318/1902, 46 s.

Fransızca'yı nasıl öğrenmeli / Ali Ata, Manastır: 1328R/1912, 130 s. [Mekatib-i Rüşdiyenin son seneleriyle idadiyenin birinci senelerine mahsus olarak tertib edilmiştir.]

Fransızca ve Türkçe yeni tekellüm risalesi / Thomas Xavier Bianchi, Paris: 1852, [seconde edition] 340 s.

Fransızca'dan Türkçe'ye mükemmel lugat / W. Wiesenthale, İstanbul: 1310 H/1892, 416 s.

Fransızca'dan Türkçe'ye cep lugatı / W. Wiesenthale, İstanbul: 1312 H/1895, [tab-ı sani] 1071 s.

Fransızca'dan Türkçe'ye küçük ve resimli lugat-i fenniye / İsmail Ziya, İstanbul: 1312 H/1894, 263 s.,

Tıb kamusu: Fransızca'dan Türkçe'ye / Hayrullah Bey, Ali Paşa, Galib Ata Bey, Ziya Nuri ve Mustafa Münif, İstanbul: Eylül 1927, 15 s.

Türkçe'den Fransızca'ya lugat-i Feraz / Ali Feraz, İstanbul: Feraz Ticarethanesi, 1927, 728 s.

Fransızca - Türkçe mecmua-i mükaleme / James Connor; müt.: Ragıb Rıfkı [Özgürel], İstanbul: İkbal Kütübhanesi, 1327, 387 s. [Mekteb talebesiyle seyyahînin temin-i istifadelerine hâdim]

Fransızca usul-i tahrir ve kitabet / Mehmed Halid, İstanbul: 1306 H/1889, 64 s.

Türkçe ve Fransızca yeni usul-i mükaleme / H. Said; nşr.: Sarafim, İstanbul: 1300 H/1883,  219 s.

Kendi kendine Fransız lisanını öğretmek için Türkçe'ye tercüme olunan Ollendorff usulün anahtarı / Heinrich Godefroy Ollendorff, İstanbul: 1283 H/1866-1867, 172 s.

Ünsü'l-lugat-i Türkî, Arabî, Farisî ve Fransızca'dan mürrekeb küçük lugat / Hüseyin Remzi, İstanbul: 1305 H/1888, 120 s.

Mukayeseli Türkçe ve Fransızca durûb-i emsâl / cami'i: İzzet Hamid [Ün], İstanbul: 1339 H/1920-1921, 64 s.

Türkçe - Fransızca tercüme örnekleri / müt.: Hüseyin Fehmi; Mehmed Cemil, İstanbul: Tefeyyüz Kitabhanesi, 1329 H/1911, 320 s.;

50000 kelimeyi havi Fransızca'dan Türkçe'ye küçük kamus-i Fransevî / Hasan Bedreddin ; neşr.: Hüseyin (Yeni Şark Kitabhanesi sahibi), Hüseyin (İkbal Kitabhanesi sahibi), İstanbul: Yeni Şark Kitabhanesi, İkbal Kitabhanesi, 1928, 1544 s.

Mükemmel ve muvazzah Türkçe ve Fransızca usul-i mükaleme / ed.: A. İrfan, İstanbul: 1316 H/1899, c. 1 (1-256 s.), c. 2 (257-368 s.), c. 3 (369-512 s.)

Fransızca lugat, İstanbul: 1304/1887, 32 s.

Fransızca konuşalım / İbrahim Edhem, İstanbul: 1328R, 32 s.

Fransızca'dan Türkçe'ye ıstılahât lugatı, I: A - H / Anton B. Tinghir, Kirkor Sinopian, İstanbul: 1891, c. 1 (423 s.)

Fransızca'dan Türkçe'ye ıstılahât lugatı I: I - Z / Andon B. Tınghir, Kirkor Sinapyan, İstanbul: 1892, c. 2 (565 s.)


İngilizce

İngilizce gramer, birinci kitab: kelime ve aksâmı / Nesfield, J. C. ; müt.: Halil (Mekteb-i Bahriye İngilizce Muallimi), İstanbul:  1926, 98 s. [J. K. Nesfield'in Gramer Silsiseli, birinci kitab]

İngilizce gramer, ikinci kitab: cümle ve tahlil / Nesfield, J. C. ; müt.: Halil (Mekteb-i Bahriye İngilizce Muallimi), İstanbul: 1927, 279 s.

Musavver mükaleme: Türkçe'den İngilizce'ye / İ.A. Yeran, Boston: 1914, 228 s.

İngilizce'nin şive-i ef'ali  / Aleko; müt.: Ali Rıza (Bahriye Erkan-ı Harb Zabitanından Yüzbaşı); nşr.: A. Asaduryan (Şirket-i Mürettibiye Matbaası Müdürü), İstanbul: 1324 R/1908, 405 s.


İngiliz kavaid-i lisaniyesi / Aleko; müt.: İhsan (Mekteb-i Bahriye-i Şahane Muallimlerinden), İstanbul: 1307 H/1889-1890, 239 s.

İngilizce'den tercüme numuneleri / İbrahim Aşkî [Tanık], İstanbul: Cemiyet Kütübhanesi, 1332 R/1916, 67 s.

Kendi kendine İngilizce usul-i tedris / S. M. T., Constantinople: İkbal Kütübhanesi, 1919, 104 s.

İngilizce muallimi: İngilizce muhtasar amelî sarf ve nahiv / Mustafa Sünbülî, İstanbul: 1338 R/1922, 80 s.

Türkçe ve İngilizce mükaleme ile sefâin-i ecnebiyeye edilecek resmi vizitelere dair malumat ve saireyi hâvidir / Mehmed Reşid, İstanbul: 1309 H/1892, 64 s.

Kendi kendine İngilizce usul-i mükaleme / Enver; nşr.: Hüseyin, Dersaadet: İkbal Kütübhanesi, 1919, 75 s.

Yeni lugat: İngilizce’den Türkçe’ye / Mehmed Vasıf, Dersaadet: Kasbar Kütübhanesi, 1331/1915, 732 s. [40.000 raddesinde lugati, tabirat-ı fenniye ve hususiyeyi ve şive-i lisana aid cümleleri muhtevidir.]

İngilizce muallimi, kısm-ı evvel / M. Hüsrev, İstanbul: Şirket-i Mürettibiye Matbaa ve Kütübhanesi, 1304H/1887, 142 s. [İngilizce lisanını sühuletle tahsil için usuldür.]

Musavver İngilizce - Türkçe metod Berliç / Hüseyin Nâzım Paşa, İstanbul: İkbal Kütübhanesi, 1342/1924, 128 s.

Mektub yazıyorum: Türkçe, Fransızca, ve İngilizce /  Süleyman Tevfik el-Hüseynî [Özzorluoğlu], İstanbul: Cemiyet Kütübhanesi, 1920, kısım 1 (60 s.)

İngilizce öğreniniz, birinci sene: elifba, sarf ve nahiv, kıraat / Achille, H. B.; nşr.: Seyyid Tahir (İtimad Kitabhanesi sahibi), Dersaadet: İtimad Kütübhanesi, 1919, 32 s.

İngilizce usul-i tedris, birinci kısım /  İsmail Hakkı [Uzunçarşılı], İstanbul: Tefeyyüz Kitabhanesi, 1317H/1900, [tashih ve ilaveli ikinci tab'] 197 s.

İngilizce - Türkçe mükessif lugat = A Condensed dictionary English - Turkish / Ahmed Vahid [Moran] (Erkan-ı Harbiye-i Bahriye Binbaşısı), İstanbul, 1340/1924, 720 s.



İngilizce Elifba / M. A.  Nüzhet, İstanbul: 1891, 40 s.

İngilizce'nin sarf ve nahvi / Fuad, İstanbul: 1330R/1914, 168 s.

A Turkish and English lexicon / James W. Redhouse, İstanbul, 1890, 222 s. 

A Lexicon English and Turkisch / J. W. Redhouse, İstanbul: A. H. Boyajian, 1911, 827 s. 


Almanca

Almanca kıraat kitabı / Weli Bolland ; nşr.: Julius Gross Verlag, Darmstad: 1910, 267 s.

Almanca küçük sarf / Weli Bolland, Heidelberg: 1924, [ikinci tab'ı] 224 s.

Almanca küçük sarf / Weli Bolland; nşr.: Julius Gross Verlag, Heidelberg: Otto Kayl Kütübhanesi [H. F. Winter Matbaası], 1904, 238 s.

Almanca'dan Türkçe'ye yeni cep lugatı / Mehmed Ali; nşr.: Hüseyin (İkbal Kütübhanesi sahibi), İstanbul: İkbal Kütübhanesi, 1333 R/1917, [ikinci tab’] 447 s.

Kendi kendine Almanca yahud, mükemmel Almanca kavaid muallimi, sarf - nahiv / Mehmed Ali Nüzhet Paşa; nşr.: Garbis Fikri, Dersaadet: Gayret Kütübhanesi, 1333 R/1917, 144 s.


Resimli kendi kendine Almanca yahud, Mükemmel Almanca elifba / Mehmed Ali Nüzhet Paşa; nşr.: Garbis Fikri, Dersaadet: Gayret Kütübhanesi, 1333 R/1917, [ilaveli ikinci tab] 48 s.

Almanca için mükemmel rehber-i tahsil / Hamdi Mustafa Mirgünlü, İstanbul: 1333, 236 s.

Almanca elifba / Nüzhet, İstanbul: 1891, 24 s.

Almanca kavaid / Mehmed Ali, Constantinopel: İkbal Kütübhanesi, 1331-1332/1915 -1916, 240 s.

Lugat kitabı Almanca'dan Türkçe'ye askerî ıstılahat / Akkerman, İstanbul: 1334 R/1918, 31 s.

Muallimsiz Almanca öğrenmek için en kolay ve en yeni usul, Birinci kitab / M. Asaf, İstanbul: 1332 R/1916, 205 s.

Musavver Almanca elifba / Mehmed Ali, İstanbul: İkbal Kütübhanesi, 1336 R/1920, [ikinci tab] 64 s.

Almanca’dan Türkçe’ye cep lugatı / K. Sinan; musahhih: Mehmed Tahir (Mekteb-i Fünun-ı Harbiye-i Şahane Almanca ve Müellifat-ı Ecnebiye Tedkikatı Muallimi, Miralay); sahib ve naşiri Şafak Kütübhanesi, Dersaadet: 1318 H/1901, 1082 s.

Türkçe'den Almanca'ya lugat kitabı / Galancızâde Hakkı Tevfik, Leipzig: Otto Holtze's Nach Folger, 1907, 388 s.

Almanca’dan Türkçe’ye lugat kitabı / Ömer Faik, Dersaadet :1314 H/1897, 731 s. 

Almanca rehber-i mükaleme / Mehmed Şerif, İstanbul, 1310 H/1892-1893, 224 s. 

Almanca teshilü’l-mükaleme / [Basman], Bursalı Mehmed Tahir b. Rıfat, Dersaadet: 1312, 87 s.

Almanca için mükemmel rehber-i tahsil / Mehmed Tahir; Hamid (Mehmed Tahir Bey'in Muavini, Mülazım-ı Evvel), İstanbul: Kasbar Matbaası, 1316 H/1899, 262 s.

Almanca muallimi / Otto, Emile; müt.: Beşir Fuad, İstanbul: [Mihran Matbaası], 1303 H/1885, 237 s.


Rumca

Kamus-i Rumî: Rumca'dan Türkçe'ye lugat  = Lexikon hellēno-tourkikon / Yuvanaki Panayotidis,  Dersaadet: Yuvanaki Panayoditis Matbaası, 1896, 1339 s.)
https://archive.org/details/kamusirmrmcadant00pana


Usul-i lisan-i Rumî / Konstantinidi Paşa, Alexandre, Dersaadet: [Neologos Matbaası], 1309 H/1891-1892, 368 s.

Kelimat-ı Türkiye ve Rumiye / Hüseyin Kâmi, Hanya: [Girit Matbaası], 1291 H/1874, 86 s.

Elifba-yı Rumî / Avram Maliakas, İstanbul : [Neologos Matbaası ], 1291 H/1874,  64 s.

Tuhfe-i Rumî, İstanbul: Yusufyan Han, 1290 H/1873, 30 s.

Leksikon ellinoturkion / müt.: A. Th. Fardîs – K. İô. Fôtiadîs, Konstantinûpolis: [Tupogrf. hî Anatolî, Euangelinû Misaîlidû], 1860, 956 s.

Talim-i lisan-i Rumî (elifba, kıraat, sarf, mükalemat) / Yorgaki Ohani, Dersaadet: Kasbar Matbaası, 1315 H/1898, 189 s.



7 Aralık 2019 Cumartesi

Müslüman Hukukçuların Batılı Devletlerarası Hukuka Tesiri


Milletlerarası Adalet Divânı’nda hâkimlik de yapmış olan Sri Lankalı hukukçu Cristopher Gregory Weeramantry (1926-2017), Islamic Jurisprudence: An International Perspective adlı kitabında dikkate değer tezler ortaya koymaktadır. Bunlardan biri, İslam hukukunun Batılı devletlerarası hukukun gelişmesindeki tesirine dair tezdir. Bu tezi, bilhassa devletlerarası hukukun kurucularından kabul edilen Grotius (1583–1645) üzerinden 19 madde ile temellendirmektedir. Yazar, her nekadar maddelerin teker teker ele alınması halinde kesin veya inandırıcı olamayabileceklerini söylese de; maddelerin tamamı dikkate alındığında Grotius'un Müslüman hukukçuların tesirinde kalmış olabileceği tezinin sistematik bir şekilde tahkike değer olduğunu ifade eder.


THE IMPACT OF ISLAMIC INTERNATIONAL LAW ON WESTERN INTERNATIONAL LAW [1]

The preceding sections set out some of the many areas in which Islamic international law had worked out a set of mature juristic principles. This raises the question whether this was a legal phenomenon separate from and unrelated to the resurgence of international law that occurred in the West from the seventeenth century onwards. In other words was this Western development an independent take-off or did it draw upon the pre-existing body of Islamic knowledge?

(a) Some General Observations

Any study of Western international law proceeds upon the tacit assumption that it was the West which triggered off the development of international law and that international law as we know it was a Western creation. It is submitted that such a conclusion is untenable for the following reasons: first, the prior existence of a mature body of international law worked out by accomplished Islamic jurists in textbooks upon the subject is an incontrovertible fact.

Secondly, the flow of knowledge in all departments of science and philosophy from the Islamic to the Western world, commencing from the eleventh century, is likewise an indisputable fact.

Thirdly, the fundamental rule of Western international law, pacta sunt servanda, worked out by Grotius in the seventeenth century is also the fundamental rule of Islamic international law, where it is based upon Qur'anic injunctions and the Sunna of the Prophet.

Fourthly, there had been contact between Christian and Islamic civilisations both in war and peace for many centuries dating back to the Crusades. The crusaders, encountering such monarchs as Saladin, saw the observance by them of principles of international law, including truces between the warring parties during which the rival leaders even met at convivial social gatherings. Peaceful contact through trade likewise exposed the West to Islamic concepts of international trade, and influenced Western commercial law. Against this background it seems unrealistic to suggest that the West remained unaware of the body of international law worked out by the Islamic jurists.

Fifthly, although there is no doubt that a great deal of original Western thought went into the elaboration of the current principles of international law, some at least of the original impetus both in regard to the general concept and in regard to a number of specific ideas must clearly have come from the world of Islam - the only power and cultural bloc comparable to that of the world of Christianity. The philosopher looking for universals in the realm of international relations could not possibly neglect this source.

Sixthly, Western scholars were not insular in their attitudes when they set off the brilliant cultural and intellectual resurgence which led Europe to world supremacy. They built their humanistic, literary and legal traditions on whatever foundations they could draw from the ancient classical civilisations of Greece and Rome. In relation to the vital discipline of international law there was no literature from Greece and Rome comparable to their literature in private law. We do not have treatises dealing with such questions as the binding force and interpretation of treaties, the duties of combatants, the rights of non-combatants or the disposal of enemy property. The only body of literature in this discipline was the Islamic.

Seventhly, a knowledge of Arabic was part of the literary equipment of the accomplished fifteenth- and sixteenth-century scholar, particularly in Spain and Italy. Arabic literature was hence not a great unknown in the days when the first seeds were being sown of what was to become Western international law. This brief survey will be seen in a practical context when we note that Article 38(1)(b) of the Statute of the International Court of Justice, requires the International Court of Justice to apply “the general principles of law recognised by civilised nations”. Having regard to the large number of Islamic nations now members of the United Nations, the international law of Islam is a body of knowledge which the world court cannot afford to ignore. Indeed it must necessarily make an impact upon the content of contemporary international law.

(b) The Possible Impact upon Grotius

Since Grotius is often regarded as the focal point for the commencement of the discipline of international law, the following observations will be of interest. No one of them is conclusive or even persuasive by itself but together they may present a thesis deserving of more systematic scholarly examination.

(i) Grotius' mission, as perceived by himself, was to study the totality of human history, as far as was available, and to extract from it a set of practical rules which mankind must necessarily follow if the nations were to live together. For this purpose he made a monumental study of world history and could not have failed to consider Islamic history. Indeed one of his observations was that the Christian nations behaved in war in a manner which compared very unfavourably with that of pagan nations.

(ii) The Spanish jurists who immediately preceded Grotius would necessarily have affected the thinking of Grotius, but to what extent we cannot say. If indeed the Spaniards themselves had been influenced by Islamic learning on this matter there is here an unresearched area of possible indirect influence on Grotius by the Islamic jurists.

(iii) Grotius was not entirely unaware of the existence of some at any rate of the rules of Islamic public international law. In Chapter X, article 3 he mentions postliminium - the principle of international law restoring to their former state persons and things taken in war, when they revert into the power of the nation to which they belonged.

(iv) Grotius was searching for a secular basis for the world order of the future now that the spiritual authority of the Church had broken down. He was reaching out towards a new universalism. The thought and learning of a major world culture which had produced a developed jurisprudence of its own is scarcely likely to have been ignored.

(v) When one considers that neither the Greeks nor the Romans had produced a coherent theory of international law and that the medieval Christian Church was only groping towards this concept, it is unlikely that Grotius, who was probing universal knowledge and experience to evolve his system, would have failed to notice the only systematic writings ever produced thus far upon the topic.

(vi) It is true the language barrier could have stood in the way of such cross-fertilisation. Yet we must bear in mind that Grotius was far closer in history than we are to the period when Arabic learning had diffused through Europe. Arabic scholarship was strong in Spain, and The Netherlands were historically closely linked in a European system which had for long accepted The Netherlands as a sphere of Spanish influence and dominion. Since the time of Grotius the cultures have moved much further apart and it would be wrong to assess Grotius' access to these materials in the light of their modern remoteness.

(vii) Grotius finalised his De Jure Belli ac Pacis in France, where he had fled after his escape from imprisonment in the fortress of Louvestein. In France he worked on his book in the chateau of Henri de Meme, where another friend, de Thou, “gave him facilities to borrow books from the superb library formed by his father” (Encyclopaedia Britannica, 1947 edn, vol. 10, p.908). A 'superb library' in France in the early 1600s could not have been without a stock of Arabic books and other materials on Islamic civilisation. Moreover, if Grotius had no Arabic himself it is highly unlikely that he could not have found a translator in France.

(viii) Grotius was also a writer on Christian apologetics, in which sphere he needed to defend the principles of Christianity against all rivals. His book, De veritate religionis Christianae, of 1627 (two years after De Jure Belli ac Pacis), was indeed used as the standard manual on this subject in Protestant colleges until the eighteenth century. It was a book, moreover, which was intended for missionary purposes and one of its target audiences was the Arab world - as is evidenced by its translation into Arabic in 1660 by Pococke, the Oxford Arabist who taught Locke. The Arab world was not therefore a world too far removed from Grotius.

(ix) The Arab world was also close to the Low Countries in another sense. Dutch vessels were beginning to ply in eastern waters where Arab seamen had hitherto held sway, challenged only by the Portuguese. They were sailing as far afield as the Islamic islands of the East Indies. Indeed Grotius was retained by the Dutch East India Company as their advocate. The case which in fact drew him to a study of international law, for which he was retained by the Dutch East India Company, concerned a Portuguese galleon captured by one of the Dutch captains in the Straits of Malacca; the company sought to keep it as a prize. Grotius needed to demonstrate the untenability of the Portuguese claim that eastern waters were their private property. In demolishing this theory of mare clausum and making the high seas free to all nations, rival theories to mare clausum, especially rival theories pertinent to the area could not have escaped his attention. The well-developed maritime law of the Arabs must necessarily have been one of his areas of enquiry.

(x) Nor was contact with Islamic rulers confined to the East. In the days of sail, when vessels hugged the coast, Dutch vessels sailing east had necessarily to deal with Arab settlements on the African coast. Portugal, Holland's rival in eastern waters, had indeed had diplomatic dealings with them as well as with black African rulers, e.g. the kings of Benin and Bakongo (Sanders, 1979, p. 57). Grotius, the adviser to the East India Company, could not afford to be uninformed of the best diplomatic means of advancing Dutch influence in the interplay of African, Arab, Portuguese and Dutch interests.

(xi) We know as a matter of history that diplomatic intercourse between Muslims and Christians had been maintained for many centuries, going back in fact to the days of the First Exile of the Prophet's followers, when, under persecution, they sought refuge in the territory of the Christian king of Ethiopia. This was even before the foundation of the Islamic state. Later the classical principle of jihad held sway, i.e. the principle of a permanent state of war between Islamic and non-Islamic nations (see, on this, the discussion on jihad, pp. 145-9). This was, however, only an interlude (see Khadduri in Proctor, 1965, p. 33), and the principle of peaceful relationships among nations of different religions replaced the classical principle of jihad. Jihad was no longer adequate as the basis of the relationship between Islamic and other states and Muslim rulers made treaties establishing peace with non-Muslim states extending beyond the ten-year period provided under the sacred law. Islamic and Christian states passed through a long period of coexistence - a period which began as a guerra fria (cold war) to use the words of the thirteenth century Spaniard, Don Manuel, and ripened into a relationship conducted on the basis of equality and mutual interests. In 1535 there occurred a landmark event - the treaty of 1535 between Suleiman the Magnificent and the King of France laying down the principles of peace and mutual respect - terms offered also by articles 1 and 15 to other Christian princes willing to accept them (Khadduri, in Proctor, 1965, p. 34). This was a clear acceptance of international relationships based on peace and on the very principle pacta sunt servanda which Grotius was seeking to universalise. Islamic learning on this very matter, which was one of the basic teachings of Islam, was close indeed to the heart of Grotius' doctrine. With his vast erudition could he have failed to perceive it?

(xii) Grotius was considered by the Dutch authorities of the time to be “a high authority on Indian affairs” (Clark, 1935, p. 60) and had written a masterly survey of Dutch progress in the East Indies which had appeared in the Annales. He had also written his De Jure Praedae arising from his interest in the prize matter mentioned above. For his expertise in these matters he was selected by the States-General to represent the Dutch East India Company in the negotiations that took place in London in 1613 on the respective trading rights in eastern waters of the British and Dutch East India companies - a negotiation which the Dutch based largely upon the rights accruing to them from trading treaties with the Muslim sultans who ruled in the Malay archipelago, Grotius, as the recognised expert on these rights, must have dipped into such Islamic international and treaty law as he could find, e.g. in regard to treaty rights with the Sultan Ternate, about which there was much discussion at the London negotiations. Indeed it was Grotius who presented the Dutch case in a long speech at an audience before King James who at that stage was attempting to handle British foreign affairs personally. See generally Clarke (1935) on Grotius' mission to London on behalf of the Dutch East India Company.

Islamic international law became relevant to such negotiations in another way as well, for the more powerful Islamic sovereigns such as the Moghul emperors were averse to binding themselves by treaty to foreigners in respect of trading matters, for treaties involved compliance under Islamic law and they preferred to preserve their freedom of action by issuing imperial firmans or grants of trading rights unilaterally. The significance of such settled diplomatic practice could not have been lost on Grotius, or indeed on any of the major negotiators or jurists involved in eastern affairs.

(xiii) It is known that Grotius was in regular correspondence with Admiral Cornelis Matelief de longe on the policy that should be pursued by the Dutch in eastern waters (Clark, 1935, p. 61). To advise the admiral on the course he should pursue, especially in relation to the Muslim sultans and treaties with them, it would have been necessary for Grotius to dip into some sources of Islamic legal knowledge.

(xiv) The documents prepared by Grotius for the London negotiations argued that the treaties with the Muslim sultans about spices were fully in accord with natural equity and the law of nations (Clarke, 1935, p. 77). He argued that the natural law gave peoples liberty to make their own treaties and that the “Indians” were bound by the fact of their consent to give the Dutch a trading monopoly. The fact that honouring of contracts is a fundamental tenet in Islamic law is not likely to have been overlooked. The fundamental questions involved in the London discussions were the rights of extra-European states and of European states in relation to trade and treaties with them (Clarke, 1935, p. 81). The British reply to the Dutch case of treaty rights was that such treaties were not legally effective (Rubin, 1968, p. 120).

(xv) It is to be noted that the question of the validity of treaties and trading arrangements between Christian and non-Christian nations was the subject of contemporary and even later juristic debate. Gentili, for example, (1933, p. 31A), was of the view that such treaties were valid and so was Vattel (1916, p. 122). Robert Ward (1973, p. 332) was critical of these treaties on the basis that they “had the effect of amending the law of nations”. For a reference to this controversy see Singh, (1973) pp. 115-16. In arguing for the validity of such arrangements Grotius would necessarily have consulted the Spanish authorities as well as such literature he could lay his hands on, regarding the attitude to treaties of the legal system of the other contracting parties, namely the Islamic law.
Negotiation by European rulers with Islamic sovereigns had been taking place for some time. For example, we have records of the letter of Queen Elizabeth to the Emperor Akbar of India – “the most invincible and mighty prince Lord Echebar (Akbar)” - requesting him to receive her subjects favourably and grant their request for trading privileges (Singh, 1973, p. 115). A similar letter was addressed by King James to Akbar after Akbar's death (which was as yet unknown in London) (Dodwell, 1929, p. 77). The Islamic law background to such negotiations could scarcely be described as irrelevant to all this activity which was taking place in Grotius' time and in the midst of which he was one of the chief counsellors.

(xvi) One of Grotius' predecessors, whose influence Grotius acknowledges, was the Spanish Dominican, de Victoria. The preface to a recent reprint of de Victoria's work (Nys, 1964) examines the various Spanish writers on international law who wrote before Victoria and must necessarily have influenced him. Among them was King Alfonso X of Castile, whose Las Siete Partidas of 1263 has been described as “A monument of legal science, curious alike for the number of topics treated, and for what one might call the precocity of a great number of its provisions which really are far in advance of the time when they were put forth” (Nys, 1964, Introduction, p. 62). Nys continues:

The Siete Partidas deals with ecclesiastical law, politics, legislation, procedure and penal law; the law of war is the subject of extremely detailed regulations. In the second Partida some chapters are given to military organization and to war. As regards war, much is borrowed from the Etymologiae of St. Isidore of Seville ... and in many respects the influence of Mussulman law is very apparent. Maritime law is also dealt with.

It is known, for example, that the rules in the Sieta Partidas that booty should be delivered to the authorities for distribution and that the treasury keep one-fifth of it were adopted from the Islamic law (Nussbaum, 1954, p. 52).

(xvii) Reference must be made to St Thomas Aquinas, himself a Dominican who wrote on the law of war and gave form to the rather inchoate views held till then in the Christian world in relation to war. His views on lawful conduct in war have made a lasting impact upon Western international law and must, of course, have heavily influenced Victoria. We have pointed out elsewhere that Aquinas was very familiar with the Arabic writings, especially of Averroes, from whom he drew heavily in composing his Summa Theologica. The Islamic principles relating to the laws of war were certainly not a closed book to him in forming his views on just conduct in war and must have had their impact on Victoria and in turn, even indirectly, on Grotius. Indeed there is direct reference in Grotius' work to the writings of Aquinas (e.g. Chapter 7.33 of De Jure Praedae).

(xviii) We must note also that Grotius was preceded not merely by one Spanish theologian who wrote on the laws of war, but by many, such as Suarez and Ayala and others going all the way back to King Alfonso and beyond. All those writers wrote against the background of a dominant Islamic culture and could not have been unaware of or uninfluenced by it. For example, Suarez was born in Granada in 1548, barely half a century from the time when it was the last stronghold of the Moorish kings in Spain. Suarez' De Legibus appeared in 1612 and there is reason to believe that Grotius read it with interest and was influenced by its seminal ideas. On the influence of Suarez on Grotius, see Scott (1939) pp. 17a-21a. “In any event, whatever his motives might have been”, says Scott, the distinguished former President of the American Institute of International Law, “the fact remains that the great Dutch jurist was acquainted with the De Legibus or he would not have cited it. And in view of this fact and the marked similarity between certain of his own concepts and those of the Spaniard, it is difficult to believe that in preparing his treatise On the Law of War and Peace, Grotius failed to avail himself fully (though without due acknowledgement) of Suarez” masterly treatment of natural law and the law of nations.' (Scott, 1939, pp. 20a, 21a).

(xix) It must be noted, finally, that medieval European libraries carried the Arabic treatises on law. Charles S. Rhyne, President of World Peace Through Law, in his treatise on international law (1971, p. 23) notes this fact in observing that Islamic Law made substantial contributions to international law and theory. He notes also that Western scholars such as Victoria, Ayala and Gentili came from parts of Spain and Italy where the influence of Islamic law was great; that great jurists and theologians like Martin Luther studied Arabic; and that Grotius recognised the humanitarian laws of war of the so-called “barbarians”. It is to be noted also that Suarez makes free use of a range of prior Spanish writers and that there are frequent references to King Alfonso's Las Siete Partidas, which as pointed out earlier, reflected very clearly the influence of Islamic law (for numerous references to Las Siete Partidas see Scott, 1939).

The question, of course, remains: why in the extensive writings of these various publicists are the direct references to Islamic law so scant? There are copious references to the Old and New Testaments, to Roman and Greek wars and episodes and to the classical writings of Greece, Rome and Judaism, but scarcely any to the Islamic sources.

It is submitted that the answer is not far to seek. In the intensely Catholic and Christian atmosphere in the midst of which those writers - all deeply committed Christians - wrote, Islamic works could not possibly be cited as authority. It would have been not merely lacking in authority but counter-productive as being heretical and a source which Christians ought not to accept. Seeking legitimacy for these views in a Christian world which was drifting further away from Islamic and Arab culture, it was not surprising that they distanced themselves both consciously and unconsciously from these sources.

Although the specific sources came to be more and more remote, the juristic principles, the classifications and the range of concepts contained in the Islamic texts were becoming integrated into the corpus of later writing. It is submitted that there is sufficient intrinsic evidence of this linkage to make out a case worthy of further investigation.


Referanslar:

[1] C. G. Weeramantry, Islamic Jurisprudence: An International Perspective, MacMillan Press: Hong Kong, 1988, s. 149-158