4 Ekim 2013 Cuma

Mültekâ’l-Ebhur

Osmanlı Devleti’nde XVI. asırdan itibaren kâdıların tayin beratlarında Hanefî mezhebinin esahh akvâliyle (en sahih kavilleriyle) hükmetmeleri şartı konulmuştur. İbrahim Halebî (v. 956/1594) Mültekâ’l-Ebhur adlı kitabında mezhebin kavillerini sistematik bir tasnife tabi tuttuğundan, sonraları Sultan İbrahim zamanında Mevkûfâtî Mehmed Efendi tarafından Osmanlı türkçesine tercüme edilmiş; âdetâ resmî hukuk kodu olarak mahkemelerde tatbik olunmuştur [1]. İrlandalı bankacı ve diplomat James Lewis Farley, "Sultan Türklere, Kur'an ve Mülteka da sultana hükmeder" demesi tesirini göstermesi cihetinden manidardır [2].

İbrahim Halebî kitabın başında telif sebebi için şunları yazmıştır [3]: “Bazı talebeler istifade etmek için, Kudûrî, Muhtâr, Kenz ve Vikâye kitaplarındaki meselelere şâmil, ibâresi kolay bir kitap cem etmemi istediler. Ben de onların talebine icâbet ettim. Ayrıca, Mecma’ kitabındaki meselelerden ihtiyaç duyulanlardan ve bir nebze de Hidâye’den ilave ettim”. Burada zikri geçen kitaplardan el-Muhtâr li’l-Fetvâ, Kenzü’d-Dekâik, Vikâyetü’r-Rivâye fî Mesâili’l-Hidâye ve Mecmau’l-Bahreyn mütûn-u mutebere-i erbaa (dört muteber metin), Kudûrî ise mütûn-u mutebere-i sitte (muteber altı metin) içindedir. Hidâye ise, muteber bir şerh kitabıdır.

Ne yazık ki, Osmanlı üzerine çalışan ilim adamlarından, Osmanlı’nın tatbik ettiği hukuk sistemi hakkında temel sayılabilecek malumata sahip kişi sayısı fazla değildir. Dolayısıyla Osmanlıyla alakalı yapılan analizler ve iktibaslar havada kalmaktadır. Oral Sander’in Anka'nın Yükselişi ve Düşüşü - Osmanlı Diplomasi Tarihi Üzerine Bir Deneme adlı kitabındaki iktibası buna misal verilebilir [4]: “Süleyman'ın yönetimi altında Osmanlı imparatorluğu daha Müslüman bir nitelik kazanmış ve bu durum da yeni bir yasal düzenlemeyi gerektirmiştir. Bu yüzden, Halepli Molla İbrahim bu işle görevlendirilmiş ve ortaya çıkan yasaya "Mülteka-ul-uther" (Denizlerin kavşağı) adı verilmiştir (Kinross, 1972: 206)”. Sander, sadece Kinross’dan iktibas yapmak yerine kitabın en azından türkçe tercümesine baksaydı, kitabın başka bir maksad için yazılmış olduğunu anlar ve kitabın ismini de doğru yazardı. Ayrıca, Beyazid Devlet Kütüphanesi’nde bulunan müellif nüshasına göre, kitabın telif zamanı Kanuni Sultan Süleyman’ın cülûsundan 3 sene evveline tekabül etmektedir [5].

Referans ve Notlar

[1] Ekrem Buğra Ekinci, Osmanlı Hukuku - Adalet ve Mülk, İstanbul, 2012, s. 163.

[2] James Lewis Farley, Turks and Christians: A Solution of the Eastern Question, London, 1876, s. 156. Kitaba buradan ulaşılabilir.

[3] İbrahim Halebî, Mülteka Tercemesi, Trc. Mevkûfâtî Mehmed Efendi, Dersaadet, 1312, cild-I, s. 7.

[4] Oral Sander, Anka’nın Yükselişi ve Düşüşü - Osmanlı Diplomasi Tarihi Üzerine Bir Deneme, Ankara, 1987, s. 57. Kitabın pdf haline buradan erişilebilir. İktibas edilen metnin alındığı yer için bkz. Patrick Balfour Baron Kinross, The Ottoman Centuries: The Rise and Fall of the Turkish Empire, Cape, 1977, s. 206.

[5] Şükrü Selim Has, “Mülteka’l-Ebhur”, Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, c. XXXI, İstanbul 2006, s. 550.

18 Haziran 2013 Salı

Tarihçilerimiz Osmanlı İlim ve Düşünce Hayatından Ne Kadar Haberdar?

İslâm medeniyeti, bilhassa Osmanlı medeniyeti bir fıkıh medeniyetidir [1]. Hukuk üzerine inşa edilmiştir. Bu sahada harcanan mesâi ve telif edilen eserler adalete gösterilen ehemmiyeti ortaya koymaya kâfidir. Hazret-i Ömer’e nisbet edilen “El-Adlü esasü’l-mülk (Adalet mülkün temelidir)” sözü [2], devletin adaletsiz ayakta duramayacağını ifade eden en veciz sözlerden biridir. Adaletin temini içinse, oturmuş bir hukuk mekanizmasına ve bu mekanizmanın devamını sağlayacak hukukçulara ihtiyaç vardır.

Osmanlı Devleti, İslâm hukukunu tatbik etmiştir. Bunun tatbiki için ihtiyaç duyulan hukukçular, Tanzimat devrine kadar sadece medreselerde yetişmiştir. Ayrıca, medreseler sadece hukukçu yetiştirmekle kalmamış, diğer ilimlerde de mahir nice âlimlerin yetişmesine altyapı oluşturmuştur. Dolayısıyla, medreseler hukuk mekanizmasının işlemesinde ve cemiyetin şekillenmesinde, mühim rol oynamışlardır. Bundan dolayıdır ki, Osmanlı Devleti’nin tarihî, siyasî, ictimaî ve fikrî tarihine, evvela medrese müessesesinin ve ulemânın mahiyetinin ortaya konmasıyla başlamalıdır. Yoksa yapılan analizler havada kalmaya mahkumdur. Ancak bu sahada çalışacakları, eski tâbirle hem âlî (âlet) ilimler (mantık ve lisâna dair ilimler) hem de 'âlî (yüksek) ilimler (tefsir, hadîs, usul-i hadîs, fıkıh, usul-i fıkıh, kelâm ve tasavvuf) açısından bazı zorluklar beklemektedir. Âlet ilimlerde, lisân ve mantık önde gelmektedir. Medreselerde tedrisat ve ilmî faaliyetler Arapça üzerinden yapılmıştır. Nasıl Hristiyan dünyasının lingua francası Latince ise, İslâm dünyasınınki Arapçadır. Dolayısıyla bir araştırmacı, o zamandan gelen bir metni anlayabilmesi için, o zamanda bu metni okuyup anlayanların sahip olduğu asgarî ilmî seviyeyi elde etmelidir. Bir hâdiseyi değerlendirebilmesi için de o devre dâir asgarî kültürel seviyeye sahip olmalıdır. [Bu donanımların tafsilatı için “Osmanlı Düşünce Hayatı Nasıl Anlaşılabilir?” başlıklı yazıya müracaat edilebilir.]

Böyle bir donanımın ehemmiyetini göstermesi açısından meşhur tarihçilerimizden Halil İnalcık’ın bir makalesinden bir pasajı paylaşacağım. İnalcık, Birgivî hakkında şunları söylemektedir: “16. yüzyılda Mehmed Birgivî, 17. yüzyılda Kadı Mehmed’i izleyen Kadızadeliler, sünnetin en katı ve uzlaşmaz temsilcileri olarak, İstanbul’un belli başlı camilerinde, vaazlarında Osmanlı toplumunda tesbit ettikleri şeriata aykırı bid’atlara şiddetle hücuma ve halkı kışkırtmaya başlamışlardır. Meselâ, Mehmed Birgivî, para vakfını şeriata aykırı bir bid’at olarak tanımlarken, bu âdeti müslüman toplum için hayırlı bir kurum sayan şeyhülislâm Ebussuud’a karşı hücuma geçmiş, şeyhülislâm’ı kafir sayacak kadar ileri gitmişti. Bu şiddetli görüş ayrılığı Mehmed Birgivî’nin Hanbelî mezhebini izlemesi, ona karşı şeyhülislam’ın ise çok daha liberal Hanefî mezhebine tâbi olmasından ileri geliyordu.” [3]

İnalcık’ın Birgivî hakkındaki yorumlarında bilgi ve analiz hataları vardır. Birgivî ile Kadızâdeli hareketi arasında düşünce bağlamında bir irtibatın varlığını söylemek zordur. Her ne kadar Kadızâdelilerin, Birgivî’nin telif ettiği eserleri okuttuğu rivayet edilse de, Kadızâdelilerin ve Birgivî'nin fikirlerinin uyuşmadıkları açıktır. Şöyle ki Birgivî, telif ettiği eserlerde, Muhyiddin Arabî gibi meşhur tasavvuf büyüklerinden sıkça iktibas yapar ve tasavvufa değil müteşeyyihlere (şeyhlik taslayanlara) karşı olduğunu açık bir dille ifade eder. Birgivî, bid'at anlayışı ile de Kadızâdelilerden ayrılmaktadır. Ayrıca, Birgivî, dinî açıdan doğru bulmadığı hadiselere, kalemi ile cevap vermeye çalışmıştır. Birgivî’nin devrin şeyhülislamı Ebussuud Efendi ile olan ihtilafı, Hanefî mezhebinde para vakıflarının caiz olup olmaması meselesi üzerinedir. Ebussuud Efendi, mevcut şartları göz önünde bulundurarak, Hanefî mezhebinin önde gelen fakihlerinden İmam Züfer’in kavline göre para vakıflarının caiz olacağı yönünde fetva vermiştir. Birgivî ise, Hanefî mezhebinin zâhir (açık ve güçlü) rivayeti dururken, daha aşağı seviyedeki bir rivayet ile fetva vermesine karşı çıkmıştır. Osmanlı tarihinin kudretli şeyhülislamlarından biri olan Ebussuud Efendi’ye, Birgi kasabasında müderrislik yapan bir âlimin rahatlıkla karşı çıkması ve reddiye yazması, fikir hürriyetini göstermesi açısından da manidardır. İnalcık, her nedense Birgivî'nin Ebussuud'u kâfir saydığı bilgisinin kaynağını vermez.

Daha vahimi, Birgivî’nin Hanbelî mezhebinde olduğu iddiasıdır. Birgivî’nin telif ettiği kitapları biraz okumuş birinin bile rahatlıkla anlayacağı üzere, Birgivî, Hanefî mezhebine bağlı bir Osmanlı âlimidir. Kemalpaşazâde'nin Hanefî mezhebi metin kitaplarından Vikâye üzerine yaptığı tenkidleri reddederek, Hanefîliğin bir anlamda yılmaz savunuculuğunu yapmıştır denilebilir. Kitaplarını da Hanefî mezhebi üzerine telif etmiştir. Zaten Ebussuud Efendi ile aralarındaki ihtilaf, Birgivî’nin Hanefî mezhebine ne kadar sıkı bağlandığını da göstermektedir. Anlaşılan İnalcık, Birgivî'nin tek bir kitabını bile okumadan/okuyamadan, The Encyclopaedia of Islam’ın Birgivî maddesinden etkilenerek, Birgivî’nin Hanbelî mezhebinde olduğunu iddia etmiştir.

Başka bir tarihçi de, Birgivî'nin sık sık İbn Teymiyye'yi (şâz/marjinal görüşleri olan Hanbelî âlimi, v. 728/1328) zikrettiğini iddia etmektedir [4]. Referans olarak Birgivî'nin Tarikat-ı Muhammediyye kitabının tercümesinin tekmilesini [5] kullanan tarihçimiz, burada yazılan ifadelerin tekmileyi hazırlayana ait olduğunu anlayamayacak kadar Osmanlı ilim ve düşünce dünyasından uzak olsa gerek. Halbuki, kitabın orjinalinde İbn Teymiyye'nin ismi dahi geçmemektedir.

Peki, Osmanlı tarihi sahasında ihtisas yapmış bu iki tarihçimiz, meseleyi değerlendirirken neden Birgivî'nin kitaplarına bakmadan böyle bir hükme varmışlar? Maalesef, bilim felsefesinin ehemmiyetle üzerinde durduğu paradigma meselesi burada devreye giriyor. Kendilerinden evvel bu meselede araştırma yapmış kişilerin araştırmalarını tahkik etmek yerine kolaycılığa kaçıp onları sadece takip ediyorlar. Bu taklidde, belkide ezilmişlik/yenilmişlik hissinin de yeri vardır. Taklidden tahkike geçme zamanı gelmedi mi?


Referanslar

[1] Câbirî, İslâm medeniyetinin fıkıh medeniyeti olduğunu söyler. Muhammed Âbid el-Câbirî, Arap-İslâm Aklının Oluşumu, Terc. İbrahim Akbaba, İstanbul, 2001, s. 109.

[2] Ebu’l-Leys Semerkandî, Tefsîru’l-Kur’ân, Trc. Ebu’l-Fadl Musa el-İznikî, Sad. Mehmet Karadeniz, İstanbul, 2007, Cild 2, s. 163.

[3] Halil İnalcık, “Türkiye ve Avrupa: Dün ve Bugün”, Doğu Batı, Yıl 1, Sayı 2, 1998, s. 21. Makalenin pdf haline buradan ulaşılabilir.

[4] Fahri Unan, “Dinde Tasfiyecilik Yahut Osmanlı Sünnîliğine Sünnî Muhâlefet: Birgivî Mehmed Efendi”, Türk Yurdu, X/36, 1990, s. 33-42. Makaleye buradan ulaşılabilir.

[5] Mezkur kitap için bkz. Birgivî, Tekmile-i Terceme-i Tarîkat-i Muhammediyye, Trc. Vedâdî, İstanbul, 1256/1840.

13 Mayıs 2013 Pazartesi

Osmanlı'nın Okur-Yazarlığına Dair Bir Anekdot

Şiir, roman ve hatırat nevinden bir çok telifatı olan Julia Pardoe (1806-1862), subay olan babası ile beraber 1836'da İstanbul gelmiştir. Dokuz ay müddetince paşalardan hanım sultanlara kadar farklı mevkilerdeki insanlarla konuşmuş, Mekteb-i Harbiye'den Selimiye Kışlasına kadar bir çok yeri gezmiş ve bunları hacimli bir hatıratta neşretmiştir. Hatırat, 2010 senesinde tam metin olarak Türkçeye tercüme edilip neşredilmiştir.

Pardoe hatıratında, Osmanlıdaki okuma-yazma nisbetine dair şunları söyler [1]: 

Perhaps, with the single exception of Great Britain, there exists not in the world a more reading nation than Turkey. I have no doubt that this assertion will startle many individuals in Europe, who have been accustomed, and, indeed, led to believe, that the natives of the East are, as a people, plunged in the profoundest ignorance. It is, nevertheless, a fact that nearly every man throughout the Empire can read and write, and that there are at this moment upwards of eight thousand children scattered through the different schools of the capital. 

İngilizce metnin tercümesi [2]:

Dünyada, bir tek Büyük Britanya istisna olmak üzere, belki de Türkiye'den daha okur-yazar bir memleket yoktur. Bu iddianın Şarklıların en derin cehalete saplanmış insanlar olduğu fikrine alışmış ve hatta inandırılmış Avrupalı pek çok kişiyi şaşırtacağına eminim. Oysa imparatorluktaki hemen hemen her erkeğin okuyup yazabildiği ve şu an payitahttaki farklı mekteplere dağılmış sekiz binden fazla çocuğun bulunduğu bir hakikat.


Pardoe'nin söyledikleri, Avrupalıların yanında günümüz Türklerini de şaşırtacağı aşikar. Pardoe'nin İstanbul'u ziyaretinden yaklaşık 60 sene sonra Osmanlı Devleti genelinde yapılan istatistikî bir çalışma [3], Pardoe'nin iddialarını destekler mahiyettedir. Ayrıca Ekrem Buğra Ekinci'nin "Osmanlı okur-yazar değil miydi?"  başlıklı makalesinde mevcut istatistiklerden istifade edilerek, yüksek sayılabilecek bir okur-yazarlık nisbeti verilmektedir [4].



Referanslar

[1] Miss Pardoe, The City of the Sultan, and Domestic Manners of the Turks: With a Steam Voyage Up the Danube, Fourth edition, London, 1854, s. 71. Kitaba buradan ulaşılabilir. Kitabı, Johan Strauss'un "Osmanlı İmparatorluğu'nda Kimler Neleri Okurdu (19-20. Yüzyıllar)?" (Kritik: Edebiyat Eleştiri Dergisi, sayı 2, Güz, 2008, s. 205-265) başlıklı makalesinde görmüştüm.

[2] Julia Pardoe, Sultanlar Şehri İstanbul, Terc. M. Banu Büyükkal, İstanbul, 2010, s. 146.

[3] Osmanlı Devleti'nin İlk İstatistik Yıllığı 1897, Tarihi İstatistikler Serisi Cilt 5, Haz. Tevfik Güran, Ankara, 1997.

[4] Ekrem Buğra Ekinci, "Osmanlılar okur-yazar değil miydi?", Erişim tarihi 14 Mayıs 2013.

23 Nisan 2013 Salı

İslam İlim Geleneğinde Metn-Şerh-Hâşiye-Ta’lîka-Tekmîle

İslâm medeniyeti, ilim üzerine inşa edilmiştir. Kitaplar, ilmin aktarılmasına vasıta olduğundan, İslâm medeniyetinde mühim bir yeri vardır. Ayrıca, kitaplar, muhtelif yazı stilleri, üzerlerine yapılan süslemeler ve ciltleriyle birer sanat eseri muamelesi görmüşlerdir. Bu yazıda, kitapların muhtevası üzerinde durarak,  aralarındaki hiyerarşiyi ifade eden, metn, şerh, hâşiye, ta'lîka ve tekmîle gibi mefhumlar hakkında malumat verilecektir [1].

Yeri gelmişken, şerh-hâşiye türünden eserlerin muhtevasına dair bahis açmakta fayda görüyorum.  Montgomery Watt gibi bazı müsteşrikler ve onların yerli/yabancı takipçileri, İslam medeniyetinin sahip olduğu şerh-hâşiye geleneğini küçümseyerek, bu türden eserlerin orjinallikten uzak olduklarını iddia etmişlerdir. Ancak böyle bir hüküm acelece verilmişti. Son senelerde, yazmalar üzerinde yoğunlaşan çalışmalar, şerh-hâşiye geleneği hakkındaki bu peşin hükümü iptal etmektedir [2]. 12-14 Ekim 2012 tarihlerinde California Üniversitesi - Berkeley'de  “The Hashiyah and Islamic Intellectual History” adıyla tertiplenen konferansta, şerh-hâşiye geleneği ele alınmıştır [3]. İslâm medeniyeti bünyesinde üretilip günümüze intikal eden yazma sayısının 10 milyon civarında olduğu tahmin edilmektedir. Bunların ancak %10'unun üzerinde çalışma yapılmış olması, bu sahadaki çalışmaların yeterli seviyeye ulaşması için daha çok zamana ihtiyacımız olduğunu göstermektedir. Dünya'da en çok yazma eser barındıran ülke olmasına rağmen, Türkiye'de şerh-hâşiye geleneği üzerine yapılan çalışmalar, henüz başlangıç seviyesindedir [4].

Metn
Yazıldığı ilmin temel kitaplarıdır. Talebenin o ilimde okuyacağı ve ezberleyeceği ilk kitapları teşkil eder. Mevzubahis olan ilmin/sahanın, temel mefhumları ve genel hatları verilir. Umumiyetle, o ilim üzerindeki farklı görüşlere yer verilmez.

Şerh
Metnler muhtasar olduğu için, ifadeleri çoğu zaman müphem ve müşkildir. Zaman geçtikçe anlaşılması daha da zorlaşır. Bu sebeple şerhler yapılmıştır. Şerhler, bu metnin kenarına veya metni içine alacak şekilde yazılır ve buradaki ifadeleri şerheder, açıklar. Şerhlerin bir kısmı, kitabdaki ifâde ve ibâreleri açıklar. Bazı bilgiler kritik edilir.

Hâşiye ve Ta'lîka
Hâşiyeler, umumiyetle kitabın altına yazılır. Şerhlerdeki bazı hususlar izaha kavuşturulmakla beraber, ilâve bilgileri de ihtivâ eder. Bunlara ekseriya ta’lîkat denir. Ta’lîka, kitap okunurken alınan notlar ve kitabın muhtevâsına dair yazılardır. Bazen de metn ve şerhde geçen bilgiler kritik edilir; zayıf, sahih ve mutemed görüşlere işaret olunur; hükümlerin delilleri incelenir ve daha evvel açıklanmamış meseleler vüzûha kavuşturulur. 

Tekmîle
Müellifi kitabı tamamlayamamışsa veya bazı hususları eksik bırakmışsa, buna tekmîle yazılır. 


Fıkıh ilminden misal olarak, Timurtaşî’nin (1004/1595) Tenvîrü’l-Ebsâr adındaki metin kitabını, Alâüddin Haskefî (1088/1677) Dürrü’l-Muhtâr adıyla şerhetmiş; İbn Âbidîn (1252/1836) de Reddü’l-Muhtâr adıyla buna hâşiye yazmıştır. İbn Âbidîn’in oğlu Alâüddin Muhammed de Reddü’l-Muhtâr üzerine babasının metn üzerinde bıraktığı ta’lîk, tahrirat ve itirazları da nazara alarak Kurretü’l-Uyûni’l-Ahyâr adlı tekmîlesini kaleme almıştır. Bütün bunlara Abdülkâdir Râfiî de Takrîrâtü’r-Râfiî diye bilinen ta’likatını yazmıştır. Şamlı Ahmed Mehdi Hıdır da Reddü’l-Muhtâr’a bir fihrist yapmıştır.



Referanslar

[1] Ekrem Buğra Ekinci, İslâm Hukuk Tarihi, İstanbul, 2006, s.151-152. Metin tasarruflarda bulunarak iktibas edilmiştir.

[2] Osmanlı ve öncesindeki felsefî eserler üzerine yazılmış şerh ve hâşiyelerin değerlendirilmesi için bkz. Robert Wisnovsky, “The Nature and Scope of Arabic Philosophical Commentary in Post-Classical (CA. 1100–1900 AD) Islamic Intellectual Hıstory: Some Preliminary Observations”, Bulletin of the Institute of Classical Studies, vol. 47, pp.149-191, 2004.

[3] Tebliğler Oriens dergisinde neşredilecektir. Konferansın sitesine buradan ulaşılabilir.

[4] Şerh-hâşiye meselesine giriş için bkz. İsmail Kara, İlim Bilmez Tarih Hatırlamaz – Şerh ve Haşiye Meselesine Dair Birkaç Not, İstanbul, 2011.

17 Mart 2013 Pazar

Osmanlı ve Modernite

İslam hukuku ve İslam düşünce tarihi sahasındaki çalışmalarıyla tanınmış bir akademisyen olan Wael b. Hallaq ile yapılmış bir mülakattan Osmanlı'ya dair kısmı üzerinde tasarrufta bulunarak iktibas ediyorum [1]:

Osmanlı imparatorluğu bana göre emsalsiz bir imparatorluktur. Hem İslam dünyası, hem Avrupa açısından. Osmanlı, Avrupa'da olup bitenden haberdar olan tek İslam imparatorluğuydu. Sadece bu değil tabi, 15. ve 16. asırlarda Osmanlı imparatorluğu önde olan bir Avrupa imparatorluğuydu aynı zamanda. Ayrıca, Osmanlı imparatorluğu İslamî olduğu kadar Avrupaiydi. Bunu, Avrupa mantığı ile işlediği manasında değil, Avrupa’da olup bitenden haberdar olması anlamında kullanıyorum. Osmanlı Avrupa ile irtibat halindeydi. İtalyanların kuzeyleriyle (Moor) ve İspanya’nın Avrupa ile meşgul olduğu kadar.

....

Osmanlı İmparatorluğu, ilk başlarda modern projeyi geliştirmeye başladı. Daha sonra belli bir noktada durdurdu. Başka bir ifade ile belli bir noktaya kadar moderniteyi kabul etti. Sonra da bu noktadan öteye geçmedi. Bunun sebebi, İslâmiyetin ruhundan vazgeçmek istememesiydi. Bu noktadan sonra ‘ahlâksız’ (immoral) denmese bile, ahlâk sahası dışına (amoral) giriliyordu. Pazarların korunmasını (protectionism of the market) misal verelim. Osmanlı İmparatorluğu pazarın ve fiyatların korunması politikasında ısrar etti. [Çünki halkın, bilhassa fakirlerin himayesi gerekiyordu.] Avrupa’da ise böyle bir anlayış yoktu. Para kazandırdığı sürece, herkes birbirini yiyip tüketebilirdi. Sermaye birikimi için toplum düzeni kurban edilebilirdi. Bu, modernitenin de esasıdır. Günümüzde devasa anonim şirketlerinin de izahıdır. Bunlar toplumdaki en ahlâksız (immoral) kuruluşlardır. Modern devlete göre, daha da immoraldir.

....


Modernitenin en büyük iki projesi üzerinde duralım. Bunlardan hangisi önceliklidir, bunun tartışmasını başka bir konuşmaya bırakalım. Bu iki proje, kapitalizm ve devlettir. Bu ikisi de birbiriyle ilişki içerisindedir. Her ikisi de, hem ayrı ayrı, hem de birlikte, modern projeyi tanımlar.

1896 senesinde İsviçre'deki işçi-işveren münasebetini konu edinen bir karikatür [2]

Kapitalizm ve modern devlet, İslâm dünyası üzerinde en olumsuz etkiyi bırakmıştır. 19. asırda, yani Osmanlı  İmparatorluğunun son yüzyılında, öncelikle İslâm’ın bütün müesseselerini sarsmıştır. Bu bir yüzyıl boyunca devlet ile kapitalizm birbirinin destekçisi olmuştur. Az önce söylediğimiz gibi, bu ikisi İslâm’ın eğitiminden ekonomisine, mesela vakıf gibi bütün müesseselerini tahrip etmiştir. Bu ise, Müslüman hayat tarzına aykırı hayat tarzlarının ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Çünkü devlet ve kapitalizm, toplumu ekonomik, sosyal ve psikolojik birimler hâlinde parçalar. Bu bile başlı başına yeterli bir sebeptir. Kapitalizmin yalnız İslam’a değil, bütün dünyaya yaptıklarına  burada hiç girmeyelim.

İslâm dünyasında bizler, rekabete dayalı bir ekonomi geliştirirsek, yani Batıyla rekabet edecek bir yöntem geliştirirsek, sonunda güçleneceğimizi ve bu şekilde de güçlü hale gelip, kapitalizmin dünyasında kendi mükemmel ekonomimizi inşa edeceğimizi ve daha sonra da dünyaya kendi İslâmî değerlerimizi empoze edebileceğimizi düşünüyoruz. Şunu unutmamak gerekir ki bir şeye aşırı şekilde inanmayı gerektiren bir sistem, o şey olmadan varlığını sürdüremez. Başka bir deyişle, eğer geleceğin cemiyetini rekabet ekonomisine ya da kapitalizme dayalı olarak kuruyorsanız, gelecekte bir gün gelip de “Şimdi güçlüyüm ve şimdi benim güçlü olmamı sağlayan şeyi bırakacağım” diyemezsiniz. Yani bir defa bu gerçekleşti mi, şeytanla el sıkışıp anlaşmışsınız demektir. Şeytan sizin elinizi bir daha bırakmayacaktır. Buna inandığınız müddet, bu anlaşmanız devam edecektir. Bunu başarmanın tek yolu, hem ekonomik hem de ahlâkî açıdan gelişimi sağlayacak yeni ve değişik bir model ortaya koymaktır.




Referanslar:

[1] "Wael B. Hallaq ile İslam Hukuku ve İslamî İlimler Üzerine Bir Söyleşi", Haz. F. Betül Güney Altıntaş, İslam Hukuku Araştırmaları Dergisi, sayı 18, s. 143-155, 2011. Mülakatın tercümesinin tamamına buradan ulaşılabilir. Mülakatın orjinal halini paylaşan Betül Hanımefendiye teşekkürlerimi sunarım.

[2] Neuen Postillon, Zürich, Schweiz, 1896. Karikatürün başlığı "Das neue Verhältnis zwischen Arbeiter und Unternehmer (İşçiler ve işverenler arasındaki yeni münasebet)" .

25 Şubat 2013 Pazartesi

Unutulmaya Devam Eden İthaf

14 Mart 2011 tarihli yazı, 1885-1887 tarihleri arasında İstanbul'da görev yapan Amerika Birleşik Devletler Temsilcisi  Samuel S. Cox'un Diversions of a diplomat in Turkey [1] adlı kitabının Türkçe tercümesine dairdi.
Kitabın 1893 senesindeki baskısının kapağı

Kitabın başında Cox, Sultan II. Abdülhamid'e hitaben yazdığı Osmanlıca ve İngilizce mektupları, tercümede sadece Osmanlıcası (latinize edilmeden) verilmişti; İngilizcesi ise hiç tercüme edilmemişti. Bunun üzerine, mektubun İngilizcesini tercüme ederek neşretmiştim. Mektubun, Osmanlıca ve latinize edilmiş halleri ise aşağıdadır: 
Kitabın xii. sayfasında neşredilen mektubun Osmanlıcası.

Şehriyâr-ı ‘âlî-şiâr Şevketlû Mehâbetlû Sultân Abdülhamid Hân-ı Sânî hazretlerinin atebe-i ulyâ-i mülûkânelerine, 

Pây-i taht-ı saltanat-ı seniyyelerine iki sene devâm-ı müddet-i ikâmet-i çâkerânemde  meşhûdum olan arâziyye-i latîfe bendenize cidden hayretbahş olmakla berâber, memleketin vaz’iyyet-i tabi’iyyesi umûmî bir merkez-i ticâret olmağa müsta’id görünmüşdür. Nezd-i âlî-i Şehriyârîlerine me’mûriyyet-i sefâretde bulunduğum müddetçe memleketim hakkında  izhâr buyurulan âsâr-ı teveccüh ve nik-hâhi-i mülûkâneleri bendelerini garîk-i lücce-i hişyârî ve seâdet eylediği gibi çâkerleri ve zevcem câriyeleri hakkında râyegân buyrulan iltifat ve  ta’zimat-ı reh-i?-nüvâzî-i Şehriyârîleri her  ikimize bâis-i  fahr-ü şeref masdaku’l-gâye?  olmuştur. Nâil olduğum iş bû iltifat bendeleri şimdi bulunduğum me’muriyyet-i âcizânemin iştiğâlât-ı meyânında herbir yâd-ı  hâtırgüzâr-ı çâkerânem  olmakdadır. Amerika’ya avdet-i çâkerânemden  beri şarkın hâtırâ-i lezîzesi ve ale’l-husûs zât-ı şevket-simât-ı mükerremeleri ile cereyân eden münâsebât-ı çâkerânemin vecîbe-i şükranımı hiçbir vakt zihnimden çıkmamakdadır. Memâlik-i şâhânelerinin mürekkeb olduğu akvâm-ı muhtelifenin sûret-i teşekkül ve irâdesiyle hilâfete ve siyâsete hükümdâr-ı zî-şânı teb’a-ı şâhânlerinin imtizâc-ı menâfı’ına nasıl bir teyakkuz ve istikâmet ve mahâretle çalışmakda bulunduğuna dâir bir eser kaleme alarak eser-i mezkûrede şîme-i celîle-i Cenâb-ı Mülûkâneleri olan adâlet-i ma’rûfâne ile bekâ-i sulh-ı umûmî için meşhûd bâsıra için ittihâz olunan mesâi ve gayret-i insaniyet-perverâne-i şehriyârîlerinin bihakkın inzâr-ı âmmeye vüs’-i? sarf-ı mâ hasal gayret eylerim. İşbu eser-i çâkerânemin nâm-ı nâme-i Cenâb-ı Şehriyârîleriyle takdîmine inâyet ve müsâade-i seniyye-i Cenâb-ı mehâbetlerinin tevzi’ buyurulmasını istirhâma cür’et eylerim. Her halde ve kâtıbe-i ahvalde emr-ü fermân ve lütf-u bî pâyân Hazret-i Veliyy-ül emr efendimizindir.

an  Newyork / 5  Kânûnu Sânî 1887

Kulları Koks (Cox)


Referanslar

[1] Samuel S. Cox, Diversions of a diplomat in Turkey, New York:C.L. Webster, 1893. Kitabın pdf haline buradan ulaşılabilir.

17 Şubat 2013 Pazar

Osmanlı Medreselerinin Serencamına Dair Bir Anekdot

Osmanlı Devleti'nin en mühim müesseselerinden biri medreselerdir. Bunların üzerinde yapılacak araştırmalar, Osmanlı Devleti'nin siyasî, adlî, ilmî ve dinî yapısı ve bu yapıların zamanla nasıl ve ne ölçüde değiştiği hakkında önemli ipuçları verecektir. Düzgün işleyen her sistemde, belli bir müddet sonra bu sisteme gösterilen ihtimamın azalması sebebiyle, ortaya çıkan arızalar giderilmez olur. Bu sebeple bozulma kaçınılmazdır. Ancak bozulma rahatsız edici boyuta ulaştığında, bu sefer ıslah çalışmaları başlar. Anlaşılan medreselerde benzer akıbete uğramıştır. Peki medreselerde ortaya çıkan aksaklıklara neler sebep olmuştur?

Son devirde medreseler üzerinde yapılacak ıslah çalışmalarına dair dergi ve gazetelerde epey yazılar neşredildi. Bunlardan birinde, Şeyhülislam Musâ Kâzım Efendi (v. 1920), medrese tedrisatının ıslâhına dair medrese talebelerine karşı yaptığı konuşmada bir medrese talebesinin "İyi ama biz nasıl geçineceğiz?" sualine şöyle cevap vermiştir [1]:

" O yönü biz düşüneceğiz. Orası size ait değil. Emin olunuz, sizin geliriniz pek çoktur. Fakat ötekinin berikinin elinde kalmış. Talebeye tahsis edilmiş vakıflar, tamamıyla kendilerine bırakılsa, beş bin talebe varsa, zannederim üçer lira düşer. Bundan başka milletin de size karşı fedakârlık göstereceği muhakkaktır. Umulur ki, siz bir mevcudiyet gösterirsiniz. Yoksa geleceğin ne olacağı kesindir. Ancak size düşen, bu ihtiyacı bilerek bunu gidermeye çalışmaktır." 

Vakıf gelirleri sayesinde hem medreselerin masrafları hem de talebenin ihtiyaçları karşılanmaktaydı. Medreselerin ekonomik açıdan, sıkıntıda olması, hem müderris hem de talebe üzerinde menfî tesir yapmıştır. Aslında mesele, Celâlî isyanlarına (XVI. asır) kadar gitmektedir. Ekonomik buhran esnasında, insanlar çocuklarını, barınabilecekleri en iyi yer olarak düşündükleri medreselere göndermişler. Ayrıca, medrese talebelerinin askerlikten muaf tutulması da benzer tesir yapmıştır. Bunlar da, medreselerin alabileceklerinden fazla talebeyle dolmasına sebep olmuştur. [2]

Musâ Kâzım Efendi'nin işaret ettiği gibi, medreselerin sahip oldukları vakıflar, belki gözden düşmeleri sebebiyle başka taraflara kanalize edilmiştir. Ancak, geçinme korkusunun olduğu bir yerde tedrisatın ne kadar verimli olabileceğini anlamak zor değildir.


Referanslar:

[1] Musâ Kâzım, "Kelam Kitaplarının Asrın İhtiyaçlarına Göre Düzeltilmesi ve Yazımı, Müslümanlar Arasındaki Farklı Mezheplerin Birleştirilmesi, Medreselerdeki Eğitim Öğretimin Islahı", Yazan. Eşref Edip, Sad. Hulusi Arslan, Hikmet Yurdu, Cild 3, Sayı 5 , s. 393-407, Ocak-Haziran 2010. Makaleye buradan ulaşılabilir. Bu makalenin orjinali, Sırat-ı Müstakîm dergisinin 52 (s. 403-406), 53 (s.5-6), 54. (s.22-23) sayılarında “Kütübü Kelâmiyyenin İhtiyâcât-ı Asra Göre Islah ve Te’lîfi, Beyne’l-Müslimîn Mezâhib-i Muhtelifenin Tevhîdi, Medreselerde Tedrîsâtın Islâhı”adıyla neşredilmiştir.

[2] Benzer şikayetler, Beyânü'l-hak dergisinde medreseler ve ıslahına dair neşredilen yazılarda da görülmektedir. Ramazan Boyacıoğlu, "Beyanü'l-Hak'ta Ulema, Siyaset ve Medrese", Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Cild 2, Sayı 1, 1998. Makeleye buradan ulaşılabilir.

5 Şubat 2013 Salı

"Siyâsete Müteallik Âsâr-ı İslâmiyye"

Bursalı Mehmed Tâhir (1861-1925), biyografi ve bibliyografi türünden eserler kaleme almış velûd bir yazardır (hayatı ve eserleri için bkz. [1]). Siyâsete Müteallik Âsâr-ı İslâmiyye kitapçığı biyografik eserlerindendir. Aşağıda bu kitapçığın mukaddimesinin transkripsiyonu verilmiştir [2]:

Bir kaç gün evvel ezkiyâdan bir muharrir ile görüştüm. Eslâfımızın âsarı hakkında bir meclisde duyduğu şeyleri nakl etti: Güya âsar-ı mezkûrenin en çoğu sarf, nahv, mantık, me'âni; kelâm, fıkıh ve buna mümâsil fenlerin usul ve kavâidini şerh ve beyandan ve kısmen de fâide-i neşriyye hilâfında edâ’ ve izhâr-ı fazilete müteallık mebâhisden ibaret imiş! İdareye, siyasete, ictimaiyete dair hiç bir eserlerine tesadüf olunmuyormuş!

"İlm-i ahval-ı kütüb" ile iştiğal ettiğim cihetle bu babda mütaalamı sordu. Müstehdarâtıma binaen âsar-ı eslâf hakkındaki zan ve ikan doğru olmadığını ve buna delil-i kati olmak üzere netice-i tetebbuat-ı hâdıramı hâvi bir cedvel müdevvinât neşr edeceğimi kendisine söyledim. 

Vakıa, sahaflarda ve sâir kitabçılarda o gibi efkara sapanları ilzâma medâr olacak âsara çokluk tesâdüf olunmuyor. Fakat, bir kere erbâb-ı hayrın yadigar kıymetdârı olan hazâin-i nefâis itlakına şayan bulunan umumî ve hususî kütübhaneler devam ve tetebbuata ikdâm olunsun. Kavâid-i maluma ile beraber siyasî, idarî, ictimaî her kısımda görülecek müdevvenât fart-ı hayreti mûceb olur.

Ne çare ki tetebbuat ve terakkiyata hâhişkar olanlar için her türlü âsarı tedarik itmek kütübhanelerde vakit geçirmek pek de mümkün olmadığı cihetle müellifât-ı sâlifenin enva' ve ecnâsına peyda-ı ıtla' bi't-tabi' kâbil olamaz. Bu sebeble eslâfın ehlâfa ni'am-ı murûsesi olan âsar ber-güzideleri herkes için bir fikr-i vâsi' hâsıl olamıyor. Gerçi zamanımızda iktisadı, ictimaı vesâir bir çok âsarın saha-i telifatı tezyin etmekte olduğu görülüyorsa da  erbab-ı tetebbu’u müstefid etmekle beraber tezayüd-i malumata inkişaf-ı efkâra hâdim olan o müsüllü müdevvinât-ı sabıkanın mütaalası da ayrıca tenvir-i efkârı mûcib olur.

İşte terakkicüyan vatana bir hizmet-i naçizane olmak üzere o muharrire verdiğim sözü yerine getiriyor, şimdiye kadar fünun-u mebhusun anha hakkında müttali’ olabildiğim âsar-ı eslâfın isimlerini hâvi ber-vechi-zir bir cedvel neşr ediyorum. İş bu fünuna müteallık olub daire-i ittıla’ıma vüsul-u müyessir olmayan daha bir çok eserlerin mevcud olduğu şübhesizdir. Bunu da sâir hâdimîn-i marifet tedkik ve irâe ederlerse ahlafa bir himmet-i maarifmendâne ifâ etmiş olurlar. Cedvel-i mezkûre ser levha ittihaz ettiğim şu makalecik Derseadetde ve taşrada vücudlarıyla iftihar olunan hukukiyyun ve mütetebbinin daire-i mechuliyetinde kalan müellifat-ı müfideyi istifadegah-ı ename-i irâeye şevk ve himmetletini tahrik maksadına mebnidir. Ümid iderim ki naçizane açdığımız bu çığırda maarifperverân vatanımızın mesai-yi münevvereleri mütevaliyen incilâ pezîr olurda müştakîn-i ilm ve irfân olanların ve istikbalen memleketimize nâfia olacak malumatları bir kat daha tezayüd ve tevessü’ ider ve min Allahi’t-tevfîk.

Sene 1332


Referanslar

[1] Âdem Ceyhan, "Biyografi ve Bibliyografya Âlimi Bursalı Mehmed Tâhir Bey'in Eserleri", Celal Bayar üniversitesi Sosyal Bilimler, cild 8, sayı 2, s.1-16, 2010. Makaleye buradan ulaşılabilir.

[2] Muallim Vecî, Bursalı Tâhir Bey, Matbaa-i Orhaniye, 1334, s. 106-108. Bu kitaba buradan ulaşılabilir. Ayrıca kitapçığın sadeleştirilmiş hali için bkz. Gürbüz Deniz, "Bir Osmanlı Aydını Bursalı Mehmet Tahir Bey ve Siyaset'e Müteallik Âsâr-ı İslamiye adlı Risalesi", İslâmî Araştırmalar Dergisi, cild 12, sayı 1, s.59-64, 1999. Bu makaleye buradan ulaşılabilir.