Osmanlı son döneminin önde gelen şahsiyetlerden biri olan Ahmed Cevdet Paşa (1822-1895), çok yönlü kişiliği ile bilinmektedir. Hukukçu kimliği ile Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye heyeti reisliği yapmış, tarihçi ve sosyolog kimliği ile Tarih-i Cevdet, Tezâkir, Ma’ruzât ve Kısas-ı Enbiyâ ve Tevârih-i Hulefâ, eğitimci kimliği ile Kavâid-i Türkî, Mecmua-i Âliye, Mi’yâr-ı Sedâd ve Âdâb-u Sedâd fi-İlmi’l-Âdâb eserlerini kaleme almış ve devlet adamı kimliği ile vâlilik, nâzırlık, yüksek meclis âzâlığı gibi görevlerde bulunmuştur [1,2].
Ahmed Cevdet Paşa’nın Sultan II. Abdülhamid’e sunulmak üzere hazırladığı tıp tarihi ile ilgili evrakın transkripsiyonu Ahmet Zeki İzgöer tarafından yapılarak Yeni Tıp Tarihi Araştırmaları dergisinde neşredilmiştir [3].
Evrakta mikroplarla ilgili bölümün ilk sayfası
Evrakta kolera, veba, zehirler ve mikroplar hakkında malumat bulunmaktadır. Aşağıdaki yazılar evrakın veba ve mikroplar ile ilgili kısımlarındandır:
“Ashâb-ı kirâmın vebâ hastalığı hakkında vâki olan muâmelerinin arz-ı atebe-i ulyâ kılınması şifâhen şerefyâb-ı telakkî olduğum emr-u fermân-ı hümâyûn-ı hazret-i Hilâfet-penâhî îcâbı celîlinden olmağla mazbata ve mâ-hazar olan mâlumât-ı kemterânemin bervech-i âtî arzına ibtidâr olunur.
Vebâ maraz-ı âm yani umûmî bir hastalık demekdir. Tâ’ûn’a vebâ denildiği gibi bazen bi’l-akis ale’l-umûm vebâya dahi tâ’ûn denilür.
Meşâhir-i muhaddisînden İbn Esir’in ve diğer muhaddisînin beyanlarına göre Şam’da hicret-i Nebeviye’nin on sekizinci senesi pek şiddetli bir vebâ hastalığı vukû’ buldu. Ekâbir-i ashâb-ı kirâmdan pek çok zâtlar fevt oldu. İbtidâ Amvas karyesinde zuhûr ettiğinden bu vebâya tâ’ûn-ı Amvas denildi.
"Emîru’l-Mü'minîn Ömer bin el-Hattâb radıyallâhu anhü’l-Vehhâb hazretleri Şam'daki ashâb-ı kirâmın hallerini tahkîk etmek üzre Medîne-i Münevvere'de bulunan muhâcirîn ve ensâr ile birlikde cânib-i Şam'a azimet eyledi. Serg nâm karyeye vürûdunda ümerâ-yı Şam ya’ni aşere-i mübeşşereden emîru’l-ümerâ olan Ebû Ubeyde bin el-Cerrâh ve rüfekâsı olan Halid bin Velid ve Zeyd bin Ebî Süfyan ve Şurahbil bin Hasene ve Amr bin el-Âs radıyallâhu anhüm hazerâtı ana karşu geldiler ve Şam'da vebânın şiddetini beyân etdiler. Hazret-i Ömer: "Bana muhâcirîn-i evvelîni çağır" deyü Abdullah bin Abbas radıyallâhu anh hazretlerine emretmekte o dahi anları çağırmış, geldiklerinde Hazret-i Ömer anlara Şam'da vebâ vukû’ bulduğunu haber vermiş ve Şam'a varmak yâhûd geri dönmek husûsunda anların re'yini sormuş ba'zıları: "Sen buraya rızâ-i Bâri içün geldin. Buna bir şey mâni’ olamaz" deyüp ba'zıları da: "Bakıyye-i nâs yâ’ni ashâb-ı Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem seninle berâberdir. Anları bu belâya sevketmenizi re'y etmeyiz" deyü geri dönmek re'yinde bulundular. Hazret-i Ömer anlara: "Siz kalınız" dedi ve: "Bana ensârı çağır" deyü Abdullah bin Abbas'a emretdi.
Ensâr gelüp anlar da ol vechile ihtilâf edince Hazret-i Ömer anlara da: “Kalkınız” dedi ve: “Bana feth-i Mekke senesi muhacirlerinin ihtiyarlarını çağır” deyü İbn-i Abbas'a emretdi. Anlar gelüp bi’l-ittifak geri dönmeği re'y etdiler. Bu cihetle geri dönmek şıkkında ekseriyet-i ârâ vukû’ buldu. Hazret-i Ömer dahi yarın ale's-sabâh avdet olunacağını i’lan etdi. Rüfekâsı dahi sabâhleyin binüp avdete âmâde oldular. Ebû Ubeyde Hazret-i Ömer’e: “Allah’ın kaderinden firâren mi dönüp gidiyorsun?” deyince Hazret-i Ömer: “Yâ Ebâ Ubeyde! Kâşki bu sözü senden başka biri söyleseydi. Evet! Allah’ın kaderinden Allah’ın kaderine firar eyleriz. Senin bir deven olup da bir yakası otu bol ve diğer yakası kahtlık olan bir vâdîye inse sen anı otu bol olan tarafda otarırsan Allah’ın kaderiyle otarmış olursun ve kahtlık tarafında otarırsan Allah'ın kaderiyle otarmış olursun değil mi? Bana haber ver” dedi. Aşere-i mübeşşereden Abdurrahman bin Avf radıyallahu anh hazretleri li-hâcetihî bir mahalle gitmiş idüğünden zikr olunan meşveretde bulunmamış idi. Bu esnada geldi. Bu ihtilâf itdiğiniz mes’eleye ilmim var. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem hazretleri: “Bir yerde tâ’ûn olduğunu işitdiğinizde oraya gitmeyiniz ve bulunduğunuz yerde vukû’ bulursa andan firâren çıkmayınız” der iken işitdim, dedi. Hazret-i Ömer dahi kendüsünün ve ekser-i ashâb-ı güzînin ictihâdlarının hadîs-i şerîfe muvâfakatinden nâşî Cenâb-ı Hakk’a hamd etdi. Ba’dehû dönüp Medîne-i Münevvere’ye gitdi” deyü Abdullah bin Abbas rivâyet eylemişdir.
Bu rivâyetin isnâdı sahîhdir. Zîrâ anı İmâm Buhârî aleyhi rahmetü’l-Bârî ve İmâm Müslim aleyhi rahmetü’l-Mün’im Sahîh’inde îrâd eylemişdir.
….
Pastör’ün keşfiyyâtından mâdûd olan mikrob usûlünce suların yüz dereceyi tecâvüz edecek kadar kaynadılması tavsiye olunuyor.
Hâlbuki lisân-ı Arabî’de mikroblara cerâsîm denilür ve etıbbâ-yı Arab tarafından cerâsîmin ihlâki içün suların mükerreren galeyâna getürülmesi tavsiye olunuyordu. Hattâ etıbbâ-yı Mısrıyye’den meşhûr İbn Rıdvan’ın bu bâbda 460 sene-i hicriyesinde cerâsîmden bahs ile bu bâbda mübalâğa ederek cerâsîmi ilhâk içün suyu uzun müddet müstemirren kaynatmak lâzım olduğunu beyân etmiş olduğu Mısır’da tab’ olunan el-Müeyyed gazetesinin bu kere Dersâdet’e vârid olan 1188 numerolu nüshasında tafsîl olunmuştur.
Ol asırlarda ümm-i medeniyet olan Bağdad’da dahi sıuların cerâsîmden tathîri efkârı olduğuna şu kıssa delâlet eyler ki hulefâ-yı Abbâsiyye’den 575 senesinde câlis-i serîr-i hilâfet-ü saltanat olup hilâfeti 47 sene kadar mümted olan İmâm Nâsır’ın içeceği sular Bağdad’ın üst tarafında yedi sâ’at mesâfesi olan mahalden hayvânlar ile nakl olunup yedi def’a kaynatdıktan sonra su kaplarına konup içermiş. ”
Sâhih-i Buhârî’de Hazret-i Peygamber’den rivâyet edilen hadîsin tercümesi:
Üsâme İbn-i Zeyd radiyallahu anhumâ’dan gelen rivâyete göre, Üsâme’ye:
- Tâûn hakkında Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’den ne duydun? Diye sorulmuş. Üsâme de:
- Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğunu işittim, demiş:
-Tâûn bir azâbtır. Benî İsrâil’den bir kavme, yahut sizden önce geçen bir ümmete gönderilmiştir. Siz bir yerde o(nun çıktığı)nı duydunumuz mu, o tâûnlu yere gitmeyiniz!. İçinde bulunduğunuz bir yerde tâûn zuhûr ederse, ondan kaçarak oradan çıkmayınız!.
Hadîsin îzâhında Kâmil Miras şunları yazmaktadır: Peygamber Efendimiz’in bir azâb, bir âfet olmak üzere tavsîf buyurduğu bu müstevlî hastalıklara karşı korunma şekli, bugünkü tabâbetin karantinasıdır [4].
Referanslar
[1] Ahmet Şimşirgil ve Ekrem Buğra Ekinci, Ahmed Cevdet Paşa ve Mecelle, İstanbul, 2008, s. 46-47.
[2] Ekrem Buğra Ekinci, İslâm Hukuku Tarihi, İstanbul, 2006, s. 236.
[3] Ahmet Zeki İzgöer, “Ahmed Cevdet Paşa’ya Ait Bazı Tıp Belgeleri”, Yeni Tıp Tarihi Araştırmları, c. IV, 1998, s. 237-243.
[4] Abdi'l Latifi'z Zebidi, Sahîh-i Buhârî Muhtasarı, Tecrîd-i Sarîh tercemesi ve şerhi, cild IX, Ankara, 1984, s. 206-207.