5 Haziran 2011 Pazar

İmam Gazali'den Önce Mantık İlmi


Önceki yazılarda, İmam Gazalî'nin (v. 1111) el-Mustasfa kitabına atıf yapılarak “Mantığı tam olarak bilmeyen, ilmine güvenemez” cümlesi kullanılmıştı [1]. Kendi ilmine itimad edemeyenin ilmine de itimad edilmez. Ayrıca mantık ilminin İmam Gazali'den itibaren Müslüman ilim yolcuları için “farz-ı kifaye” kabul edildiğinden bahsedilmişti.


Mantık ilmine bu kadar ehemmiyet atfettikten sonra, şu sual hatıra gelebilir. İmam Ebu Hanife (v. 150/767), İmam Malik (v. 179/795), İmam Şafii (v. 204/820), İmam Ahmed bin Hanbel (v. 241/855) gibi müctehid hukukçular zamanında, bilindiği kadarıyla, mantık ilmi müstakil olarak tedris edilmiyordu. İmam Gazalî'nin yukarıda zikri geçen ifadesi, bu âlimler için geçerli midir?


Mevzuya girmeden evvel mantık ilmini ve faydasını izah etmek gerekir. Mantık, temelde zihnin açık vermeden işleyebilmesini sağlayan bir ilimdir. Bunun için mantık ilminin ıstılahlarını değil, işaret ettiği temel prensiplerin farkında olmak ve bunlara uymak gerekir. Mantık ilminin faydası, bu yasaların birer ıstılah haline dönüştürülmesi, devrin ilim diline uygun biçimde formüle edilmesi ve küçük yaştan itibaren talebelere bu yasalar konusunda bir dikkat telkin etmektir. Şayet bu yasalar ıstılahlaştırılmasaydı, bunlar tedrisata taşınamaz, öğrencilere rahatlıkla öğretilemezdi. Bu yasalar insan fıtratında bir düşünme dengesi, düşünme refleksi olarak bulunsa bile ifadesi, tartışılması ve tedrisata konu kılınması bunların ıstılahlaştırılmasını, formüle edilmesini, yani bir ilim olarak tedvin ve tasnifini zaruri kılmaktadır. Bu ilim tedvin edildikten sonra hem tedrisata açıldı hem de özellikle münazaralarda bir kriter olarak kullanıldı. Tarafların doğru ve tutarlı biçimde görüş beyanında bulunmaları konusunda hakemlik vazifesi gördü.


İslâmî ilimlerin tedvin asrında (VI ve VII asırlar), önceleri yoğun olarak sözlü rivayete dayanan İslam Kültürü [2], yazılı ve dirayete dayanan kültür hâlini almıştır.  Bu dönemde nahivci (dilbilimci) mütekellim (kelâm âlimi); mütekellim ise nahivci; fakih (fıkıh âlimi/hukuk bilgini) de aynı zamanda nahivci ve mütekellim idi [3]. İslamiyetin ilk senelerinden itibaren lisana verilen ehemmiyet, İslam ilim geleneğinde de tesirini göstermiştir [4]. Bundan dolayı İslam ilim geleneğinde tahsil lisan ile başlamaktadır. Dil (Arapça) üzerinde ihtisaslaşmadan tefsir, hadis, fıkh ve kelâm ilmine başlanamazdı. Çünkü bu ilimlerde kullanılacak nakli delillerin dili Arapçadır. Özellikle aslî kaynaklardan Kuran-ı Kerim'in belagat ve i'câzı ve Hazret-i Peygamberin sözlerinin (hadîs-i şeriflerin) cevâmiü'l-kelim (az sözle çok mana ifade etme) ve veciz özelliğine sahip olması Arapçada derinleşmeyi gerektiriyordu. Fıkıh ilminde, aslî kaynaklarda mevcut olmayan hükümler kıyas yoluyla hükme bağlanır. Bu bir ictihad faaliyetidir. Bunu yapan âlimlere de müctehid denir. Müctehidler hüküm çıkarmada tayin ettikleri usullere göre hareket etmektedirler. Bu usuller, usul-i fıkh ilmini, yani metodolojiyi oluşturur. Fıkh usulünde hükmün inşa edildiği delillerin büyük kısmı nass'lardan yani Kuran-ı Kerim ve hadis-i şeriflerden elde edildiğinden, fıkıh önemli ölçüde nahv (sentaks) ve sarf (morfoloji) ilimlerinden faydalanmaktadır. İctihad faaliyeti, mevcut delillerin aklın son noktasına kadar kullanılmasına istinat eder. Bu da sağlam bir mantık altyapısı gerektirmektedir.


İslam medeniyetinin lisana bu kadar ehemmmiyet vermesi ve bu sayede elde ettikleri [5],  Yunan mantığı ile ilk karılaştığında onu tenkit süzgecine tâbi tutabilmesini de sağlamıştır. Bu cihetten dil-mantık arasındaki irtibat günümüze kadar incelenegelmiştir. Ebu Said es-Sayrâfî (v. hicrî 368) ile Mettâ b. Yûnus arasıdaki meşhur münazarada, Sayrâfî Arap dili ve nahvini (gramerini) bilen insanın mantığa ihtiyaç duymayacağını iddia etmişti [3, s. 532]. Aslında nahivcilerin yaptığı gramer analizinden daha fazlasıydı. Gramerden manaya geçiş üzerindeki mesâileri, onları mantıkî temellerin inşasına sevk etmişti [6]. Mantığa ilk zamanlardaki bu soğuk bakışın sebebi, mevcut İslam Kültürünün, tercüme hareketiyle [7] gelen bir mantık ilminden elde edileceklerden yoksun olmayışıdır.  A System of Logic adlı kitabın yazarı İngiliz filozof Stuart Mill (1806-1873) dili mantığın temellerinden görür [8]: “Dilbilgisi mantığın en temel parçasıdır. Düşünme sürecinin analizinin başlangıcıdır. Dilbilgisi esas ve kaideleri, dilin formlarını düşüncenin külli formlarına uyumlu hale getiren araçlardır. Sözün muhtelif kısımları, isimlerin halleri, fiillerin kip ve zamanları ve sıfat-fiilerin fonksiyonları arasındaki ayırımlar, sadece kelimelerdeki değil düşüncedeki ayrımlardır. […] Her cümle yapısı Mantık’ta bir derstir”. Mill'in dil-mantık üzerindeki görüşü nahivcileri destekler mahiyettedir.


Tercüme hareketiyle dışarından gelen mantık ilmine karşı sergilenen soğuk tavır, bu ilmin kendisine olmayıp, bu ilmi getirenlere idi. İmam Gazalî'nin Tehâfütü’l-Felâsife kitabında yazdıklarına bakılırsa, Müslüman âlimlerin mantık ilmine yabancı olmadığı anlaşılıyor. Gazalî mantık hakkında şunları yazmaktadır [9]: “Evet, filozofların mantığı iyi bilmek gerektiği  görüşü doğrudur; ancak mantık filozoflara özgü bir şey değildir. O sadece bizim kelâm ilminde 'kitâbü'n-nazar' adını verdiğimiz bir yöntemdir. Fakat onlar bu lafı abartarak 'mantık' şeklinde değiştirmişlerdir. Bazen biz onu 'kitâbü'l-cedel', bazen de 'medârikü'l-ukûl' adıyla anarız. Kıt akıllı olduğu halde zeki görünmek isteyen biri, mantık adını duyduğu zaman onun, sadece filozofların bildiği, kelâmcıların ise bilmediği ilginç bir ilim olduğunu zanneder”.


Sözün kısası, ilk dönem Müslüman âlimleri birer ıstılah olarak mantık bilgisine sahip olmasalar bile, temel yasaları ve kıstasları itibarıyla mantığa vâkıf ve onu kullanıyor idiler. Onların dile/lisâna dair yoğun mesâileri ve geliştirdikleri fıkıh usulü ilmi, mantığa vukufiyetlerindeki en dikkate değer delillerdendir [10].



Referans ve Dipnotlar 


[1] İmam Gazali, el-Mustasfâ min 'ilmi'l-usûl, Bulak Baskısı, Beyrut, H. 1368, s.10. Kitap türkçeye terceme edilmiştir. el-Mustasfa (İslam Hukukunda Deliller ve Yorum Metodolojisi), Trc. Yunus Apaydın, Kayseri, 1994, s. 11.  İktibas edilen cümlenin geçtiği kısım Mustasfa'nın Mukaddimetü'l-Kitab başlığının hemen altındadır ve tercümesi şöyledir: “Bu mukaddimede  medâriku'l-ukûl (aklın işleyişi) ve bunların had (tarif) ve burhân'a münhasır olduğundan bahsedeceğiz. Ayrıca hakiki tanımın şartı ile hakiki burhanın şartını ve bunların kısımlarını, Mihakku'n-Nazar ve Mi'yâru'l-ilm adlı kitaplarımızda olduğundan daha özlü ve kısa olarak anlatacağız. Bu mukaddime, usûl ilmi cümlesinden olmadığı gibi, onun özel bir mukaddimesi de değildir. Aslında bu mukaddime, bütün ilimlerin bir mukaddimesidir ve bu mukaddimeyi tam olarak kavrayamamış kimselerin ilimlerine kesinlikle güven olmaz. Bu mukaddimeyi yazmamayı dileyen kişi, 'Birinci Kutub'un Kitab bahsinden başlasın. Usûl-u fıkh ilminin başlangıcı orasıdır. Bütün nazarî ilimlerin bu mukaddimeye ihtiyacı ne kadar ise, fıkıh usûlünün ihtiyacı da o kadardır”. 


[2] Hazret-i Peygambere gelen vahyin yazıldığı bilinmektedir. Aynı zamanda hazret-i Peygamberin sözlerinin de bazı sahabiler tarafından yazıldığı kaynaklarda geçmektedir.  Heysemî'nin Mecmau'z-Zevâid kitabında, Dârimî'nin Sünen'inde ve İbn Ebî Şeybe'nin Musannef'inde “kaydû'l-ilme bi'l-kitâbi” (ilmi yazıyla kayıt altına alın) hadis-i şerifi nakledilmektedir. Vahyin yazımıyla alakalı olarak bkz. M. M. el-A'zamî, The History of the Qur'anic Text from Revelation to Compilation (Vahyedilişinden Derlenişine Kur'an Tarihi), Trc. Ömer Türker ve Fatih Serenli, İstanbul, 2006, s. 105. Sünnetin yazımıyla alakalı olarak bkz. Ekrem Buğra Ekinci, İslâm Hukuku Tarihi, İstanbul, 2006, s. 29; Muhammed Accâc el-Hatîb, Es-sünne Kable't-tedvîn (Sünnetin Tesbiti), Trc. Mehmet Aydemir, İstanbul, 2005, s. 321; Muhammed Salih Ekinci, Hüccet Değeri ve Tedvin Açısından Sünnet, Trc. Metin Yiğit, İstanbul, 2004, s. 101; Abdulganî Abdulhâlık, Hücciyyetü's-sünne (Sünnetin Delil Oluşu), Trc. Dilaver Selvi, İstanbul, 2003, s. 279; Mustafa Es-Sıbâî, es-Sünnetü ve Mekânetüha fi't-Teşrî'il-İslâmi (İslam Hukukunda Sünnet), Trc. Kamil Tunç, İstanbul, 1996, s. 58.


[3] Muhammed Âbid el-Câbirî, Bünyetü'l-Akli'l-Arabî (Arap-İslâm Kültürünün Akıl Yapısı - Arap-İslam Kültüründeki Bilgi Sistemlerinin Eleştirel Bir Analizi), Trc. Hasan Hacak, Ekrem Demirli, Burhan Köroğlu, İstanbul, 2000, s. 18. Münazaranın detayı için bkz. D. S. Margoliouth, “The Discussion between Abu Bishr Matta and Abu Sa'id al-Sirafi on the Merits of Logic and Grammar”, Journal of the Royal Asiatic Society of Great Britain and Ireland, s. 79-129, 1905. 


[4] Lisana karşı hassasiyeti gösteren şu rivayetler manidardır: Bir defasında Hazret-i Peygamber'in huzurlarında lahn (i'râb hatası) yapan birisi hakkında "Kardeşinize doğrusunu gösterin. Zira o şaşırmıştır" buyurarak lisanda yapılan bu hatanın düzeltilmesi gerektiğini ifade etmişlerdir. Bir başka rivayette Hazret-i Ömer bir gün yoldan geçerken okla atış talimi yapan kimselerle karşılaşır. Hedefe isabet edememeleri üzerine, onları ikaz eder. Bunun üzerine onlar atış talimi yaptıklarını belirtmek amacıyla "nahnu kavmun muteallimîn" şeklinde hatalı bir ifade kullanırlar. Bunu duyan Halife: "Bence konuşmanızdaki  hatanız, atışlarınızdaki isabetsizlikten daha kötüdür. Zira ben Hazret-i Peygamber'den dilini düzelten kimseye Allah merhamet etsin dediğini duydum" der.  Başka bir rivayette Hazret-i Ömer, valisi Ebu Musa el-Eş'arî'den gelen bir mektupta i'râb hatası gördüğü için, çok öfkelenmiş ve valisinden katibini cezalandırmasını istemiştir. Nahv ilmindeki çalışmaların başlamasının en önemli sebeplerinden biri de bu gibi hataların yaygınlaşmasıdır. Daha tafsilatlı malumat için bkz. Mehmet Reşit Özbalıkçı, Kur'ân ve Hadîs'in Arap Gramerindeki Rolü, İzmir, 2006, s. 22-24.


[5] Muhammed Âbid el-Câbirî adı geçen eserinin  103. sahifesinde Muhammed el-Mübârek'in Fıkhu'l-luga ve hasâisu'l-'Arabiyye (Beyrut, 1975, s.278-279) adlı eserinden konuyla alakalı olarak şunları iktibas etmiştir: “Arapça'daki yapı ve kalıpların düşünsel ve mantıkî bir fonksiyonu vardır. [...] Örneğin fâil, mef'ul, zaman, mekân, sebebiyet, meslek, çıkarılan sesler, ortaklaşma, alet, karşılaştırma ve oluş isimlerinin hepsi için belirli kalıp ve yapılar konmuştur. Aynı şekilde bunlardan başka birçok anlam için de kalıplar konmuştur. Dolayısıyla lafız köklerinden herhangi biri bu kalıp veya yapılardan birine sokulduğunda bu kök, ilgili kalıbın taşıdığı anlama göre yeni anlamını kazanacaktır. Arapça'daki bu yapı ve kalıplar dildeki anlamları sınıflandırmayı ve bunlar içinde benzer olanları birleştiren bağları ortaya çıkarmakta, bu şekilde Araplar, mantığı ve mantıkî düşünüşü, dilleri sayesinde fıtrî/tabiî bir şekilde farkına varmadan öğrenmişlerdirler”. Ayrıca Osmanlı medreselerinde okutulan sarf ilmini konu edinen Maksud kitabının Müctehid İslam hukukçularından İmam Ebu Hanife'ye atfedilmesi manidardır. 


[6] Foucault, nahivcilerin, yani gramercilerin, mantık konusuna olan yatkınlıklarına Kelimeler ve Şeyler adlı kitabında temas etmektedir. Michel Foucault, Les Mots et les Choses: Une Archeologie des Sciences Humaines (Kelimeler ve Şeyler: İnsan Bilimlerinin Bir Arkeolojisi), Trc. Mehmet Ali Kılıçbay, Ankara, 2001, s. 140: Destutt de Tracy [Fransız filozof, v. 1836] bir gün, XVIII. yüzyıldaki en iyi Mantık incelemelerinin gramerciler tarafından yazıldıklarını fark etmek zorunda kalacaktır: bunun nedeni, gramerin hükümlerinin estetik değil de, analitik düzlemden olmalarıydı.


[7] Tercüme hareketi Halid b. Yezid b. Muaviye b. Ebî Süfyan (v. 86/705) döneminde başlamıştır. Bu dönemde tıp, kimya ve astronomi eserleri tercüme edilmiştir. Abbasîler dönemi halifelerinden Mansûr (v. 158/775) zamanında ise felsefî eserler de tercüme edilmiştir. İbnü'l-Nedim, hicrî 377 (m. 987) senesinde yazdığı el-Fihrist adlı kitabında İbnü'l-Mukaffa'nın (v. 139/756) mantığı Pehlevice'den tercüme ettiğini kaydeder.

[8]  John Stuart Mill, Inaugural address : delivered to the University of St. Andrews, Feb. 1st 1867, London, 1867, sayfa 15. Kitaba buradan ulaşılabilir. İfadenin orjinal hali: "It [Grammar] is the most elementary part of Logic. It is the beginning of the analysis of the thinking process. The principles and rules of grammar are the means by which the forms of language are made to correspond with the universal forms of thought. The distinctions between the various parts of speech, between the cases of nouns, the modes and tenses of verbs, the functions of participles, are distinctions in thought, not merely in words. […] The structure of every sentence is a lesson in Logic." 



[9] Gazâlî, Tehâfütü’l-felâsife (Filozofların Tutarsızlığı), Nşr. ve Trc. Mahmut Kaya, Hüseyin Sarıoğlu, İstanbul, 2009, s. 11.


[10] Noam Chomsky Language and Mind (Dil ve Zihin) adlı kitabının "Linguistics and philosophy" bölümünde filologlar ile filozoflar arasındaki benzerliğe dikkat çekmektedir:  "The methods and concerns of linguists and philosophers are similar in so many respects that it would be folly, I believe, to insist on a sharp separation of these disciplines, or for either to maintain a parochial disregard for insights achieved in the other - Filologlar ile filozofların kullandıkları metotlar ile ilgilendikleri konular birbirine o kadar benziyor ki, bu iki disiplini kesin çizgilerle birbirinden ayırmakta direnmek, ya da bunlardan birinin diğerinin elde ettiği başarıları dar bir bakışla görmezlikten gelmek delilik olur kanaatindeyim".  Noam Chomsky Language and Mind, 3. baskı, 2006, s. 147 (Dil ve Zihin, Trc. Ahmet Kocaman, Ankara, 2001, s. 237).

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder