20 Şubat 2008 Çarşamba

"Sultan Sofraları"

Stefanos Yerasimos’un (1942-2005) 15. ve 16 yüzyılda Osmanlı Saray mutfağını konu alan Sultan Sofraları eseri, Osmanlı’nın idari ve askeri yönlerine odaklanan günümüz tarihçilerin eserlerinden ayrı bir özellik taşıyor. Eser güzel bir araştırmanın eseri olarak ortaya çıkmış ve içerisinde 15. yüzyıl Saray mutfağına ait olduğu sanılan yemek tarifleri var.

Yazar, eserin giriş bölümünde, mutfak kültürü üzerine kısa tarihi bilgiler sunuyor. Bunlardan derlediklerim:

16. yüzyıl İstanbul’undaki evlerin ancak yüzde altısında mutfak bulunurdu. Bunun esas nedeni, ocak yakmak için yapılan harcamaların yüksek olması ve bundan dolayı da halkın seyyar aşçılardan daha uygun ucuza yemeklerini alabilmesidir.

O devirde İstanbul sofralarında etin yeri önemliydi. İstanbul et ihtiyacı Tuna ötesinden getirtilen koyunlarla temin edilirdi. 1593-1606 Osmanlı-Avusturya savaşlarında Eflak ve Boğdan’ın isyanından sonra, Tuna ötesinden istenilen miktarda koyun getirilemeyince, Osmanlı yönetimi et fiyatlarını serbest bırakmak zorunda kaldı ve et fiyatları çok yükseldi. Bunun sonucunda, yemek kültüründe önemli değişiklikler oldu. Et kullanımı azaldı ve dolma ve zeytinyağlı yemekler gelişti.

Söz etten açılmışken, bu işi temin eden celeplerin çok kâr ettiğini sanmayın. Belki günümüzde olsa ederlerdi. Bilakis, Osmanlı idaresi, koyunları getiren celeplerin kayba uğramaları pahasına, et fiyatlarını aynı düzeyde tutardı. Böyle bir ortamda kim celep olmak ister ki? Osmanlı, devlete karşı borçlu olanları zorla celep olarak tayin ederdi.

Söz yemekten açılırda, sıra içkiye gelmez mi? Yazar, ne yazık ki, bu konuya Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci’nin cevap yazdığı Nevzuhur tarihçi gibi yaklaşmış. II. Mehmed ve II. Selim için peşinen kanıtların mevcut olduğunu söylemiş. Sonra, II. Selim’in ve Fatih Sultan Mehmed Han’ın bir şiirinden yola çıkarak onların da aynı yolda olduğunu ispata kalkışmış. Eh artık gülelim mi ağlayalım mı? Keşke yazar ölmemiş olsaydı da, Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci’nin yazısını okumuş olsaydı. Belki bu fikrinden rücu’ ederdi. [Konuyla ilgili detaylı bilgi edinmek isteyenler, Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci’nin 2007 Aralık Yeşilay Dergisinde yayınlanan “Osmanlı Sultanları İçki İçer miydi?” başlıklı yazısını okuyabilir.]

Osmanlı’yı sadece savaş meydanlarında veya milletleri yönetmekteki maharetlerinde aramaya kalkışmak, onlara karşı çok büyük bir haksızlık olur fikrindeyim. Dilerim böyle eserler çoğalır da Osmanlı’yı mutfağıyla, sanatıyla, âdetleriyle, giyimiyle, günlük hayatıyla, kısacası sosyal, kültürel ve sanatsal alanlarda daha iyi tanımış oluruz.

7 Şubat 2008 Perşembe

"Latince'ye Çevrilen Bilimsel İslam Eserleri"

Fransa'nın önde gelen araştırma merkezi CNRS'da çalışan Tony Levy ile yapılan bir röportajda, İslam dünyasında üretilen ilmî eserlerin Latince'ye tercüme edilmesi mevzusunda şöyle demektedir [Latince'ye Çevrilen Bilimsel İslam Eserleri (VCD),  Digital Kültür, İstanbul, 2002]:

12. yüzyıl aynı zamanda bilimsel ve felsefî dilin Arapça'dan Latince'ye geçiş dönemi olur. Arapça ve İslam kültürü Hristiyanlar arasında hiç beklenmediği oranda yayılmıştı. Avrupa dillerinde yazılmış neredeyse hiç bilimsel eser yoktu desek yanlış olmaz. Ancak bu durum 12. yüzyılda değişmeye başlar. Çeviri çalışmalarının iktidarlar tarafından da desteklenmesiyle Arapçanın yerini Latince almaya başlar. Bu ilk dönemde karşımıza iki yazar çıkar. Bunlardan biri Alman kökenli Herman Carinthia, diğeri Latin kökenli Chester'li Robert'dir. Bu iki yazar o dönemde önemli rol oynar. Herman ve Robert bir araya gelerek 11. yüzyılın ilk yarısında bir çok bilimsel eseri Arapça'dan Latince'ye çevirirler. Astronomiden tıbba, metafizikten felsefeye kadar bir çok eser çevrilir.

Biraz daha batıya gittiğimizde Barcelona'da bir tür Yahudi-Hristiyan ortaklığı ile karşılaşırız. Bu iş birliğinin amacı Arapça'nın Latince'ye uyumunu kolaylaştırmaktır. Burada çalışan yazarlardan birini hatırlamak gerekirse ilk aklıma gelen kişi Yahudi bir yazar olan Abraham Bar Hiyya. 11.yüzyılın sonu ile 12. yüzyılın başlarında Barcelona'da yaşamış olan bu yazar bir çok esere imza atar. Ancak en önemli eseri Kuzey Avrupa'da ve Pirene'nin yükseklerinde yaşayan ve Arapça bilmeyen Yahudilere Arapların geliştirdiği bilimleri aktaran bir yapıttır. O dönemdeki kitaplar çok ilginç kitaplardır. Zira birçoğunun ilk bölümünde şöyle şeyler yazar: "Kendimi İslam eserlerini okumaya adadım", "Kendimi İslam eserlerini çevirmeye adadım", "Kendimi İslam eserlerini uyarlamaya adadım". Bunlar o anda öylesine yazılmış basit cümleler görülebilir. Altı çizilmesi gereken bir şey varsa, o da 12. yüzyılda daha işin başında olunduğu ve Arapça'dan çevirilerin yoğun bir şekilde gündemde olduğudur.

1146 yılında Papa III. Eugenius Kudüs Krallığı'na yardım etmek için yeni bir haçlı seferi başlatır. Bu kez savaşa Fransa kralı 7. Louis ve Alman kralı 3. Konrad da katılır. Ancak kutsal topraklarda yaşanan bu savaş Endülüs'de devam eden çeviri çalışmalarını asla yavaşlatmaz. Tam tersine Avrupalılar, Arapların keşfettiklerini yeniden keşfetmeye hız verirler.

11. yüzyılda Latince çevirmenlerinin en tanınmışlarından biri de Gerard de Cremon'dur. İsminden de anlaşılacağı gibi İtalya'nın Cremona kentinden gelmiştir ve Toledo'da Arapça'dan bir çok hatırı sayılır metni Latince'ye çevirmiştir. Yaklaşık 10 yıl Toledo'da kalmış ve 11. yüzyılın sonlarına doğru yaklaşık 60 eseri Arapça'dan Latince'ye çevirmiştir. Herşeyi çevirdiğini söyleyemeyiz. Ama o dönemde bu sayıda eser çevirmiş olmak büyük bir şey ve kesinlikle isminin kaybolup gitmesini hak etmiyor. Zira kendisinden sonra bir çok öğrenci yetiştirmiş bir isim olarak önemli bir köşe taşıdır. Onunla birlikte tıp, felsefe, filolojik eserler, kısaca herşey çevrilmiştir. Bu açıdan 12. yüzyıl, İslam bilimlerinin Avrupa'ya geçişinde önemli bir dönem olmuştur.