İttihad ve Terakki Cemiyeti’nde vazife almış, Ankara Hareketi’ni desteklemiş, TBMM'de milletvekilliği yapmış olan gazeteci ve yazar İsmail Habib Sevük (v. 1954), “Dil davasında kat’î karara doğru - Fecaat safhası” başlıklı makalesinde Türkçe üzerinde yapılan tahribata dikkat çekmektedir. Tercümesini okuyacağınız Türkolog Hony’nin makalesinden {H. C. Hony, “The New Turkish”, The Journal of the Royal Asiatic Society of Great Britain and Ireland, No. 2, 1947, pp. 216-221} ise Sevük’ün bu yazısı vesilesiyle haberdar oldum. Sevük, yazısında Hony’den şu şekilde bahseder:
Mekteb tecrübe tahtası mı?
Mektebi nasıl tecrübe tahtası yaptığımızı anlatmak
için yazının başında rahmetli Cemal Nadir’in karikatüründen bahsettim. Yazıyı
bitirirken İngiliz müsteşriki H. C. Hony’nin de dilimize dair “Asya Kraliyet
Cemiyeti Gazetesi”nde neşrettiği etüde Cemal Nadir’in aynı karikatürüyle
başladığını işaret edeyim. O ki yalnız müsteşrik değil türkologdur, yazısına o
karikatürü neye baş tacı yapmış?
Bir Avrupalının havsalasına sığmayacak şey,
mektebi tecrübe tahtası yapmaktır da onun için. Bütün medeni milletlerde
mektebe “acaba?” girmez. Mekteb klasik yer, oraya ancak katileşen hakikatlerle
acabası kalkmış bilgiler girer. Her yeni nazariye, her yeni ıstılah, her şey
müzakere ve münakaşa safhaları bitip iyice tebellür ettikten sonradır ki onlara
karşı mektebin kapısını açarlar.
Bunun tersine, bizdeki gibi, mektebin tecrübe
tahtası yapılması istikballe oynamak demektir. Garb medeniyeti sağlam temelli
mektebden doğdu. Sallantılı mektebden ancak hüsran doğar. Hem medeniyet
kervanına katılmak davası hem o medeniyetin ana temeline karşı aykırı hareket;
hiç olmazsa büyük bir tenakuza düştüğümüzü görelim.
Hony’nin makalesi kısa olmasına rağmen, “Dil Devrimi”nin dışarıdan bir
gözle tahlil ve İngilizce ile mukayese edilerek kaleme alınmış olması, ehemmiyetini daha
da arttırmaktadır.
Yeni Türkçe
H. C. Hony
Elimde, bu yıl başlarında zamansız bir şekilde vefat eden kabiliyetli Türk
karikatürist Cemal Nadir’in bir karikatürü var. Bu karikatürde bir kadın
muallim, kara tahtada tebeşirle çizilmiş bir “artı” işaretini (+) gösteriyor ve
bir çocuğa bu işaretin ne olduğunu soruyor. Çocuk şu cevabı veriyor: “Üç yıl
önce buna cem deniyordu, iki yıl önce zaid, geçen
yıl toplama; şimdi ne dediklerini gerçekten bilmiyorum.”
Bu karikatür, modern Türk çocuğunun karşılaştığı müşkülleri biraz
mübalağalı bir şekilde tasvir etmektedir. Derslerini almak için gittiği yer,
mektep muallimlerinin ve sair resmî zevatın huzurunda “okul” diye telaffuz
etmesi gereken bir mahaldir. Lakin, ebeveynleri ve halk umumiyetle oraya “mektep”
der; zira bu tabir, Türkler arasında böyle müesseselerin mevcudiyetinden beri “school”
manasında kullanılagelmiştir. Gazetelerde ise, bu çocuk kimsenin günlük konuşmada
kullanmadığı ve ebeveyninin dahi anlamakta müşkülât çekeceği bazı
kelimelerle karşılaşacaktır.
Bütün bunlar, Türk lisanını reforme etmek için başlatılan bir hareketin
neticesidir. Bu ihtiyacın hissedilmesi takriben seksen sene evvel başlamış,
ancak 1908 tarihindeki Kanun-ı Esasi’den sonra tatbik sahasına konulmuştur.
1928’de gerçekleştirilen harf inkılâbı ile birlikte Cumhuriyetin tesisiyle
gelen umumî Garplılaşma cereyanı sayesinde büyük bir hız kazanmıştır. Bu vakte
kadar yapılmış olan reformlar, edebiyat erbabının tabii surette
gerçekleştirdiği faydalı teşebbüslerdir.
Lisan, canlı bir varlıktır. Tabii bir tekâmül ve inkişafa sahiptir. İçerisinde
meydana gelen değişiklikler kendiliğinden olduğu müddetçe, daha mükemmel bir
hâle gelmesi ihtimali vardır. Ancak büyük müdahaleler, lisanın sıhhatini
tehlikeye atabilir. Küçük müdahalelerin bile, ehil olmamak şöyle dursun,
mütehassıslar tarafından icrası elzemdir.
Şimdi, harflerin değiştirilmesinden sonra, lisana müdaheleler “Dil Kurumu”
namındaki bir müessese tarafından üstlenilmiştir. (Bu kısımda köşeli parantez
içerisinde “Yeni İngilizce”deki muadilleri verilmekte ve bunların Türkçe’dekilerinden
daha az gülünç olmadığı ifade edilmektedir.) Bu müessese, ekseriyetle
siyasilerden müteşekkildir ve bunlar umumiyetle mütehassıs değildir. Bu
cemiyetin raporları, güya akademik bir müessesenin raporlarından daha absürttür.
Mesela, bir raporun üçte biri, “silindir” kelimesinin Fransızca “cylindre”
kelimesinden türemediğini, aksine Türkçe “silindirmek” (düzleştirmek) fiilinden
türediğini ispat etmeye ayrılmıştır; muhtemelen aynı kelimenin “silindir şapka”
manasında da aynı kökten geldiği iddia edilecektir!
Bir diğer paragrafta ise “atlet” (Fransızca “athlète”) kelimesinin Yunanca
kökenli olmadığı, bunun yerine Türkçe “atlamak” (zıplamak) fiilinden türediği kati
bir şekilde iddia edilmektedir.
En tuhafı ise “sportmen” (sporcu) kelimesinin “one who disports himself -
kendini eğlendiren kimse” manasında değil, eski Tatarca “sıbırmak” (avlanmak)
kökünden geldiğinin savunulmasıdır!
Bu denli saçma iddialardan sonra, Dil Kurumu’nun bir lisanı ıslah gibi hassas bir ameliyeyi icra liyakatine sahip olup olmadığını sorgulamak gayet makuldür.
Eğer biz {İngilizler} lisanımızı reforme (?) etmek maksadıyla, Latin ve
Yunanca menşeli tüm kelimeleri çıkarıp, bunların yerine Anglo-Sakson köklerden
türetilmiş ve mevcut manalarından saptırılmış kelimeler koymaya kalkışsaydık,
Türklerin başına gelenlere benzer bir neticeyle karşılaşırdık. Ancak, burada
adil olmak icap eder. Zira İngilizcedeki Latince ve Yunanca kelimeler
ekseriyetle Anglo-Saksonlaşmış bir forma bürünmüştür. Buna mukabil, Türkçe’deki
Arapça ve Farsça kelimeler, umumiyetle orijinal formlarını muhafaza etmiş
(farklı bir telaffuzla olsa dahi) ve çoğu kez orijinal yapılarında,
bilhassa izafet ile kullanılmıştır. {Hakikatte böyle mi?}
1908’e kadar, bu kelimeler ve terkiplerin kullanılışı o derece yaygındı ki,
yazılı lisan ancak yüksek tahsil görmüş kimseler tarafından anlaşılabiliyordu.
İşte, buna misal olarak ne resmi bir vesikadan ne de yüksek bir edebi eserden
değil, bir mizahi roman olan Araba Sevdası’ndan bir pasaj alalım.
Bu eser, 1889’da Türk edebiyatını modernleştirmeye öncülük eden yazarlardan
biri olan Recaizade Mahmut Ekrem tarafından kaleme alınmıştır:
“Dünya yüzünde hiçbir kimseden nail olamayacağı bu tesliyet-i hâmuşâne-i
merhametkârâneyi mader-i mihribanının o şule-i nazar-ı şefkatinde buldu.
Mader-i mihriban ise ferzend-i hevesperestinin saika-i heveskâri-i şebâb ile
vâki olan her bir kusurunu affedip unuttuktan sonra varını yoğunu da selâmeti
uğrunda fedâ etmek için oğlundan hiss-i nedameti müş'ir edna bir vaz ü nümâyişe
müftekir ve muntazır bulunuyordu. İşte bu nümâyişi nûr-i didesinin o cilve-i
nigâh-ı memnuniyetinde gördü.”
(“Dünyada hiçbir kimseden alamayacağı bu sessiz teselliyi, şefkatli bir
annenin merhamet dolu bakışında buldu. O şefkatli anne, oğlunun gençliğin
arzularıyla işlediği her kusuru affetmiş ve unutmuş, onun kurtuluşu için her
şeyini feda etmeye hazır bir şekilde, oğlundan gelecek en ufak bir pişmanlık
işaretini bekliyordu. Ve şimdi, bu işareti sevgili evladının mutluluk dolu
bakışında gördü.”)
Elbette, bu gibi bir vaziyet için bir şeyler yapılması icap etmekteydi. Bu öyle
bir surette yapıldı ki, bugün tahsilli Türk gençlerinin ekseriyetinin dahi
yukarıdaki pasajı anlamaktan âciz kalacağı tahmin edilebilir. Hakikaten, Dil
Kurumu sahneye çıkmadan evvel, lüzumlu olan esaslı ıslahatlar, tabiî
ve zorlama olmaksızın gerçekleştirilmişti. Mesela, Ömer Seyfeddin, Yakup Kadri,
Halide Edip, Refik Halit ve Reşat Nuri gibi muharrirler, evvelki asrın
absürtlüklerinden tamamen münezzeh, lakin Arapça ve Farsçanın sağladığı kelime
zenginliğini muhafaza eden güzel Türkçe eserler kaleme almışlardı.
Yeni reformlar, üç kısma
ayrılabilir ve bunları sırayla ele alacağım:
(a) Mevcut Türkçe
kelimelerin manalarının değiştirilmesi suretiyle, bazı Arapça kelimelerin
çıkarılması. Bu, en fazla itiraz edilesi usuldür. Zira mevcut bir kelimenin iki
veya hatta üç vazifeyi birden görmesini mecburi kılarak lisanın fakirleşmesine
sebebiyet verir. Güzel bir misal, savaş kelimesidir. Savaş aslen
bir mücadele, bir kavga manasına gelir; ancak şimdi harp (war)
ve muharebe (battle) kelimelerinin yerine de kullanılmaktadır.
Benzer şekilde, barış, ki “reconciliation – uzlaşma” veya “peace
between neighbours - komşular arasındaki sulh” manasına gelir, şimdi sulh (peace)
kelimesinin manasını da üstlenmiştir.
Tetkik etmek (to
examine) şimdi incelemek olmuştur ki, Sami Bey ve Redhouse
gibi iki büyük otoriteye göre, incelmek gibidir ve bu kelime “nazik (fine) veya
ince (slender) olmak”, hatta “fazla incelik (over-refined) göstermek”
manalarına gelir. Tab' etmek (to print) ise basmak olmuştur
ki, zaten hâlihazırda fazla yüklü olan bu kelimeye bir vazife daha eklenmiştir.
İşte bu yeniliklerden birkaçı:
boşaltmak (to
empty), tahliye etmek (to evacuate) yerine; azlık
(paucity), ekalliyet (minority) yerine; yabancı (stranger), ecnebi (foreigner)
yerine; seçim (choice), intihap (election)
yerine; sağlamak (to render safe or secure), temin
etmek (to ensure) yerine; yaymak (to
spread), neşretmek (publish) yerine.
Bazı değişiklikler tam manasıyla gülünçtür: Mesela, tartışma (a
weighing each other, or a trial of strength - birbirini tartma veya güç
denemesi), münakaşa (dispute - tartışma, discussion -
müzakere) yerine; bağımsızlık (lack of ties - bağlardan
yoksunluk), istiklal (independence) yerine; yorumcu (interpreter
of dreams - rüya yorumlayan kimse), “commentator – yorumlayan” veya “spokesman –
sözcü” yerine kullanılmaktadır. Şayet Dil Kurumu bir miktar
mizah anlayışına sahip olsaydı, Nazi Almanyası ve Sovyet Rusya’nın “commentators
– yorumcuları” için bilhassa bu tabiri seçtiklerini düşünmesini isterdim; fakat
böyle değildir.
Yeni vekillik/bakanlık (minister) isimleri en gülünç değişikliklerden
bazılarını teşkil etmektedir; yaklaşık İngilizce karşılıkları şu
şekildedir: Hariciye Vekili (Foreign Minister), Dış
işleri Bakanı [Looker of Outside Affairs] olmuştur. Bu, son derece
talihsiz bir tercihtir; çünkü yalnızca Dışişleri, çoğunlukla tek
kelime olarak yazılmakta ve Türkçe ahenk kurallarına aykırı olmaktadır, ayrıca “ı”
harfine bir nokta eklenmesi veya sesin hafifçe değişmesiyle bu kişi
"dişçi" (Dişişleri Bakanı = Looker of Teeth Affairs)
hâline gelebilir! Dahiliye Vekili, İçişleri Bakanı [Looker of
Inside Affairs] olmuştur; Nafia Vekili (Minister of Public
Works), Bayındırlık Bakanı [Looker of Prosperity]
olmuştur; Ziraat Vekili (Minister of Agriculture), Tarım
Bakanı [Looker of Agerdurning (Danca'daki Agriculture kelimesinden
türetilmiş olup, tarım kelimesi bir Çağatayca kökene dayanmaktadır)]
olmuştur. Maarif Vekili (Minister of Education), Eğitim
Bakanı [Looker of Opdragging (Danca opdrage kelimesinden, yani
"terbiye etmek" manasına gelmekte olup; eğitim kelimesi,
Çağatayca'daki eğitmek fiilinden türetilmiş bir Türkçe formundadır)]
olmuştur. Ticaret Vekili, Tecim Bakanı [Looker of
Good Management (tecimek, “iktisad etmek” veya “kendi işlerini iyi idare
etmek” manasına gelen mahallî bir kelimedir; maalesef, buna tekabül eden bir
İngilizce mahallî kelime bulamadığımdan dolayı üzgünüm)] olmuştur. İnhisarlar
Vekili (Minister of Monopolies), Tekel Bakanı [Looker
of Singlehold] olmuştur. {Tecim ve cim kelimelerinden tesadüfen terkip
edilmiştir.}
(c) Ecnebi kelimelerin,
bilhassa Fransızca kelimelerin iktibası. Daha evvel kullanılan ağır Arapça
terimlerin yerine, ecnebi teknik terimlerin ikamesi faydalı görülebilir. Oksijen (oxygen),
şüphesiz ki müvellidülhumuza kelimesinden daha makbuldür.
Lakin, mesele, rekolte (harvest), rötar (delay - gecikme, lateness of a train -
trenin geç kalması vs.), metot (method) gibi kelimelerin kullanımı meselesine
geldiğinde değişmektedir.
Bu kelimeleri Arapça menşeli kelimelerin yerine kullanmak, ancak kızartma tavasından ateşe atlamak {yağmurdan kaçarken doluya tutulmak} gibidir. Dahası, tamamen Türkçeleşmiş kelimeler yerine bu tür ecnebi kelimeleri tercih etmek, yalnızca bir tür entelektüel züppelik addedilir. Evvelki Türk nesillerini eğlendiren ve bir o kadar da sinirlendiren züppelik anlayışının yeniden canlanmasıdır.
Bence, bu zengin ve ahenkli lisanın karşı karşıya bulunduğu gerçek
tehlikeyi göstermek için yeterince izahat verdim. (Burada bilhassa “sonorous –
ahenkli” kelimesini kullandım, zira Türkçenin birçok güzelliklerinden biri,
Arapçanın o boğumlu ve genizden gelen seslerini telaffuz edememesi neticesinde
kelimelere kazandırdığı asalet ve zarafettir.)
Bu makalenin gayesi, bu değişim arzusunun altında yatan sebeplerin daha
derinlemesine tetkikine müsait değildir. Ancak, birbiriyle bir dereceye kadar
mütenakız/çelişen üç ana sebep mevcuttur: (a) Geçmişle tamamen bir kopuş temin
arzusu, Osmanlı İmparatorluğu ile alakalı her şeyi kökünden söküp atma isteği;
(b) Avrupa milletler cemiyetinin bir ferdi olarak kabul edilme isteği; (c) Dar
ve şiddetli bir milliyetçilik anlayışı.
Bu temel sebeplere, Dil Kurumu’nun elindeki hatırı sayılır miktardaki mali imkânlar da eklenmelidir ki, bu hal bazı kimseleri samimi bir dil reformu arzusundan ziyade maddi sebeplerle harekete geçirmiş olabilir.
Şu anda bu sakat ve sunî lisan, konuşmada kullanılmamaktadır; ancak
yalnızca resmî dairelerde ve ikinci sınıf gazeteciler tarafından
kullanılmaktadır. Fakat mekteplerde öğretilmekte olduğundan, asıl tehlike
burada yatmaktadır.
Eğer İngiltere’de böyle bir lisan reformuna teşebbüs edilmiş olsaydı, alay
mevzuu olur ve tamamen itibarsızlaştırılırdı. Şimdi, Türklerin mizah anlayışı
son derece kuvvetlidir ve başka milletlere nazaran İngilizlerin mizah
anlayışına daha yakındır. O hâlde, neden bu hareket İngiltere’deki benzer bir
girişimin karşılaşacağı akıbeti yaşamamıştır?
Bunun cevabı şudur: Türkiye’de muallimler ve profesörler birer devlet
memurudur ve Türkiye henüz bizim anladığımız manada tam olarak hür bir memleket
değildir. Islahatlara açıktan karşı çıkan veya bunlarla alay eden herhangi bir öğretmen
veya profesör, işini kaybetme veya en azından “reactionary - gerici/irticacı”
olarak damgalanma riskiyle karşı karşıya kalacaktır.
Netice itibariyle, bu
Türklerin lisanıdır; bırakınız, kendileri kurtarsın! Hayırlı olsun!