Zeki Velidî Togan Tarihte Usûl [İstanbul, 1981] adlı eserinde, tarih usûlünü güzel anektodlarla anlatmaktadır. Günümüzün tarihçisi veya tarihçi geçinenleri acaba tarih ilminin usûlünü ne kadar biliyor ve ne derece uyguluyor?
Müsteşriklerden Denison Ross 1935 ikinci Türk Tarih Kongresi'nden ve 1929'da Önasyada yaptığı seyahatinden aldığı intibalarını anlattıktan sonra Garbın fikir sahasında faikiyetinin artık ebedileşmiş olduğunu ileri sürmüş ve şunları demiştir: “Şark bizden teknik ve metod öğreniyor; fakat onun bütün teşebbüslerine istikamet vermek, onun yaşadığı ülkelerin haritalarını çizmek, onun tarihine, bugünkü hayatına ve mesaisine kıymet biçmek daima Garbın elinde kalacaktır. Lâtin alfabesini kabul eylemeleri şarklıların yalnız teknik değil, maneviyat sahasında dahi Batının rehberliği altında kalmalarını sağlayacaktır. Avrupa zihniyeti ve metodu Avrupalıların patentidir; şarklılardan münferid bazı şahsiyetlerin bunları kısmen yahut tam olarak benimsemesi bu vaziyeti değiştirmez.”. s. XVII
Denison Ross 1926’da Barthold İstanbul’da iken ona, bana ve ihtimal Fuad Köprülü’ye yazdığı mektuplarla “illa Lâtini alınız” diye ısrar etmiş ve 1929’da bu alfabe lehine propaganda maksadıyla Kahire, Şam, Bağdad ve Tahrana seyahat yapmış, fakat projelerini Kral Fuad’a ve Rıza Şaha kabul ettiremediğini The Asiatic Review’nin aynı sene Temmuz nüshasında neşrettiği makalesinde “Impressions from the Near and Middle East” anlatmıştı. s. XVIII, dipnot 2
Tarih tetkikatı, çalışma şartlarının mudiliği ve metodlu çalışmanın kıymet ve ehemmiyeti anlaşılarak yapılırsa ilmî kıymeti öteki ilimlerden mesela tabiat sahasındaki mesaiden hiç eksik olmaz. Tarihçinin işi çok müşkül ve tehlikelidir. Cüz’î bir dikkatsizlik neticesi bu yoldaki mesaî ilmî olmaktan çıkar, nihayet hayâl ve vehim mahsulü olur kalır.…. Herhalde tarih, ilim olmakla beraber, kendisiyle meşgul olan zevatın temayüllerine pek fazla maruz kalabilen bir ilimdir. s. 15
Tarih ancak ilmî haysiyetli şerefli bir ilmdir. Bu itibarla fevkalade hassastır. Bunun için de o vakaları zorlamayı sevmez. Ayrı şahıslar tarihi zorlar, onu tahrif eder yahut vakaları tarafgirâne bir suretle izah edebilir; fakat bir devletin, bir hükümet ve bir milletin ilmî müesseseleri bu yola girerse tarih tetkiki felce uğratılmış olur. s. 18
Hakikaten tarihi yaşadığımız güne kadar getirerek öğrenmemek büyük bir hatadır. Tarihi asla öğrenmeyip onu ihmal etmek ise cehalet ve hamakatin [ahmaklığın] en bariz tecellisi demek olur. s. 19
Umumî tarihi zamanımızda olduğu gibi, Garbî Roma imparatorluğunun 476’da sukutuna (veyahut Büyük Konstantin zamanına 306-337) kadar Eski çağ, İstanbul’un Türkler tarafından 1453’de fethine (yahut Amerikanın 1492’de keşfine) kadar Orta çağ, bundan sonrası Yeni çağ olarak üçe taksim, Almanya’da Halle Üniversitesi profesörü Christoph Cellarius (1644-1707) tarafından yapılmıştır. Bu taksim ancak Avrupa tarihi esas ittihat olunmuştur…. Asya, Amerika ve Afrika’daki büyük medeniyetlerin tarihi cihan tarihi çerçevesine girdikten sonra bu taksimatın gayri ilmî olduğu anlaşılmış, başka taksimat yapılması lüzumu daima söylenmiş ve bir çok projeler de ortaya atılmıştır. Buna rağmen insanlar yine öteki taksimatta kalıyorlar. Çünkü o nihayet bir çerçevedir; onun istimal olunmasından tarih ilmine büyük bir zarar gelmemektedir. s. 26
Orta çağda yaşayan bir arab, bir emirin namına kaside yazarsa baş tarafında bir mahbubeye yazılabilecek tarzda bir uzun muhabbet mukaddimesi yazardı. Bu onların âdetleridir. Biz buna bakarak, şair ile o emir arasında bir muâşaka olduğunu zannetmemeliyiz. Hayatında ağzına bir defa olsun rakı almayan bir çok mutasavvıfların fikirlerini, Allah’a takarrub maksadıyla yazdıkları şiirlerini gûya bir sarhoş gibi, hamr ve şaraba ve bardağa hitableriyle ifade eder. Bu gibi bize yabancı olan cemiyetlerin ruhiyat, hissiyat ve ifade tarzlarını anlayarak onların sözlerini tahrif etmeden, bugünkü zihniyetlere uygun bir surette ve dürüst bir şekilde bugünkü lisanla anlatabilmeliyiz. s. 33-34
13. asırda Horzem’de telif olunan bir fıkıh kitabının, mesela Künye [Yazarı Necmüddin Ebu’r-Recâ Muhtâr b. Mahmud el-Ğazminî olan eserin tam adı Kunyetü’l-Munye li Temîmi’l-Ğunye veya Kunyetu’l-Fetâvâ’dır. El-Ğazminî, Harizm kasabalarından birine nisbedir.] kitabının, 14. asırda Altunordanın Sırderya havzası şehirlerinden birinde yazılan nüshasını alalım. Bu eser içindekiler itibariyle bir Hanefi fıkıh kitabı olmakla beraber burada mezkur, 13. asırdan sonra ölmüş olan eski Horezm dilinden bir çok numuneler vardır. Bu itibarla bu eser münkariz olmuş bir eski kültürün ve bir lisanın hazinesidir. Kitabın içerisinde yerli ziraat hayatına ve iktisadî hayata, halkın örf ve âdâtına ait bir çok notlar vardır. s. 66
Şimdi de tarihte usulün asıl mayası olan ve onun bel kemiğini teşkil eden meseleye geldik. İntikadın (kritik) vazifesi, önümüzde bulunan bir kaynağın bir hâdise hakkındaki şahadetinin ve bundan çıkarılan neticenin hakikate mutabık olup olmadığı meselesini incelemektir. İntikad iki türlü olur: a) bir kaynağın hâdiselere ait ifadelerinin bir şahadet sıfatıyla kabule şayan olup olmadığını tetkik etme, ki buna dış intikad (kaynaklar intikadı)… deriz; b) kaynak ifadelerinin hâdiseye ait şahadet sıfatıyla karşılaştırılarak ve kontrol ederek kıymetlerini biçmek ve ispat kudretlerini tesbit etmektir ki buna iç intikad (vakıalar intikadı) deriz. s. 75
Bir eserin kıymetine ait hükmü verirken tarihçi kendisini filhakika bir hâkim gini telakki etmelidir. Yani kaynakların ifadeleri, onların karakteri, şayan-ı itimad olub olmamaları, hangi muhitte ve hangi şeraitte yazılmış olmaları bakımından, ayrı ayrı tetkik edildikten sonra kaynakların ifadelerindeki tezadlar, varsa onların nereden geldiği hususunu tayine ehemmiyet verilecek, ancak şahid sıfatı ile dinlenen bu kaynakların ifadeleri karıştırılarak ölçüldükten sonra hüküm verilir. s. 100
Tarihin ancak vakanüvislerden ve diğer yazılı vesikalardan tam olarak öğrenileceğini zannederek bütün himmeti o tarafa hasretmek büyük bir dalâlettir. s.109
Türlü his ve temayüllere malik bir insan camiasına mensub bir tarihçi, aynı derecede türlü his ve temayüllere tâbi kalan diğer insan kütlelerinin, kendi camiasının dostu yahut düşmanı olan diğer camiaların hayatına ve fikirlerine ait hükümler verecektir….. Bütün bunlar nazarı itibara alınırsa, insanların tarafsızlığının nisbî (relativ) olduğu meyada çıkar. s. 114
Ciddi tahlile dayanmayan genelleştirmeler daima esassızdır. Mamafih usulünü bilerek yapılan, ihtiyat kaydıyla, hakikat ve faraziyenin nerede başlayıp nerede bittiğini kendisi bildiği gibi okuyucularına da bildiren büyük tarihçilerin genelleştirmeleri ilimde geniş görüş ufukları açılmasına sebeb oluyor. Avrupa ve cihan tarihi bakımından çok muvaffakiyetli genelleştirmeler yapan âlimlerden Leopard Von Ranke [17795-1886] ile Edward Meyer zikre değer. s. 119
Şafiî fakihlerden Taceddin Ebû Nasr Abdulvehhâb ibn Takiyeddin es-Subkî (ö. 1370) Şafiî fakihlerinin hal tercümelerine ait yazdığı eserlerine “tarihçiler için kaide” diye bir fasıl yazmıştır [Tabakâtü'ş-Şâfi'iyyeti'l-Kübrâ, cild I, Mısır]. Büyük âlim olan babası Takiyeddin es-Subkî’nin de fikri olduğunu tasrih ettiği mütalealarına göre, tarihçilerden bir çoğunun bazı insanları medh, diğerlerini zem ederek, taassup ile, aynı zamanda, doğru ve yalanını fark etmeden rivayete inanarak, yazdıkları eserler kıymetten mahrumdur. Tarihçi,
- Bitaraf ve sözünde sadık olmalıdır
- Başkalarından sözler naklederken harfiyen nakletmeli, rivayetlerin ancak manasını alıp kendi beğendiği ibarelerle yazmamalıdır.
- Başkasından rivayetler naklederken bunun doğru ve yalanlığını müzakere ederek(yani intikada tabi tutarak) almalıdır.
- Haber ve rivayeti kimden naklederse o ravinin ismini muhakkak zikretmelidir. s.156
İbn Haldun, asıl eserinde bir rivayetçi olmaktan ayrılmamışsa da, mukaddimesinde serdettiği felsefi ve içtimai bahislerde vekayiin sebeb ve müsebbib sıfatıyla bağlılıklarını arayan ve tarihte intikad yolunu takibenden bir âlimdir. Tarih yazısında intikada dayanan pragmatik bir yol tutmuş olan İbn Haldun, bu fikirleri eski Yunanlılardan almış değildir. Fikirleri kendi ictihad ve müşahedelerinin mahsulüdür. Ona göre “tarih ilmi milletlerin ve kavimlerin, üzerinde çalışarak, inkişafında rekabet ettikleri bir sahadır. Çünkü tarih, zâhiri görünüşünde, eski zamanlara ve devletler ait haberlerin naklinden ibaret gibi ise de, hakiki, Batınî cephesiyle, o insan için tefekkür ve tahkik meydanı olmuştur. O kainattaki hâdiselerin zuhurunun illet ve mebdelerini inceler, hâdiselerin vuku keyfiyetinin sebeblerini derinliklerde arar; bu yüzden tarih, hikmetin (felsefenin) temelidir”. s. 158
Teşekkürler
YanıtlaSil