24 Aralık 2007 Pazartesi

Şarkiyatçılığın Sebepleri

Batılıların Doğu medeniyetlerini özellikle İslam'ı ve İslam medeniyetini araştırmaya başlamaları çok eskilere dayanıyor. Şarkiyatçılığın bir çok sebepleri vardır. Bunları, Prof. Dr. Mustafa Es-Sıbai "Müsteşrikler ve Hedefleri" kitabında şöyle sıralıyor:

  • Dini Sebepler: Şarkiyatçılık rahiplerle başlamıştır. Bunların gayeleri, İslam'ın etrafında şüphe toplayarak, hakikatleri değiştirerek, rahiplerin tesirleri altında kalan milletlere, İslam'ın bu kadar yayılmaya değmez bir din olduğunu , Müslümanların gaddar, hırsız ve kan dökmeyi seven bir topluluk olduğunu göstermekti. Rahipler, Modern medeniyetin, Hristiyanlığın itikad esaslarını zedelediğini, din adamlardan alınan fikirlerin artık şüphe ile karşılandığını müşahade edince, batılıların dikkatini Hristiyan dininin esaslarından ve kitaplarından başka tarafa çekmek için, İslam'a karşı hücumlarını arttırmaktan daha iyi bir yol bulamamışlardır. Rahipler, ilk İslami fetihlerin, haçlı savaşlarının ve bilahare Osmanlıların Avrupalılara hissettirdikleri İslam'ın kuvvet, azamet ve yüksek medeniyetinden dolayı Müslümanlara karşı kin hissini arttırmak içim İslamî sahadaki çalışmalarını arttırdılar.

  • Sömürgecilik: Batılılar, Haçlı savaşları sonucunda yenilgiye uğramış olsalarda, İslam memleketlerini işgal etme sevdasından vazgeçmemişlerdir. Bu memleketlerde yaşayan Müslüman milletlerin kuvvetli taraflarını öğrenip zayıflatmak ve zaaf noktalarını öğrenip istifade etmek için, inanç, gelenek ve görenekler, tabii kaynakları araştırmaya başlamışlardır.

  • Ticari Sebep: Şarkiyatçılığın maddi tarafında, Batılılar ticari faaliyetlerde bulunmak ve kendi mallarını yüksek kârlarla satmak bulunuyordu.

  • Siyasi Sebep: İslam memleketlerinde açılan konsolosluklar için yetişmiş o bölgenin dilini - çoğunlukla Arapça - ve kültürünü bilen insanlara ihtiyaç duyulmuştur. Bu sayede bölge üzerinde bilgi sahibi olan Batılı yöneticiler yerel yöneticiler üzerinde nüfuz elde etmişler ve Müslüman ülkeleri birbirlerine düşürmüşlerdir.

  • İlmi Sebep: Şarkiyatçıların çok az bir kısmı, bu işi şark medeniyetlerini, dinlerini, kültürlerini ve dinlerini öğrenmek için yapmışlardı. Bundan dolayı, çalışmalarında art niyetli araştırmacılara nazaran daha az hataya düşmüşlerdir. Nitekim bunların içerisinde İslamiyeti kabul edenler de vardır.

15 Aralık 2007 Cumartesi

"Çarpıtılmış Geçmişe Ayna"

Türkçemize "Çarpıtılmış Geçmişe Ayna - Avrupa'nın Yeniden Yorumlanması" adıyla tercüme edilmiş olan eser Josep Fontana tarafından "Europa ante el espejo" orjinal ismiyle 1994'te yayınlanmış.

sayfa 41

İslam bilimini Eski Yunan bilgi birikiminin sırf bir çevirisi düzeyine indirgeyen Avrupa merkezli peşin hüküm, Helenistik kültürün daha başlangıçta Yunan ve Doğu unsurlarının iç içe geçmesiyle oluşmuş melez bir yapı taşıdığını ve Arapların çok eski zamandan başlayarak bunda pay sahibi olduğunu unutmaktır. Başını Süryanice konuşan Nasturi Hıristiyanların çektiği, Yunanca yapıtları sistemli olarak çevirme yönündeki ilk adımlar, katı Hıristiyanlık anlayışınca yasaklanan pagan bilimlerinin korunduğu ve Farabi'nin dediği gibi,"İslamın doğuşuna değin varlığını koruduğu" Yakındoğu da ve 8. yüzyıldan 10. yüzyıla değin süren dönemlerde atıldı. Yunanca orijinal yapıtlara ve bu kültürler arasındaki eski ortak yaşamın ürünü olarak o döneme ulaşan bol miktarda Süryanice metne dayanarak Müslümanlar da kendi Arapça versiyonlarını hazırladılar.

Yunanistan ya da Helenistik kültürle hiçbir ilgisi olmayan ve bize Müslümanlar aracılığıyla ulaşan başka birçok katkı da vardı: Yeni tarım ürünleri, daha iyi sulama yöntemleri, papirüs parşömene göre daha ucuz olan ve metinlerin yayılmasını hızlandıran kağıt, geniş bir alanı kapsayan teknik ve bilimsel bilgiler. Bu bilgiler arasında hala kullandığımız ve çağımızdaki bir bilim adamının, "gezegenimizde şimdiye değin yapılmış en başarılı düşünsel yenilik" olarak nitelendirdiği Hint sayı sistemini özellikle vurgulamak gerekir. Bu sistem ve hala "Arap rakamları"olarak adlandırdığımız rakamlar bize Batı dünyasındaki Müslümanlar yoluyla ve Katalonya manastırları sayesinde ulaşmıştır. Gerbert d'Aurillac bunları söz konusu manastırlardan birinde öğrenmişti. Eğer Hint Sayı Sistemi ve Arap rakamları benimsenmiş olmasaydı, modern bilimin gelişmesi çok daha zor olacaktı.

sayfa 52

Avrupalıların gözünde Doğu harika şeylerin ve sayısız zenginliklerin bulunduğu bir dünyaydı; oysa Müslümanlar tersine bir tutumla Hıristiyan Avrupa'da hayranlık duyulacak fazla bir şey bulmuyor ve pek haksız sayılmayacak biçimde Avrupa'yı yarı uygar olarak görüyordu. İbn Cübeyr, Messina'nın "baştan başa pis kokulu ve kirli"olduğunu belirtiyor. İbn Batuta da, pazarları "yüksek çöp yığınlarıyla kaplı" ve kiliseleri "aynı ölçüde kirli ve hoş bir kokudan yoksun" olan Konstantinopolis hakkında bundan daha iyi şeyler düşünmüyordu. Müslümanlara kirli görünen yalnız kentler değil, aynı zamanda Avrupalı insanlardı; bir gezgin, Avrupalıların "yılda en fazla bir iki kez yıkandıklarını ya da banyo yaptıklarını" ve "giyisilerini pek sık yıkamadıklarını, paramparça oluncayadeğin giydiklerini" belirtiyordu. Hristiyanlar kendi paylarına daha düşkün bir durumda olduklarının farkındaydı.

1 Aralık 2007 Cumartesi

Tarih İlminin Önemi?

Osmanlı hukukçularının en önde gelenlerinden biri Ahmed Cevdet Paşa’dır. Kendisi aynı zamanda tarihçidir. Tarih-i Cevdet adındaki eserin yazarıdır. Üçdal neşriyat sadeleştirerek günümüz Türkçesiyle bu eseri 6 cilt olarak basmıştır.

Bu eserin 1. cild 25. ve 26. sayfalarında tarih ilminin lüzum ve faydası anlatılmaktadır.
Geçmiş ile sonrası ahvalini kavramak ve çok geçmişi ve çok ileri geleceği bilmek isteği, insanın tabiatında vardır. (lâ teşbeu'l-ayni min nazarin ve les-sem'u min haberin ve le'l-ardu min matarin / göz görmekden, kulak haberden ve yeryüzü yağmurdan doymaz) Devlet nizamının korunması tarih ilmi ile eski usullerin bu günkü hale göre uygulamada çok faydaları görüleceğinden bazı ilim adamları, "tarih ilminin eğitim ve öğretimi önemle gereklidir." derler.

[(Metnin aslı) Mazî ve müstakbel ahvâline vâkıf ve belki ezel ve ebed esrarina ârif olmağa insanda bir meyl-i tabii olduğundan alel-umum nev-i beşerin bu fenne ihtiyac-ı ma'neviyyesi derkârdır. lâ teşbeu'l-ayni min nazarin ve les-sem'u min haberin ve le'l-ardu min matarin. Hıfz-ı nizâmat-ı düveliyye i'lm-i târih ile olub usûl-u sâlifenin vakt ve hâle tadbikinde ise fevâid-i kesîre mütehakkık olduğından bazı ulemâ ilm-i tarihin ta'lim ve teallumu derece-i vecîbededir dediler. ]

"Islam in Europe" - II

Alıntılara devam edelim:

sayfa 127:
1820'lerde Osmanlı donanmasında görev yapan İngiliz subay Sir Adolphus Slade, şöyle yazmıştır: "Şimdiye kadar Osmanlılar, Hıristiyan ulusların uğrunda uzun süre mücadele ettiği özgürlüğün en değerli imtiyazlarını olabildiğince yaşamışlardır."
...
"Osmanlı insanı, en düşük düzeyden paşa düzeyine çıkabilecek özgürlüğe sahiptir."

28 Kasım 2007 Çarşamba

"Islam in Europe"

Meşhur İngiliz antropolog Jack Goody tarafından yazılan "Islam in Europe", "Avrupa'da İslâm Damgası" adıyla Doç.Dr. Şahabettin Yalçın tarafından Türkçeye tercüme edilmiştir. Goody, bu eserinde Avrupa'nın kurunu vüsta'dan bugünlere gelirken nelerden ve nasıl etkilendiğini güzel bir uslub ile anlatıyor. Kitaptan bazı alıntılar:

sayfa 17
... Batı'nın eylemlerinde kutsal amaçlar daha açık bir biçimde özgürlük, demokrasi, serbest pazar ve bazen eşitlik ve kardeşlik kisvesi altında kendini göstermektedir.
sayfa 20
Birinci Dünya Savaşı'ndaki Arap isyanı T.E. Lawrence gibi teşvik ettiği Araplar, Osmanlı İmparatorluğundan kurtulup ulusal bağımsızlık peşinden koşmuşlardır.
sayfa 21
İsrail'in Yakın Doğu'ya nüfuz etmesi, Avrupa Yahudi cemaati adına gerçekleştirilen başka tür bir Haçlı Savaşı olarak görülebilir. Eğer Hıristiyan güçler ve özellikle de Britanya, bölgenin bir kısmını Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra "manda" olarak almasaydı bu mümkün olmazdı. 1917'deki Balfour Deklarasyon u, Yahudilere sürgündeyken uzun süre rüyasını kurdukları "Gelecek yıl Kudüs'te" ya da en azından Tel Aviv'de buluşma imkanı vermiştir.
sayfa 22
İsrailliler, şiddet kullanma konusunda daha organize idiler; bu, önceleri "terörist" saldırılarla kendini gösterirken daha sonra yeni İsrail devleti ile şiddet kullanımı devam etmiştir.
....
... günümüzde kimin terörist olduğuna ilişkin tartışmalarda varlığını devam ettirmektedir. Lakin kadın ve çocuk demeden binlerce sivili öldüren hava bombardımanlarından daha dehşet verici birşey var mıdır?
sayfa 24
İslâm'ın sekizinci asırdan itibaren teknoloji, mimari, klasik eğitim, matematik, kimya, ziraat, suyun kullanımı, felsefe, siyaset bilimi, seyahat edebiyatı, daha doğrusu genel olarak edebiyat alanlarındaki rolü ve ehemmiyet Avrupa için son derece büyüktür.

sayfa 87
.. ilim adamlarına Avrupa'nın ilk üniversite koleji olarak adlandırılan Ulu Cami'de ders vermeleri sağlanmıştır... Vernet, bunları "gerçek üniversite koleji" olarak adlandırmıştır.Medreseler daha sonra Batı İslâm toplumlarına gelmişse de bu türden kuruluşlar, 1349 yılına gelindiğinde Gırnata'da zaten mevcuttu. Bu dönemde Gırnata'nın yetmiş kütüphanesinden biri olan Alkazar'daki kütüphanede 400,000 kitap olduğu söylenmektedir; ki bu dönemde Avrupa'nın en büyük kütüphanelerinden biri olan İsviçre'deki St. Gall manastırında sadece 600 kitap bulunuyordu. Aradaki fark muazzamdı. Kurtuba'nın yollarında ve sokak köşelerinde lambalar bulunurken, Londra'da sadece bir tane asfaltlı yolun bulunduğu tarihten yaklaşık yedi asır önce, yağmurlu bir günde Paris sokaklarında çamura batmadan yürümenin mümkün olduğu tarihten asırlarca önce Kurtuba'da yollar asfaltlanmış ve sokak köşelerine lambalar konulmuştur.
...
Cerrahi aletlerin tasvirinde temayüz etmiş bir hekim olan Endülüslü ez-Zehravi (Albucasis), büyük eserini 1000 yılında tamamlamış ve "Avrupa tıbbında devirim yapmıştır".
sayfa 92
İslam'ın en büyük etkisi ise tarımda görülmüştür. Bu alanda Avrupa'nın öğreneceği çok şey vardır. Araplar, su kontrolü, tarımsal sulama ve toprağın işlenmesi konusunda uzman idiler. Bu dönemde tarımsal sulama geliştirilmiş ve sulama çarklarıyla kanallardan gelen sular tarlalara aktarılmıştır.
sayfa 96
İslâm mimarisinin Sicilya ya da İspanya kanalıyla sivri uçlu kemerli süslemeleriyle dikkati çeken Avrupa Gotik mimari sanatının gelişmesi üzerinde etkili olduğunu söyleyenler de olmuştur.
sayfa 120
Çiçekler de Avrupa'nın görünümünü değiştirmiştir; örneğin Türkiye'den gelen lalenin tarihi bunu bize hatırlatmaktadır. Bu etkilerin dışında Müslümanlar ayrıca Hristiyanların kişisel temizlik ve hijyen alışkanlıklarını da düzeltmiş ve çiçek hastalığının aşısını onlara tanıtmışlardır.

22 Kasım 2007 Perşembe

"İslâm Medeniyeti Tarihinde Fen ve Tıp"

İslam medeniyetinin insanlığa kazandırdıkları mevzusunda fazla bilgiye sahip değiliz. Aslında bu konuda Türkçe ve başka dillerde neşredilmiş güzel kitaplar mevcut. Bunlardan bir tanesi Max Meyerhof'un "İslâm Medeniyeti Tarihinde Fen ve Tıp" kitabı. Dilimize Ömer Rıza tarafından kazandırılmış bir kitap. Bu kitaptan bazı alıntılar:

Sayfa 47:
...

Kahire ulemasından ve kadılarından olup 1285'te vefat eden Şehabeddin el-Karafî optik mebhasi üzerinde bir eser yazmış ve bu mebhasin 50 meselesini tetkik etmiştir. Bu meselelerin üçü "Sicilya'daki frenklerin kralı tarafından" İslam ulemasına sorulan suallere cevab teşkil ettikleri için hususi bir ehemmiyete haizdir. Bu kral 1220 ile 1230 seneleri arasında İspanya ve Mısır'daki İslam alimlerine felsefeye ve hendeseye ait sualler soran ikinci friedrich idi. Bu üç sual şunlardır. 1) Kayık kürekleri ve mızraklar su içinde neden eğilmiş görünüyor? 2) Kanopus şehri ufka yakın iken büyük görünmesinin sebebi nedir? Şehrin cenubundaki çöl rutubetten azade olduğuna göre bunun sebebi ne olabilir? 3) Gözleri katarakt hastalığı ve başka hastalık bulunan insanların ortalıkta bir takım seyyar benekler görmelerinin sebebi nedir? Şehabeddin Karafi bu suallerin hepsine cevap vermiştir.

...

Son sayfada:
...

Hülâsa İslâm tıb ve fenni Yunan ilmini kaybolduğu zaman ihya etmiş ve bu ilmi aydınlatarak onunla Avrupanın zifiri karanlık geceden farksız kurunu vustasına ışık salmış, nihayet Rönensansa kadar bu vazifeyi yapmağa devam etmiştir. İslâm ilmi Rönesans dediğimiz büyük hareketi vücude getirmeğe ve onu inkişaf ettirmeğe yardım ettiği için bu ilmin hâlâ bizimle yaşadığını söylemek yanlış olmaz.

17 Kasım 2007 Cumartesi

"İslam Kültür Dünyasının Bilimler Tarihindeki Yeri"

Prof. Dr. Fuat Sezgin 12 Nisan 2004 günü İstanbul'da Türkiye Bilimler Akademisi Konferansları çerçevesinde "İslam Kültür Dünyasının Bilimler Tarihindeki Yeri" başlıklı konferansında mühim açıklamalarda bulunmuştur. Ayrıca bu konferansın metni Türkiye Bilimler Akademisi tarafından neşredilmiştir.

Frankfurt, Johann Wolfgang Goethe Üniversitesi, Arap-İslam Bilim Tarihi Enstitüsü direktörü olan Prof. Dr. Fuat Sezgin, bunca senelik çalışmalarının hedefinin ne olduğunu şöyle hülasa ediyor:
Ben bir kültür dünyasına mensubum. Bu kültür dünyasına yüzyıllardır zulüm edildiğini, hakkının yendiğini, asla layık olmadığı bir şekilde aşağılandığını gördüm. Bu kültür dünyasını, hakikaten olduğu gibi dünyaya tanıtmayı amaç edindim kendime. Bu amacın bir bölümü bilimsel, dünya bilimine bir şey katmak; fakat bir diğer bölümü koskoca bir insan topluluğuna kaybetmiş olduğu kendine saygıyı, kendine güveni, insan cemiyetindeki yerini hatırlatarak iade etmek olmuştur. Bunun için de çalıştım.
Aşağılık hissine dair şunları söyler:

Batı dünyasının bugünkü üstün durumu birçok Müslüman da ve özellikle Türklerde adeta bir aşağılık duygusu uyandırıyor. Ortada gözden kaçmayacak bir gerçek var ki, o da bir çok Türk aydını, Batı dünyasına ulaşabilmenin çaresini Türk toplumunu dinden kurtarmakta buluyor. Ben altmış yıllık çalışmam sırasında her gün biraz daha fazla İslâm uygarlığını tanımanın ve tanıtmanın Batı dünyasına ulaşma davası bakımından en sağlam, daha doğrusu tek yol olduğuna inandım. Bugünkü bilgime göre genç Batı uygarlığını İslâm uygarlığının değişik coğrafi ve iktisadi şartlar altında gerçekleşen devamı olarak görüyorum.

Sezgin konferansta İslam dünyasının bilime yaptığı katkıları matematik, kimya, coğrafya, astronomiden misaller vererek aktardı. Ayrıca İslam dünyasındaki bilimin Avrupa'ya nasıl ulaştığını da izah etti.

Konferansa katılamadım, ancak konferans metnini okumak da ayrı bir zevk verdir.

İhtiyacımız olan ne olduğumuzu bilmek ve yolumuza devam etmek.

1 Kasım 2007 Perşembe

"Batı ve Dünya"

Arnold Joseph Toynbee'nin "The West and the World" kitabında, Rusya, İslam dünyası, Hindistan ve uzak Doğu'nun Batı ile yaşamış olduğu tecrübeler ele alınmaktadır. Kitaptan bazı alıntılar:

Batı'da, elbette, yanlış ve şüphelerle beslenen bir çok ideal ve kurum var; milliyetçiliğimiz gibi mesela. Türkler ve onlarla birlikte bir çok Müslüman halk bu fikirden diğer Batı halklarına nazaran daha kötü etkilenmiştir.
...
Ve ümit edilmeliki, her ne pahasına olursa olsun, İslam dünyasında yer alan, bu Batı kaynaklı siyasi hastalığın yayılması, geleneksel İslam birliği inancının gücüyle etkisiz hale getirilecektir.

Biri kendi geleneksel teknolojisini terk ederek yabancı bir teknolojiye adapte oluyorsa, hayatın teknolojik boyutundaki bu değişiklik, sadece bu boyutla sınırlı kalmayıp, tüm geleneksel kültürü değiştirene kadar devam edecek ve yabancı kültür, yabancı teknolojinin girdiği kültürel savunma alanında oluşturulan boşluklardan yavaş yavaş girerek tamamıyla içeri girmeyi başaracaktır.


Batı, Uzak Doğu halkına Batı hayat tarzını, din ve teknolojisiyle birlikte bir bütün olarak vermek istedi ve bu atak sonuç getirmedi. Oyunun ikinci bölümünde ise şunu gördük; Batı, aynı Uzak Doğu halkına, Batı medeniyetinden dinin içerisinden çıkartıldığı ve din yerine teknolojinin merkezi unsur yapıldığı, seküler bir kısım sunmuştur. 17. yüzyılın sonlarında bizim medeniyetimizin dini esaslarından ayrılmış olan bu teknolojik parça, zamanla din dahil teknolojisi ve herşeyiyle bir bütün halinde Batı hayat tarzını daha önce reddetmiş olan Uzak Doğu'ya nüfus etmeyi başarmıştır.

Batı hedefine ulaşmak için yılmamış ve her seferinde farklı senaryolarla dünyanın karşısına çıkmıştır. Batı kendi gibi olmayan herşeyi silip yerine kendi benliklerini kazımak istemiştir. Bugün bu, masum bir oyuncak gibi gözüken teknoloji ile yapılmaktadır. Bakalım yarın önümüze neler gelecektir.

8 Eylül 2007 Cumartesi

Harem ...

Özellikle yabancı yazarların hakkında mübalağalı şeyler yazdıkları ve bir o kadar da merak edilen yer.

Osmanlı Devletinin son devrinde Sultan Vahideddin hanın eşi Emine Nazikade Baş Kadınefendi'nin nedimesi prenses Leyla Açba'nın harem hatırlarını okumanızı tavsiye ederim.

Kitap Osmanlı Sultanlarının ve eşlerinin ne kadar asil, yüksek ahlaklı, mert ve vatanını ve milletini seven insanlar olduğunu göstermesi hasebiyle beni çok etkiledi. Ayrıca, onlara yapılan insanlık dışı muameleleri de gözler önüne seriyor.


Leyla Açba
Bir Çerkes Prensesinin Harem Hatıraları
Hazırlayan: Harun Açba
L&M Yayınları

9 Temmuz 2007 Pazartesi

Eski mikyaslardan (ölçülerden) bazıları

ARŞIN: 1931 senesinde metrik sisteme geçene kadar kullandığımız ölçü mikyaslarındandı (birimlerindendi). Parmak ucundan dirseğe kadar olan uzunluğu ifade eder. Farsça arş kol, in de bu demektir. Arş, eski türkçede de adım manasına gelir. Arapların zra’ adlı 48 santimetrelik mi’yarına (ölçüsüne) yakındır. İki arşın vardı. Mimar arşını, mimari işlerde yer ölçüsü idi. 75,8 santimetre idi. Çarşı arşını, kumaş ölçmekte kullanılırdı. 68 santimetre idi.

İpekli kumaşları satarken, halka pahalı göstermemek için, bunlarda arşından biraz daha kısa olan endâze kullanılırdı. Endâze farsça endaz (atan) kelimesinden gelirdi. 65,25 santimetre idi.


URUB: Arşının dörtte biridir. Arapça dörtte bir demek olan rubu’dan bozmadır.


DİRHEM: Küçük ve hassas şeyleri ölçmekte kullanılan ağırlık ölçüsüdür. Dirhem bir okkanın dörtyüzde biridir. Tarih boyu farklı yerlerde farklı ölçülere gelmekte ise de, Osmanlılarda 3.148 grama tekabül ederdi. Birbuçuk dirhem bir miskal; 400 dirhem 1 okka, 44 okka 1 kantar, 4 kantar da 1 çeki idi. Çeki takriben 250 kilodur.


OKKA: Ağırlık ölçüsü idi. Arabça ukıyye kelimesinden gelir. Şehir ve kasabalara göre değişmekle beraber, umumiyetle 1282 gramdır.


KİLE: Hububat ölçeğidir. Çeşitli şehirlere göre ölçüsü değişirdi. İstanbul kilesi zahirenin cinsine göre 18-20 okka (ortalama 25 kilo) idi. Kilenin küsuratına kutu (god, kot, godik) denir. 8 kutu bir İstanbul kilesidir. Bir kutu 2,5 okka ve 3,21 kilodur. Gemilerde de kile kullanılırdı. 36 kile bugünki 1 tonilatodur.

8 Temmuz 2007 Pazar

Hazret-i Âişe-i Sıddîka

Faziletleri, üstünlükleri, sayılamayacak kadar çokdur. Âlimlerin çoğuna göre fıkh bilgilerinin dörtte birini hazret-i Âişe haber vermiştir. Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem", hazret-i Âişeyi çok sevdiği için, Ona Humeyrâ derdi.

Ürvetübni Zübeyr hazretleri buyuruyor ki, Kur'ân-ı kerîmin manalarını ve halal ve haramları ve Arab şiirlerini ve neseb ilmini, hazret-i Âişeden daha çok bilen kimse görmedim.

Resûlullah'ı medh eden şu iki beyt, hazret-i Âişenindir:

Ve lev semi'û ehlü Mısre evsâfe haddihî,
Lemâ bezelû fî sevm-i Yûsüfe min nakdin.

Levîmâ Zelîhâ lev reeyne cebînehû,
Le âserne bil-kat'il kulûbi alel eydi.

Mısrdakiler, Onun yanaklarının güzelliğini işitmiş olsalardı. Yusuf aleyhisselamın pazarlığında hiç para vermezlerdi. Yani, bütün mallarını, Onun yanaklarını görebilmek için saklarlardı. Zelihayı kötüleyen kadınlar, Onun parlak alnını görselerdi, ellerinin yerine kalblerini keserlerdi (de acısını duymazlardı).

15 Haziran 2007 Cuma

"Tarih Biliminin Doğuşu: İbni Haldun"

Yves Lacoste'nin "IBN KHALDUN, Naissance de L'Histoire, passé du tiers-monde" kitabı "Tarih Biliminin Doğuşu: İbni Haldun" başlığıyla Türkçeye tercüme edilmiş ve Donkişot yayınları tarafından neşr edilmiştir.

Kitap İbni Haldun'un tarih bilimi açısından önemini ortaya koymaktadır. Tabi yazar bunu yaparken İbni Haldun'un Mukaddime'sinden sık sık alıntılar yapıyor ve bunları tahlil ediyor.
İbni Haldun, İslam uygarlığının, tüm dünyayı aydınlatan bir feneri gibi parlamaktaydı. Batı'da ancak XIX. yüzyılda bir bilim kimliği kazanan Tarih biliminin temellerinin, daha XIV. yüzyılda Kuzey Afrika'da, Mağribli bir Müslüman tarihçi ve hukukçu tarafından atıldığını öğrendiklerinde, Batılılar buna inanmak istemediler. XIX. yüzyılın Avrupa merkezli sömürgeci ideolojisi, Batı uygarlığını bir harika olarak sunmak peşindeyken, içinden geldiği, ama artık hegemonyası altında tuttuğu bir dünyaya borçlu kalmak istemiyordu.

31 Mayıs 2007 Perşembe

İntişar-ı İslâm Tarihi'nden - II

Bir Rus vakanüvisi İstanbul'un düşmesinden bahsederken der ki:
... Konstantin ile selefleri kendilerine bağlı devlet ricalini halkı ezmek için serbest bırakmışlardı. Artık mahkemelerinde adalet, kalblerinde cesaret kalmamıştı. Masumların göz yaşından, kanından, hakimler hazineler depo ediyorlardı...
Bizansın içler acısı durumunu anlattıktan sonra vakanüvis şunları söylüyor:
Alemlerin Rabb'i, - askerleri savaşmaktan sevinç duyan, kadıları adaletle iş gören ve buna ihanet etmeyen- Sultan II. Mehmet'i meydana çıkardı.
Bu son cümledeki medh, daima Osmanlı'nın zulümlerinden bahseden ve bu durumu protesto için kendilerinde bir salahiyet bulan bir siyasi neslin kulaklarında pek acaib bir şekilde çınlasa gerektir. Fakat bu gerçek, bütün muasır tarihçilerin açık ve sayısız şehadetleriyle sabit olmuştur.

İntişar-ı İslâm Tarihi, sahife 157

29 Mayıs 2007 Salı

İntişar-ı İslâm Tarihi'nden - I

Halife Hazreti Ömer zamanında, " İslâm ordularını geri püskürtmek için imparator İrakliyüs büyük bir ordu meydana getirmişti. Bunun bir neticesi olarak Müslümanlar da beklenen çarpışmaya bütün gayretlerini seferber ederek hazırlanmışlardı. Bu münasebetle İslâm kumandanı Ebû Ubeyde, Suriye'deki fethedilmiş olan yerlerin valilerine gönderdiği talimatta tahsil edilmiş ne kadar cizye varsa, ödeyenlere geri verilmesini emretmiş ve halka hitaben yazdığı bir yazıda bu meseleye dair şu açıklamada bulunmuştu:
Büyük bir düşman kuvvetinin bize karşı ilerlediğini haber aldığımızdan ödediğiniz cizyeleri size geri veriyoruz. Aramızdaki mukaveleye göre bu vergi karşılığında sizi himaye edecektik. Fakat şimdiki durumda bu himayeyi sağlama bizim kudretimizin dışına çıkmak üzere olduğundan sizden aldığımız paranın hepsini geri veriyoruz.
Bu talimat gereğince devletin kasasından büyük bir miktar para halka ödendi. Bundan dolayı Hıristiyanlar:
Allah sizi bize hâkim kılsın ve Romalılar üzerine de muzaffer eylesin. Eğer sizin yerinizde Romalılar olsaydı bize bir şey iade etmek şöyle dursun elimizde ne var ne yok hepsini alırlardı.
diyerek İslâm kumandanlarının başarıları için dualar eylemişlerdir."

İntişar-ı İslâm Tarihi, sahife 74

İntişar-ı İslâm Tarihi

Thomas Walker Arnold (1864-1930) tarafından yazılan "The preaching of Islam : a history of the propagation of the Muslim faith " kitabı Türkçeye "İntişar-ı İslâm Tarihi" olarak çevrilmiştir.

Yazar, İslâmiyetin başlangıçtan yakın zamana kadar nasıl yayıldığını vesikaları ile ilmî bir uslub ile kaleme almıştır.

İçindekiler

- İslâmın bir mübeşşiri sıfarı ile Hz. Muhammed'in Hayatı
- Batı Asyada hıristiyanlar arasında İslâmiyetin yayılması
- Afrika'daki hıristiyan milletler arasında
İslâmiyetin yayılması
- İspanya hıristiyanları
arasında İslâmiyetin yayılması
- Avrupa'da türkler idaresindeki hıristiyanlar arasında
arasında İslâmiyetin yayılması
- İran ve orta asya'da
İslâmın yayılması
- Moğallar ve tatarlar arasında
arasında İslâmiyetin yayılması
- Hindistan'da
İslâmiyetin yayılması
- Çinde
İslâmiyetin yayılması
- Afrika'da
İslâmiyetin yayılması
- Maleya takımadalarında
İslâmiyetin yayılması

Kitapta dikkatimi celb eden yerlerden alıntılar yapacağım.


Yazarın dediği üzere
.... , İslâm kılıcının Müsliman olmada bir âmil olduğu hakkında genel olarak câri olan nazariyelerin hiç de kabul edilemiyeceği açığa çıkar.


4 Nisan 2007 Çarşamba

"Bize Kur'an 'dan söyle"

Eshâb-ı kirâmdan İmrân bin Husayn, "Bize Kur'an 'dan söyle!" diyen birisine, "Ahmak!, zekâtı, orucu Allah'ın kitâbında tafsilatlı bir şekilde bulabilir misin? Bunları sünnet tafsil etmiştir" diye cevap vermiştir.

Sünen, Nesâî
Muvâfakat, Şâtıbî
Câmi'ül-Beyâni'l-ilm, İbn Abdilberr

Lâ edrî

İlm öğreten zâtdan bir mes'ele sorulduğunda, şayet o âlimin o mes'elede şüphesi varsa, "Lâ edrî" yani bilmiyorum diye cevap vermelidir. "Lâ edrî" sözü ilmin yarısıdır. Çünki cehl bilmemek demekdir. Bilmediğini bilmek ise ilmden sayıldığından, "Lâ edrî" diyene ilmin yarısını nisbet etmek doğru olur.

Mahzen-ül Ulûm

29 Mart 2007 Perşembe

Çocuk hakları


Mecdüddîn Muhammed bin Mahmud el-Üsrüşenî (632/1234) tarafından yazılan ve çocukların hukukî statüsünü anlatan Câmi'u Ahkâmi's-Sıgar, dünyada çocuk hakları konusunda yazılan ve günümüze intikal eden ilk kitaptır. Türkçeye ["Ahkamu's Sigar (İslam Hukukunda Çocuklarla İlgili Hükümler)" ismiyle Doç.Dr.İbrahim Canan tarafından] tercüme edilmiştir. [Cihan yayınları tarafından 1984 yılında yayınlanmıştır.]

Prof.Dr.Ekrem Buğra Ekinci, İslam Hukuku Tarihi, İstanbul, 2006, s. 175

Sünen, Müsned, Mu'cem

Hadis âlimlerinin ıstılâhında:

Bir kitab, iman, taharet, namaz, oruç v.s. gibi fıkıh bablarına göre tertib edilmişse ona SÜNEN denir.

Mesela Hazret-i Ömer'in, Hazret-i Ebu Bekr'in rivayetleri bir araya toplanarak sahâbe adına göre eser tertib edilirse ona MÜSNED adı verilir.

Müellif kendi şeyhlerini nazar-ı itibara alarak eserini tertib ederse; mesela (Ahmed) adlı kişiden dinlediklerini ayrı, (Osman) adlı kişiden dinlediklerini ayrı yere toplarsa bu tertibdeki esere MU'CEM denir.

Büstânu'l-Muhaddisîn
Abdulaziz bin Şah Veliyullah

Osmanlı Hukuku...

"İngiltere Kralı VII. Henry, Osmanlı ülkesine bir heyet göndererek Osmanlı hukuk sistemini tedkik ettirmiş ve bunların verdikleri raporlar istikametinde ingiliz hukuk sistemini ıslaha tâbi tutmuştur."

Kanuni Sultan Süleyman, Fairfax Downey
Trc: Enis Behiç Koryürek, İstanbul , 1975

28 Ocak 2007 Pazar

Japon İmparatoru'nun Teklifine bakın...

Ürgüplü Hayri Efendi'nin Şeyhu'l-İslamlığı ve Said Halim Paşa'nın sadareti yıllarında Japon İmparatoru Sultan Reşad'a hususi iki murahhas göndererek özetle şu teklifte bulunur:

"Japonya'da Hristiyan misyonerlerinin giriştiği yoğun faaliyet dolayısıyla dünya dinlerini tetkik ettirdim ve Japon halkının mizac ve geleneklerine uygun olan İslâm Dîni'ni beğendim; ancak bunun devlet marifetiyle değil de, halkın sağduyusuyla gerçekleşmesini tercih ederim; bu sebeple Osmanlı Devleti'nden salâhiyetli bir ilim heyetinin Japonya'ya gelerek mevzuu tetkik ve neticede İslâm'ı izah ile teklif etmesi uygun olur."

Sultan Reşad, Japon İmparatorunun bu teklifini sevinçle karşılar ve hemen Şeyhu'l-İslam Hayri Efendi'yi davet ederek gelen teklifi - mahrem olarak- bildirir. Bu arada meseleyi, İttihadçıların istihbarat teşkilatı olan "Teşkilat-ı Mahsusa" haber alır. Sadrazama bilgi verilir ve bu mühim teklif Sadrazam Halil Paşa'nın Çubuklu'daki köşkünde Şeyhu'l-İslâm'la Teşkilat-ı Mahsusa'ya mensub bazı kimselerce tetkik edilir. Bu toplantıda Şeyhu'l-İslâm Hayri Efendi, "Japonya'nın Müslümanlığı resmen kabulünün dünya üzerindeki tesiri, tahmin ve tasavvur edildiğinden daha muazzam olacaktır. Bu ihtimal bizi çok esaslı hazırlıklara sevketmelidir." diyerek, Japonya'ya gönderilecek heyet meselesine temas eder. Uzun müzakerelerden sonra Babanzâde Ahmed Naim Bey, Şair Mehmed Akif Bey, Ebu'l Alâ Mardin, İsmail Fennî Ertuğrul, Aksekili Ahmed Hamdi, Kastamonu mebusu İsmail Mahir, Veled Çelebi ve İzmirli İsmail Hakkı'dan müteşekkil bir heyetin Japonya'ya gönderilmesine karar verilir. Bilahare bu heyete Teşkilat-ı Mahsusa'nın ısrarıyla ve Rusça bildiklerinden bahisle Sadri Maksudî, Yusuf Akçura, Ağaoğlu Ahmed de dahil edilir.

Devrin hükümeti, Japonların teklifinin Ruslar üzerinde yapacağı müthiş tesir ve darbeyi düşünerek yapılan hazırlıkları güya gizli tutarken, Japonya'ya gönderilecek dinî-ilmî heyet meselesi birdenbire şekil değiştirir ve Talat Paşa'nın gayretiyle ortaya yeni bir fikir atılır!.. Bu yeni fikir, Japonya ile aramızda subay mübadelesidir. Evvela subay mübadelesi yapılacak, bu arada Japon diline âşina ilim adamları yetiştirilecek, gidip gelen subaylar Japon imparatorunun teklifinden doğacak siyasî ve askerî durumu inceleyecek, bilahare "hâdiseler müsaade ederse" dinî-ilmî heyet Japonya'ya gidecek!.. Bu gaye ile Petrev Paşa riyasetinde [reisliğinde] üç kişilik bir heyet Japonya'da dikilecek âbide meselesinin müzakeresi de bu seyahate bahane edilir. Heyet, sessiz-sedasız İstanbul'dan ayrılıp Japonya'ya varır ve Petrev Paşa'nın, salahiyetli bir heyetin, İslâmiyet'in Japonya'da neşri mevzuunda büyük başarı kazanacağı yolundaki ilk şifre-telgrafı İstanbul'a ulaştığında I. Dünya Savaşı'nın tezahürleri de görülmeye başlanır. Kısa bir müddet sonra da dünyayı kana boyayan Harb-i Umumi patlak verir ve böylece, hayırlı bir fırsat heba olup gider !...

İşte böyle, İttihadçılar her el attıkları yeri dağıttıkları gibi, bu işte de kendilerinden umulanı yapmışlar. Ve meseleyi hemen kendi çıkarları için kullanmaya çalışmışlar...

Sultan II. Abdulhamid daha 30 Temmuz 1908'de, ittihadçılar idareyi gasp ederken; "Türkiye'yi 10 sene idare edebilirlerse, bir asır idare edebildik diye sevinsinler" demiştir.

El-câmi' beyne'l-'ilm ve'l-'amel en-nâfi' fî es-sınaâ'ti'l-hiyel

El-Cezerî El-câmi' beyne'l-'ilm ve'l-'amel en-nâfi' fî es-sınaâ'ti'l-hiyel (Olağanüstü Araç Yapımı Üzerine Bilim ve Teknik Arasında Yararlı bir Telif) adlı eseri telif etmiştir.

Cezerî eserinin giriş bölümünde bu kitabı kaleme alış sebebini şöyle anlatır: "Bir gün onun huzurundaydım ve yapmamı emrettiği şeyi getirmiştim... Ne düşündüğümü sezdi ve gizlediğimi açığa vurdu ve bana şöyle dedi, 'eşsiz araçlar yapmış, onları gücünle işler duruma getirmişsin. Seni yoran ve kusursuz biçimde inşa ettiğin bu şeyler kaybolup gitmesin. Benim için keşf ettiğin bu araçları biraraya toplayan ve her birinden ve resimlerinden seçmeleri kapsayan bir kitap yazmanı istiyorum.' "

Bu kitabın Türkçesi Türk Tarih Kurumu tarafından 2002 yılında yayınlanmıştır. [Kitabın Kültür Bakanlığı Yayınları'ndan çıkan tıpkı basımına buradan erişilebilir.]



İşte bir Müslüman sultanın ilme ve alime verdiği önem....

Hamiyet işte budur....

Saîd el-Müseyyeb''in: "Tek bir Hadîs'i aramak için günlerce mesâfe kat' ederdim." dediğini İmâm Mâlik naklediyor. [Tezkiretü'l-Huffâz, Zehebî, C. I, s. 48]

Sahîh-i Buhârî'de rivayet edildiği üzere Câbir bin Abdi'llah Ensârî radıya'llahu anhümâ tek bir Hadîs için Abdu'llah bin Üneys radiya'llahü anh'in nezdine, bir aylık uzak olan Şam'a kadar şedd-i rahl (yolculuk) etmiştir. Bu Hadîs Yevm-i Kıyamet'de Kısas yani ehl-i îmandan hiç kimsenin, üzerinde mazlûm hakkı varken Cennet'e giremeyeceği hakkındaki Hadîs'dir ki Buhârî'nin Cehmiyye'yi red hakkındaki eserindedir.

Ebû Eyyûb-i Ensârî "radiyallahü anh" bir mü'minin ayıbını saklayan kimseye Hak Teâlâ'nın Yevm-i Kıyâmet'de vereceği mükâfâta dâir bir Hadîs'i dinlemek için Ukbe bin Âmir-i Cühenî "radiyallahü anh" 'in yanına, tâ Mısr'a kadar gitmiştir. O Hadîs-i Şerîf'i Fem-i Güherbâr-ı Risâlet'den yalnız ikisi işitmişlerdi. Ebû Eyyûb, Ukbe'yi Vâlî-i Mısır Seleme bin Mahled vâsıtasiyle acele aratmış. Buluşup muâneka ettikten sonra hemen soracağını sormuş, Hadîs'i dinledikten sonra: "Bunu ben de biliyordum, fakat bir az yanlışım vardı. İşittiğim hilâfına olarak rivâyet etmeyi istemedim." demiş. Ve hemen devesine binip avdet etmiş.

Abdi'l Latifi'z Zebidi, “Sahih-i Buhari Muhtasarı, Tecrid-i Sarih tercemesi ve şerhi”, Ankara, 1984 (Yedinci Baskı) Cilt I, Mukaddime - sahife 47

İşte Eshab-ı Kirâmın hamiyet-i diniyyelerinden misaller.