18 Ocak 2011 Salı

İslam ve Bilim

Din ve bilim arasındaki ilişkide kavramların nasıl ele alındığı önem taşımaktadır. Bilim belli bir metodoloji ile deney, gözlem ve/veya matematiksel ifadelerle bir sonuca ulaşma gayretidir. Bu sürecin içinde olan bilim adamı, devamlı çalışarak elde edilen verilerin ne derece tutarlı olduğunu göstermeye ve yeni keşiflerin kapısını aralamaya çalışmaktadır. Bilim, durağan ve kesin değildir. Tam aksine devamlı değişir ve tenkidlerle bir önceki hatalar düzeltilir. Din ilimlerinde de belli bir metodoloji ile bilgiye ulaşılır. Bilimsel aktiviteden farklı olarak, bilgi üretimi rivayet esas alınarak yapılmaktadır. Yani deney ve gözlem yerine rivayet vardır. Elde edilen bilgiler belli bir metodoloji ile işlenir. Din adamı da bilim adamı gibi doğru bilgiye ulaşma gayretindedir. Bunun için elde ettiği bilgileri diğer bilginlerle müzakere eder veya bu bilgileri neşreder. Diğer bilginler ortaya konan bu bilgiler hakkında fikirlerini beyan ederek, bilgi üretme/edinme sürecine geri-besleme yaparlar. Unutulmamalı ki, hem dinî, hem de bilimsel bilgi üretme/edinmede akıl önemli bir rol oynamaktadır. Ortada bir bilgi edinme süreci var ise, bunu aklı soyutlayarak yapmak mümkün değildir.

İslam kaynaklarında sıkça geçen “İlimler, naklî ilimler ve aklî ilimler olmak üzere ikiye ayrılır. Din ilimleri naklî ilimlerden elde edilir” ifadesinde, ilk bakışta “aklî” ve “naklî” kavramlarının ayrı ayrı zikredilmesi, naklî ilimlerde akla yer olmadığını hatıra getirebilir. Halbuki tefsir, hadis, fıkıh ve kelam gibi dinî ilimlerde akıl önemli bir rol oynar. Burada hem sosyal hem de fen ilimlerinden istifade edilmektedir. Bu ilimleri kısaca ele alırsak: Hadis ilmi, belli şartları sağlayan bilgi aktarıcıların (râvi) dahil olduğu, zaman ve mekan olarak hayli geniş bir sosyal ağ (social network) üzerinde bilgi aktarımını (rivayet) ele alır. Böyle bir yapının teşekkülü ve denetlenmesi aklî faaliyete dayanmaktadır. Tefsir ilmi, kutsal metni rivayet (hadis-i şeriflere, sahabe ve tâbiun sözlerine dayanarak yapılan tefsir) veya dirayet açısından açıklamaya çalışır. Dirayet tefsirinde, öncelikle filoloji (dil bilimi) ve diğer ilimlerden istifade edilir. Kelam ilmi, inanç esaslarını naklî ve aklî delillere göre açıklar. Naklî deliller dinin asıl dogmalarını ifade eder. Aklî delillerin inşasında mantık, hendese (geometri) ve riyaziye (matematik) gibi ilimlerinden istifade edilir. Fıkıh ilmi, bahsi geçen ilimlerden istifade ederek ferdin hem Allah ile hem de diğer insanlar ile münasebetlerini düzenler. İslam ilim geleneği aklî ve naklî ilimlerin harmonisine dayanır. Bu geleneğin son halkası olan Osmanlı medreselerinde de hem naklî hem de aklî ilimler müfredata dahil edilmiştir (Medreselerde okutulan derslerle ilgili detaylı bilgi için bkz. [1]). Aklî ilimlerin İslam ilim geleneğinde vazgeçilmez bir unsur olduğu aşikardır. Bu gelenek üzere tahsil görmüş ve medreselerde hocalık yapmış olan Elmalılı Hamdi Efendi’nin (1878-1942) akliyât ve nakliyât hakkındaki görüşleri şöyledir [2]: “Her ilmin bir nakliyâtı, bir de akliyâtı vardır. Ne ulûm-i nakliye hasse-i akıldan azade, ne ulûm-i akliye hasse-i nakilden varestedir. Terakki mazideki kıymetlerden istiğna değil onları ta’dilât ve keşfiyât-ı cedide ile daha mütekamil kıymetlere iblâğ etmektir, tabir-i aharla servet-i eslâfa servet-i ahlâfı zammeylemektir”. Benzer bir düşünce Newton’un 1676 tarihli mektubunda kullandığı ifadede de geçmektedir [3]: “If I have seen farther, it is by standing on the shoulders of giants – Daha uzağı görüyorsam, bu devlerin omuzlarında yükselmem sayesindedir ”.

İslâm ilim geleneğinin en önemli özelliklerinden biri de fikir hürriyetidir. Bu gelenek içerisinde “ilim hocadan öğrenilir” düsturuyla yetişen (icazet alan) ilim adamları hocalarının birer tekrarlayıcısı olmamışlar; meseleler karşısında kendi fikirlerini de beyan etmişlerdir. Böyle bir ortamın teşekkülü, farklı görüşlere tahammülü gerektirmektedir. Fıkıh ilminde en üst seviyedeki ilim adamlarının talebeleri, hocalarından farklı ictihad etmişlerdir. Yani, meseleler hakkında ulaştıkları neticeleri beyan etmekten çekinmemişlerdir. Bunu Hindistan’da yetişmiş kelâm ve tasavvuf âlimlerinden İmam Rabbânî adıyla ma'ruf Ahmed Farukî Serhendî  (1563-1624) şu şekilde izah etmektedir [4]: “İmâm-ı Ebû Yûsüfün, ictihâd mertebesine yükseldikden sonra, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfeye uyması doğru değildir. Kendi re’yine uyması, İmâm-ı a’zama uymaması doğrudur. İmâm-ı Ebû Yûsüfün, (Kur’ân-ı kerîmin mahlûk olup olmamasında, Ebû Hanîfe ile altı ay çekişdim) dediği meşhûrdur. San’atların ilerlemesi, düşüncelerin birbirlerine eklenmesi ile olur. Bir düşünce ile kalsaydı, ilerleme olmazdı. Sîbeveyh [Fars asıllı dil bilimci. Günümüze ulaşan ilk Arapça nahiv kitabı El-Kitâb'ın yazarıdır. Bu kitap, Almanca’ya iki cild olarak tercüme edilmiştir. 796 senesinde vefat etmiştir.] zemânında olan Nahv bilgisine yeni buluşlar ve yeni görüşler eklenerek, bugün yüz kat fazla artmışdır. Fekat, bu ilmin temelini kuran odur. Üstünlük onundur. Herşeyin üstünü, kurucusudur. Yükseltmek şerefi ise, sonra gelenlerindir”.  Bir taşra uleması olan İmam Birgivî de, Osmanlı Şeyhülislamlarından Ebussuud Efendi'yi verdiği para vakıfları ile alakalı fetvası üzerine ağır bir şekilde tenkid etmiştir. Dinî ilimlerdeki bu fikir hürriyeti diğer sahalarda da pek rahat müşahede edilebilir.  

İslâm dininin hem itikadî (inançla alakalı) kısmı hem de amelî kısmı (emir ve yasaklar) sosyal bilimlerin yanında fen bilimlerine de katkıda bulunmuştur. İslâm dininin itikadla alakalı olarak “gaybın (geleceğin) ancak Allah tarafından bilinebileceği” kaidesi, astronominin astrolojiden ayrılarak müstakil bir bilime dönüşmesine sebep olmuştur. Kelâm ilminin meşhur iki ekolünden biri olan Eş’arîye mensub Kâdı Ebu Bekr Bâkıllânî (v. 1013) Kitâbü’t-Temhîd adlı eserinde o zamana kadar birbiriyle karışık olan astronomi ve astroloji ilimleri arasında açık bir ayırım yaparak astrolojiyi reddetmiş, astrologlara karşı cephe almıştır [5]. Benzer şekilde İmam Gazâlî (v. 1111)  İhyâu ‘ulûmi’d-dîn kitabında ilimlerin mezmûm edilmesinin (kötülenmesinin) sebeplerini açıklarken ilmin bizâtihi mezmum olmadığını üç sebebin birinden dolayı mezmûm olduğunu bildirmektedir. Bunlardan ikincisi: [6]: “Çok kere sahibine zararı dokunması bakımından mezmûm olur. İlm-i nücûm [yıldızlar ilmi] gibi. Bu ilim de zâtı bakımdan mezmûm değildir. Çünkü iki kısımdır. Bir bölümü hisâbdır. Kur’an-ı Kerîm, güneş ve ayın hisâb ile seyrettiğini nâtıktır: “eş-şemsu ve’l-kameru bi-husbân (Rahman suresi 5. ayet)”. Yine Cenâb-ı Hak buyuruyor: “ve’l-kameru kaddernâhu menâzile hattâ ‘âde ke’l-‘urcûni’l-kadîm (Yâsîn suresi 39. ayet)  - Ay’a da menziller takdir ettik. Nihâyet o eski hurma salkımının eğri çöpü gibi bir hâle dönmüştür”. Bir kısmı da ahkâmdır. … Şeri’at bunu da yermiştir. … Peygamber Efendimiz “Ehâfu ‘alâ ümmetî selâsen: hayfu’l-eimmeti ve’l-imânu bi’n-nucûm ve’t-tekzîbu bi’l-kaderi (İbn Abdülberr, Ebû Mihcen’den) – Benden sonra ümmetim için üç şeyden korkarım: imâmların zulmünden, nücûma inanmaktan, kaderi yalanlamaktan” buyurdular” [Bilim tarihi literatüründeki önyargılardan birine temas etmek için, yukarıda zikredilen İslâm bilginleri özellikle Eş’arî ekolünden seçilmiştir. Edward Sachau ve George Sarton gibi oryantalistler özellikle Eş’arî ekolüne mensub âlimlerin İslam dünyasındaki bilimsel ilerlemeyi engellediği iddiasındadırlar. Son zamanlarda bilim tarihi sahasında yapılan araştırmalar bu gibi iddiaların gerçeği yansıtmadığını göstermektedir]. Amel açısından İslâm, inananlara günde beş vakit namaz kılmayı ve belli zamanda oruç tutmayı ve kurban kesmeyi emretmektedir. Bu emirlerin belirlenen vakitlerde yapılması gerekmektedir. Namazı ele aldığımızda, kıblenin tayini ve namaz vakitlerinin belirlenmesi astronomi ilminin dolayısıyla matematik ve geometri gibi ilimler üzerinde İslam Medeniyetinde yoğun çalışmaların yapılmasına sebeb olmuştur. Tıb, hem ilm-i hadîs hem de ilm-i fıkıhta önemli bir yer işgal etmektedir. İlm-i hadîsde Tıbbün-Nebevî başlığı altında tıbla alakalı hadîs-i şerifler toplanmıştır. İlm-i fıkh insanın hayatının her safhasını düzenlediğinden, tıb ilmînden de istifade etmektedir. İmam Gazalî bazı yerlerdeki Müslümanların tıb ilmine rağbet etmemelerinden yakınmaktadır. İhyâ kitabında şöyle yazmaktadır [7]: “Nice memleketler vardır ki tabîbleri hâlâ zimmîlerdendir [İslam devletindeki gayr-ı müslim vatandaşlar]. Halbuki fıkhın tıb ile alâkalı husûslarında bunların şâhidlikleri makbûl değildir”.  “el-ilmü ilmân: ilmü'l-ebdan ve ilmü'l-edyan (İlim ikidir: Beden ilmi, din ilmi)” [8] sözü tıb ilminin önemini bildirmektedir [9].

Osmanlıca neşredilmiş Mir'ât-ı KâinâtMevduat’ül-ulûm ve Dürr-i Meknûn gibi kitaplarda bir çok ilmin (ilm-i nucum, rasad, tıb, hesab, fizik, kimya ve sanatlar) başlangıcı peygamberlere dayandırılmaktadır [10], [11], [12]. Ayrıca Yunan filozoflarından Eflatun ve Sokrat’ın peygamber olduğuna dair rivayetler aktarılmaktadır [13], [14]. Dinin hayatı yönlendirdiği bir cemiyette ilimlerin menşeinin peygamberlere dayandırılması üzerinde durulması gereken bir husustur. 

Buraya kadar islam ve bilim ilişkisi irdelendi. Şu hatırdan çıkarılmamalı: Bilim, insanoğlu için bir amaç değil  bir araçtır. Dolayısıyla böyle bir aracın insana seadet ve huzur getirmesi, onun nasıl kullanılması gerektiğini önemli kılmaktadır. İslam, insana hem dünya hem de ahiret seadeti vaat ettiğinden, böyle bir aracın nasıl kullanılması gerektiğine (emir/yasak ve ahlak kaideleriyle) müdahale edecektir. Böyle bir müdahale din ve bilim çatışmasını hatıra getirebilir. Kavramsal olarak çatışma veya uyuşma denkler arasında olur. Yani çatışma veya uyuşmadan bahsedersek din ve bilimin birbirlerinin sahalarına karşılıklı müdahale edebildiklerini varsayıyor olmalıyız. Bu durumda bilimin de kendi ahlakî kurallarını (yani sınırlanmazlığını) ortaya koymaya hakkı olduğunu kabul etmeliyiz. Diğer bir deyişle, bilim kontrol altına alınamaz. Böyle bir düşünce bilimin araç olması kabulümüzü iptal eder. Eğer bilimi insanlık için bir araç görüyorsak, onun üstünde bir (dinî veya beşerî) otoritenin varlığını kabul etmemiz gerekmektedir. Herhalükârda bilim kontrol altına alınmaktadır. Dolayısıyla, bilim ve din çatışması/uyuşması muhaldir.

Meseleye felsefî açıdan bakalım. Filozofların asıl hedefi hep bir ahlak (ahlak, gerek birey gerekse cemiyet varlığı olarak kişiye ne yapıp edeceğini söyleyen bir çizelgedir) sistemi ortaya koyabilmek olmuştur. İnsan yapımı bu ahlak sisteminin de bilime karşı söyleyecekleri vardır. Bilim sınırlanmalı mı yoksa hiçbir sınır tanımadan istediğini yapabilmeli mi? Günümüz Batı dünyası bile bilime bir sınırlama getirmektedir. Aksi takdirde, insan herhangi bir canlı/cansız gibi muamele görebilir. Mesela ölüme mahkum olanlar üzerinde deney yapılmalı mı? Sunî ortamda makinaya bağlı olarak hayatiyetini devam ettiren insan tarlaları oluşturarak, buralarda büyütülen insanların organları diğer insanlar için kullanılmalı mı? Bu gibi sorulara evet deyip bilim engellenmemeli mi?


Referanslar

[1] Cevat İzgi, Osmanlı Medreselerinde İlim, Cild I, İstanbul, 1997.

[2] Elmalılı M. Hamdi Yazır, Makaleler I, Haz. Cüneyd Köksal, Murat Kaya, İstanbul, 1997, s. 247. İbarenin geçtiği makale Elmalı Hamdi Efendi’nin Tahlil-i Tarih-i Felsefe: Metâlib ve Mezâhib  tercümesinin dibâcesidir. Kitab, (Paul Janet, Gabrielles Seailles) Histoire de la philosophie: Les problèmes et les écoles adıyla 1887 senesinde Fransızca neşredilmiş kitabın ilahiyat felsefesi ve metafizik bölümlerinin tercümesidir. Kitabın aslına buradan ulaşılabilir. Ayrıca ingilizce tercümesine buradan (cild-1, cild-2) ulaşılabilir.

[3] David Brewster, Memoirs of The Life, Writings, and Discoveries of Sir Isaac Newton, Cild I, Edinburgh, 1860, s. 125. Kitaba buradan ulaşılabilir.

[4] Ahmed Farukî Serhendî, Mektûbât Tercümesi, Trc. Hüseyin Hilmi Işık, İstanbul, 2001, 292. mektub, s. 464.

[5] George Saliba, “The Ash'arites and the science of the stars”, Editör Richard G. Hovannisian,Georges Sabagh, Religion and culture in  medieval Islam, Cambridge, 1999, s. 79-92.

[6] Gazâlî, İhyâu 'ulûmi'd-dîn, Trc. Ahmed Serdaroğlu, İstanbul, 1974, cild-I, s. 78-79.

[7] Gazâlî, a.g.e., s. 60.

[8] Bu söz, Muhammed Rebhâmî’nin miladî 1432 senesinde yazdığı farsça Riyâd’ün–nâsıhîn kitabında [Trc. A. Faruk Meyan, İstanbul, 1980, s. 584] hâdis-i şerif olarak bildirilmektedir. Ayrıca, Taşköprülüzâde Ahmed Efendi’nin Mevduat’ül-ulûm kitabında [Sad. Mümin Çevik, İstanbul, 1966, cild I, s. 262] ve Burhaneddin Ez-zernucî’nin Ta’lîm’ül-Müteallim kitabında [Trc. Ali Kara, İstanbul, 2008, s. 37] (el-ilmü ilmân: ilmü'l-tıb li'l-ebdân ve ilmü'l-fıkh li'l-edyân) İmam Şâfiî’nin sözü olarak geçmektedir.

[9] Bu satırları yazdıktan sonra muttali' olduğum bir  röportajda, Bilim Tarihçisi Rüştü Raşid bir soru üzerine son paragrafta yazılanlara paralel görüşler bildirmiştir. Rüştü Raşid, Klasik Avrupalı Modernitenin İcadı ve İslam'da Bilim, Ed. Bekir S. Gür, Ankara, 2005, s. 316.

[10] Nişancızâde Muhammed bin Ahmed, Mir'at-ı Kâinât, Sad. A Farûk Meyân, İstanbul, 1987, s.117, s.124, 394-396. Uzun yıllar müderrislik ve mollalık (Mekke, Yenişehir, Üsküdar, Haleb ve Bağdad gibi büyük şehir kadılığı) yapan Nişancızâde (v. 1031/1571), asgarî üçyüz kitaptan istifade ederek hazırladığı Mir'at-ı Kâinât, vaktiyle çok okunan bir tarih kitabıydı. Kitabın 117. sahifesinde Âdem aleyhisselama inen suhuf hakkında şu bilgiler verilmektedir: “Suhuflarda hikmet-i tabiiye, faydalı ve zararlı ilaçlar, yani tıb bilgileri, insan, cin ve şeytanlara hükmetme bilgileri, matematik, fizik ve kimya ve benzeri ilimler vardı”.  124. sahifede  İdris Peygamber hakkında şunlar yazılmaktadır: “Mucizeleri, Remel ilmi olup, hey'et, nücûm, hesab, tıb, bitkilerin sırları, ve nice acîb ilimler, garîb sanatlar, bilhassa yazı yazmak, dikiş dikmek, ölçek ve terazi kullanmak gibi şeyler hep kendisinden zâhir olmuştur”. 394. sahifede: “Şis aleyhisselamın suhufu  elli olup, hikmet, matematik, kimya, simya, zor sanatlar ve diğer şeylere âid ilimlerden bahs ederdi yazmaktadır.

[11] Taşköprülüzâde Ahmed Efendi, Mevduat’ül-ulûm, Trc. Kemaleddin Mahmud Efendi, İstanbul, 1313, s.338. Orjinal ismi Miftâhu's-se'âde olan kitab, Taşköprülüzâde'nin oğlu tarafından türkçeye Mevduat’ül-ulûm adıyla terceme edilmiştir. Mümin Çevik (Süleyman Kuku) tarafından sadeleştirilerek 1966 senesinde İstanbul'da iki cild olarak neşredilmiştir. s. 251: “Ve dahî ma'lum ola ki menba-ı ulum-u hikemiyye-i nazariyye ve cümlesinde üstad-ı küll İdris nebî aleyhisselâm ki Hak teala âna nübuvvet ve hikmet ve ilm-i nücûma ıttıla' ve kudret virub otuz sahife inzal idüb aded-i seneyin ve hisabi tefhim ve cemi' elsineyi ta'lim idüb hatta zamanında cemi' nâs yetmiş iki lisanı tekellüm ve her biri andan ta'lim eylediler”.

[12] Yazıcıoğlu Ahmed Bîcan, Dürr-i Meknûn (İnceleme, Çeviriyazı, Dizin, Tıpkıbasım), Haz. Ahmet Demirtaş, İstanbul, 2009, s. 123: “İdris peygamber aleyhi's-selam gelüp ilm-i nücûm ve rasad sanatlar peydâ olmuşdur, ol itmiştir”. Bu kitabın bir başka tenkidli neşri Laban Kaptein tarafından 2007 senesinde yapılmıştır. Kitabın sitesine buradan ulaşabilirsiniz. Kitabın sadeleştirilmiş baskısı için bkz.: Yazıcızâde Ahmed Bîcan, Dürr-i Meknûn (Saklı İnciler), Haz. Necdet Sakaoğlu, 1999, s. 48.


[13] Nev’î Efendi, Netâyicü’l-Fünûn (İlimlerin Özü), Haz. Ömer Tolgay, İstanbul, 1995, s. 126-127: “Nitekim ba’zı ehâdîsde vâki’dir ki Ashâb-ı Resûlullah’dan birisi İskenderiye’ye sefer idüb avdet itdiklerinde Meclis-i Resûlullah’da, gördüğü acâyibden suâl olunub didi ki: “Bir kavm gördüm, siyah pûşlar ki Eflâtûn’un zikrin iksâr iderler”. Bazı Ashâb-ı Resûl Eflâtûn’a la’n itdiler. Resûl aleyhisselâm la’nı nehy idüb eytdi: Lâ, fe inne eflâtûn kâne nebiyyen cehilehu kavmihu. Ya’nî, la’n itmen, tahkîk Eflâtûn nebî idi, kavmi ânı bilmediler. Ve Sokrat’ın nübüvvetine ulemâdan ve hukemâdan kavl vardır”.

[14] Paul Janet, Gabrielles Seailles, Tahlil-i Tarih-i Felsefe: Metâlib ve Mezâhib, Metafizik ve İlahiyat, Trc. Elmalılı Hamdi Yazır, Haz. Muhtar Yazır ve Ayhan Yalçın, İstanbul, 1978, s. 237’deki dipnotta Elmalılı Hamdi Efendi, Sokrat hakkında şunları yazmaktadır: “Sokrat’ta peygamberlik hususiyetleri olduğu rivayet edilmektedir. Ona, bir peygamber gibi bakmakta bir mahzur da yoktur. Sokrat’ın istidlâl yolu ile netice çıkaran bir feylozof olması, onun ayrıca ilhâm almasına mani değildir”.  Şehristanî (1076-1153) de, el-Milel ve'n-Nihal (Dinler, Mezhepler ve Felsefî Sistemler Tarihi, Trc. Mustafa Öz, İstanbul, 2008, s. 304) kitabında Soktat'ı şöyle tanıtmaktadır: "Faziletli bir filozof ve zahiddir. Felsefeyi Pythagoras ve Archellaos'dan öğrendi. Felsefenin ilahiyat ve ahlak bölümleriyle uğraştı. Zühd, nefs terbiyesi ve ahlak tasfiyesi ile meşgul oldu, dünyanın lezzetlerinden yüz çevirdi, dağa çekilerek oradaki bir mağarada yaşadı. Kendi zamanındaki devlet ileri gelenlerini, Allah'a şirk koşmaktan ve putlara ibadet etmekten menedince, aşağı tabakayı ona tahrik ettiler, onu öldürmek suretiyle mevkilerini korumaya yöneldiler. Kral onu hapsettikten bir süre sonra zehirleterek öldürdü. Hikâyesi meşhurdur ve bilinmektedir". Sokrat, meşhur müdaafasını kendisine karşı açılan bir dava üzerine yapmıştır. Sokrat'a yönelik suçlamalar dinsizlikle alakalı olduğundan dinî dava kapsamına alındı. Bu mehşur müdaafanın tahkikli metin tercümesi için bkz. Platon, Sokrates'in Savunması, Trc. ve İzh. Erman Gören, İstanbul, 2006.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder