28 Ağustos 2010 Cumartesi

Radikal ve Ebussuud Efendi

Daha önceden Radikal Gazetesi yazarlarından İsmet Berkan’ın Ebussuud Efendiye ait olduğunu iddia ettiği fetva hakkında bu sitede bir yazı neşredilmişti. İsmet Berkan’a iki e-posta göndermeme rağmen bir cevab gelmedi. Makalesinde kullandığı fetvanın kaynağına, mevcut neşredilmiş kaynakları ve yakın zamanda yapılan bir doktora tezini taramama rağmen ulaşamamıştım. Yazar bunu bildirirse minnettar kalacağım.

Aynı gazetenin bir başka yazarı Türker Alkan da 28/10/2007 tarihli yazısında Ebussuud Efendi’nin fetvaları üzerinden bazı yorumlarda bulunmuş. Radikal Gazetesi yazarlarının Ebussuud Efendi’nin fetvalarını bu kadar yakın takip edeceğini hiç düşünmezdim. Anlaşılan, Alkan kullandığı fetvaları, Ertuğrul Düzdağ’ın neşrettiği Şeyhülislâm Ebussuûd Efendi Fetvaları adlı kitaptan almış. Makalesinde fetvaları anlayabildiği kadarıyla sadeleştirerek kullanmayı tercih etmiş. Fetvaları zikrettikten sonra, çok büyük bir buluş yapmış edasıyla şunları yazmaktadır: “Bunlar, imparatorluğun en parlak döneminde, en üst makamda bulunan din ve hukuk bilgini olan kişinin yargılarıdır. Belki biraz da bu devletin neden göçüp gittiğinin ipuçlarını vermektedir, kim bilir”. Fetvalar içerisinde Osmanlı Devleti’nin “göçüp gitmesine” dair hangi ipucunu gördüğü merak konusudur.

Şimdi makalede geçen fetvalardan birini ele alacağım. Fetva şöyle: “Zorunlu olmadığı halde kâfir dilinde konuşan bir Müslüman küfür işlemiş olur, şiddetle cezalandırılmalıdır!”. Fetvanın aslı ise şöyledir [1]: “Mes’ele: Zeyd-i Müslim kâfir dilince zarûretsiz tekellüm eylese, şer’an nikâhına zarar olur mu? El-cevab: Zarar-ı mahzdır. Küfrüne hükm olunup avreti tefrik olunmaz, ta’zîr-i şedîd ile men’ü zecr olunur”. “Zarar-ı mahz” kendisinden fayda yerine zarar gelen manasındadır. Maalesef ibareyi okurken dikkatsiz davranan yazar: “Küfrüne hükm olunup avreti tefrik olunmaz” ibaresini “küfrüne hükm olunmaz dolayısıyla avreti de tefrik olunmaz” manasında anlaması gerekirken, tam tersine “küfrüne hükm olunur” şeklinde anlamıştır. Kaldı ki küfrüne hükm olunan biri avretinden tefrik olunur. Çıkardığı mana çelişkilidir.

Yazar tarihî mahiyet taşıyan bu fetvaya tarih ilminin usullerine uymadan yaklaşmıştır. Leon Ernest Halkin Elements de critique historique adlı eserinde belirttiği üzere tenkid metodunun ilk kanunu metinlere saygıdır. Bu nasıl tatbik edilir? Bir metin izah edilirken, metindeki cümleleri ve kelimeleri yazarının kastettiği mânâlar içerisinde anlamak gerekir. Ayrıca filolojinin (dil bilimi) tarih ilminde önemli bir yeri vardır. Filolojiden istifade etmeyen tarihçiye güvenilmez [2]. Alkan'ın yazdıklarına ne derece itimad edilebileceği ortadadır.

Fetva gayet açıktır. Bildiğin ecnebi lisanı olur olmaz kullanma. İcab ederse kullan. Bugün Avrupa’ya seyahat yapmış olanlar bilirler. Anadili İngilizce olmayan milletlere İngilizce bir sual yönelttiğinizde bildikleri halde İngilizceyi kullanmaya istekli olmazlar. Günümüzde Türkçe konuşulurken bırakın yabancı kelimeleri artık yabancı dilden cümleler de kullanılmaktadır. Ebussuud Efendi'nin dil konusundaki dikkati takdir-i şayandır. Bu sahada, telaffuz ve imlâları galat olan kelimeler ve doğru kullanımlarını anlatan iki risale kaleme almıştır [3].

Aslında yazarın makalenin sonunda zikrettiği ve “Devletin neden göçüp gittiği” sualinin cevabı ortada: Tarihine, diline ve kültürüne, kısacası kendine yabancılık.

Yazıyı Charles McLean Andrews'ın bir kitabından iktibasla sonlandırıyorum [4]: “Bir milletin kendi tarihine yaklaşımı kendi ruhuna açılan bir pencere gibidir ve böyle bir milletin kadın ve erkekleri şayet onların şimdi ne olduklarına sebep olan geçmişe karşı dürüstlülük, merhamet, açık fikirlilik ve hür ve artan bir anlayış göstermeyi reddederlerse zamanın getirdiği büyük vecibeleri yerine getirmeleri beklenemez”. Belki biraz da bu günümüz Türkiyesinin de neden yerinde saydığının ipuçlarını vermektedir, kim bilir...


Referanslar

[1] Ertuğrul Düzdağ, Şeyhülislâm Ebussuûd Efendi Fetvaları, İstanbul,1983, s 118.

[2] Leon Ernest Halkin, Elements de critique historique (Tarih Tenkidinin Unsurları), Trc. Bahaeddin Yediyıldız, Ankara, 1989, s.35-36.

[3] Abdülkadir Dağlar, “Ebussuûd Efendi'nin Telaffuz-İmlâ Üzerine Dikkatleri ve İki Risâlesi”, Turkish Studies, Cild 3, Sayı 6, 2008. Makaleyi buradan indirebilirsiniz.

[4] Charles McLean Andrews, The colonial background of the American Revolution: four essays in American colonial history, 1961, s.220.

25 Ağustos 2010 Çarşamba

Vicdan borcu

Mehmed Sâdık Rıf’at Paşa’nın (1807-1857) yanında bir müddet mütercim olarak çalışan David Efendi’nin oğlu olan Isak Jerusalmi, Paşa’nın mekteplerde okutulan Risâle-i Ahlâk eserini latin harflerine aktararak neşrettiği eserin önsözünde şunları yazmaktadır [1]: “Nice ‘eski’ kitabın sarımtırak sahifeleri, zavallı kimselerin eliyle çekirdekçi ve leblebici dükkanlarına satılmış, kesekâğıdı diye kullanılarak, çöp tenekelerine atılmış. Kala kala o devrin yayınlarından bir avuç yazı, ünlü kütüphane dolaplarına sığınmış, kilit altında yaşamakta ve beklemekte. Yüz yılı aşan fecî bir bekleyiş ve yalnızlık bu! Güneş ışığı görmemiş bunca kitabı kim okuyacak, kim değerlendirecek? Bilirkişi yetişmiyor ki!”.

Üsküdar doğumlu Isak Efendi bunları söylüyor ve insanı rahatsız eden soruyu, eğer üstümüze alıyorsak, bizlere yöneltiyor: Bu eserleri kim okuyacak?

Önsözün son kısmında şunları kaydetmektedir: “4 Mart 1924 tarihinde, halifeliğin ilgasından sonra İkinci Abdülmecid'in İstanbul’dan Çatalca’ya araba ile, oradan da trenle Avrupa’ya gitmesi kararlaştırılmıştı. Hususî kâtip, Salih Keramet Nigâr, kitabında [Halife İkinci Abdülmecid, İstanbul, 1964, sahife 8] Çatalcaya gelen araba kafilesinin demiryolu istasyonuna varışını şöyle anlatıyor: “Rumeli Demiryolları Şirketinin oradaki âmiri meğer bir Musevî yurddaşımızmış. Efendimizin ve âilesi âzâsının dinlenmelerine elverişli başka bir yer bulunmadığı için üst dâiresini böyle habersiz gelen yüksek misafirlerin istirahatine tahsis etti, çoluk çocuğuyla da îzâz ve ikramlarına koyuldu. İçten gelen saygı ve sevgi yardımlarına Efendimiz tarafından takdirle teşekkür edildiği zaman da: ‘Osmanlı Hânedânı Türkiye müsevilerinin velînîmetidir. Atalarımız İspanya’dan sürüldükleri, kendilerini koruyacak bir ülke aradıkları zaman onları yokolmaktan kurtardılar, devletlerinin gölgesinde tekrar can, ırz ve mâl emniyetine, din ve dil hürriyetine kavuşturdular. Onlara, bu kara günlerinde, elimizden gelebildiği kadar hizmet etmek, bizim vicdan borcumuzdur’ dedi ve gözlerimizi yaşarttı.”

Mûsevî vatandaşların Osmanlı hakkındaki düşünceleri için şu esere müracaat edilebilir: Avram Galanti, Türkler ve Yahudiler – Tarihî, Siyasî Tedkik, İstanbul, 1947.

Salih Keramet Nigâr’ın aktardığı bu hatırayı Taraf Gazetesi yazarlarından Ayşe Hür’e (06.12.2009 tarihli yazısından dolayı) ithaf ediyorum.


Referanslar

[1] Mehmed Sâdık Rıf’at Paşa, Risâle-i Ahlâk, Haz. Isak Jerusalmi, Cincinnati, 1990. Eserin pdf haline buradan ulaşılabilir.

24 Ağustos 2010 Salı

Bir Medeniyetin Külleri

Bir ülkenin kütüphanelerini, arşivlerini ve müzelerini yağmalattığınızda artık onun tarihinden bahsedemezsiniz. Bir millete yapılabilecek en büyük kötülüklerdendir kitaplarını yakmak, tarihini yağmalatmak kısacası hafızasını yok etmek.

Rebecca Knuth’un 2006 senesinde çıkan Burning books and leveling libraries : extremist violence and cultural destruction adlı eserinin “Errors of Omission and Cultural Destruction in Iraq, 2003” başlıklı bölümünden Irak’a medeniyet getireceklerini iddia edenlerin insanlık mîrâsını, Cengiz-vârî, nasıl yok ettiklerini okuyalım (sayfa 203-205) :

Yağmalanan Bağdat Millî Kütüphanesi (Kaynak: www.guardian.co.uk)

During the period leading up to the American invasion of Iraq, prominent coalitions of experts foresaw and publicly warned of the danger of cultural devastation. On March 26, 2003, 10 institutions and 130 scholars and heritage managers from all over the world signed the Archaeological Institute of America’s “Open Declaration on Cultural Heritage at Risk in Iraq” (“Editorial” 2003, 222). It was an attempt to pressure the U.S. government and its allies to proactively protect Iraq’s cultural legacy in the event of war. The statement urged all governments to recognize that fragile cultural heritage is inevitably damaged by warfare and to respect and protect cultural sites. It pointed out the value of Iraq’s cultural heritage both to the Iraqi people and the world. This was but one of many warnings. The International Council of Museums warned of the possibility of pillage and cited the looting of 7 out of 12 of Iraq’s regional museums in civilian disorders at the end of the Gulf War. The statement of the International Committee of the Blue Shield, which represents nongovernmental organizations in the fields of archives, libraries, monuments and sites, and museums, urged combatants to protect Iraq’s cultural resources and fend off losses to the historical record.

Irak'ın Amerikan istilasıyla sonuçlanan periyot boyunca, seçkin uzmanlar topluluğu kültürel tahribat tehlikesini görerek açıkça uyardılar. 26 Mart 2003'de dünyanın her yerinden 10 enstitü ve 130 bilim adamı ve tarihi yerlerin korumasıyla ilgilenen yöneticiler Amerika Arkeoloji Enstitüsü'nün "Irak'da Kültürel Mirasın Tehdit Altında Olduğuna Dair Açık Bildiri"sini imzaladılar (“Editorial” 2003, 222). Bu, savaş olduğu takdirde tedbirler alınarak Irak'ın kültürel mirasının korunması için ABD hükümetine ve müttefiklerine baskı altına alma teşebbüsüydü. Bildiri tüm hükümetlerin hassas kültürel mirasın savaştan ister istemez zarar göreceğini kabul edilmesine ve kültürel sitelere saygı duyulmasına ve onların korunmasına zorluyordu. Irak'ın kültürel mirasının hem Irak halkı hem de dünya için olan değerini ifade ediyordu. Bu birçok uyarıdan sadece biriydi. Uluslararası Müzeler Konseyi yağma ihtimalini belirtti ve Körfez Savaşı sonunda sivil karışıklıkta Irak'taki bölgesel müzelerden 12'sinden 7'sinin yağmalandığını bildirdi. Arşivler, kütüphaneler, anıtlar ve siteler ve müzeler sahasında sivil toplum örgütlerini temsil eden Uluslararası Mavi Kalkan Komitesi'nin bildirisi muharipleri, Irak'ın kültürel kaynaklarını korumaya ve tarihî kayıtların kaybolmasını engellemeye çağırdı.

Kütüphaneden kitap kaçıran bir yağmacı (Kaynak: www.life.com)

Despite all the warnings, the administration of George W. Bush and his military leadership made no plans for protection of cultural heritage immediately following the collapse of Saddam’s government. With the fall of Baghdad on April 9, mobs swarmed into public institutions and looted, smashed, and burned with abandon for five days.

In Mosul, despite the fact that the mosques pleaded for an end to anarchy, citizens set fire to the government printing office and ransacked the Mosul University Library and its ancient manuscript collection. After the city fell, as the troops rolled in, residents shouted at them: “Why are you so late?” (Espo 2003). The anarchy in Baghdad resulted in devastating losses as Iraq’s prestigious national collections were decimated. Iraqi librarians, curators, and staff noted that, although there were insufficient troops to control the entire city, the American troops capably defended those facilities that they had been ordered to protect: the Ministry of Oil, Palestine Hotel, Sheraton Hotel, the airport, the Republic Palace, and other locations deemed strategic. Iraqi Academy of Science staff members reported that when an American tank crashed through the institution’s front gate and its crew removed the Iraqi flag at the entrance and then left, it was seen as essentially an invitation to looters (Al-Tikriti 2003). When they were asked to protect the National Library, U.S. soldiers informed the librarians that “our orders do not extend to protecting this facility” and that “we are soldiers, not policemen” (Al-Tikriti 2003).

Tüm bu uyarılara rağmen, George W. Bush yönetimi ve onun askeri liderleri, Saddam'ın devrilmesi akabinde kültürel mirasın korunmasına yönelik hiçbir plan yapmadı. 9 Nisan'da Bağdat'ın düşmesiyle, kalabalık kamu enstitülerine üşüştü ve beş gün boyunca yağma, talan ve yakma olayları yaşandı.

Musul'da camiler anarşinin son bulması için çağrıda bulunmalarına rağmen, vatandaşlar devlet basımevini ateşe verdiler ve Musul Üniversitesi kütüphanesini ve antik yazmalar koleksiyonunu yağma ettiler. Şehir düştükten sonra, askerler geldiğinde ahali onlara "Neden bu kadar geç kaldınız" diye bağırdı (Espo 2003). Bağdat’taki anarşi Irak'ın ünlü millî koleksiyonlarının büyük kısmının yok edilmesiyle sonlandı. Iraklı kütüphaneciler, müze müdürleri ve görevliler şunları belirttiler: Tüm şehri kontrol edecek kadar asker olmamasına rağmen, kendilerine korumaları için emir verilen Petrol Bakanlığı, Palestine Hotel, Sheraton Hotel, havaalanı, Cumhuriyet Sarayı ve diğer stratejik yerleri korumayı başardılar. Iraklı Bilim Akademisi üyeleri, bir Amerika tankının enstitünün ön kapısını yıktığını ve girişteki Irak bayrağını indirdikten sonra uzaklaştığı, bunun yağmacılar için bir davet olduğunu rapor etmektedirler (Al-Tikriti 2003). Kendilerinden Millî Kütüphaneyi korumaları istendiğinde, Amerikan askerleri kütüphanecilere "Emirler burayı korumayı içermiyor" ve " biz askeriz polis değil" şeklinde cevap vermişlerdir (Al-Tikriti 2003).


Yağmadan sonra bir imam tarafından camide muhafaza edilen kitaplar (Kaynak: www.guardian.co.uk)

The cultural losses struck a deep chord with educated Iraqis to whom the country’s history and intellectual traditions were important. These Iraqis held the troops directly responsible for the losses, and the U.S. administration lost ground in its attempts to win their hearts and minds. “This is not a liberation; this is a humiliation,” Iraqi archeologist Raid Abdul Ridhar Muhammad told a journalist, “If a civilization is looted, its history ends. Please tell this to President Bush” (Griffi ths 2003).

Gailan Ramiz, a Princeton-educated professor at Baghdad University, sought out reporters to make his statement: “I believe the United States has committed an act of irresponsibility with few parallels in history, with [allowing] the looting of the National Museum, the National Library and so many of the ministries. People are saying that the U.S. wanted this—that it allowed all this to happen because it wanted the symbolism of ordinary Iraqis attacking every last token of Saddam Hussein’s power” (Burns 2003, A1). This claim, that there was a deliberate motive for the troops’ refusal to protect Iraqi cultural institutions, was supported by journalists’ reports that in Basra, British officers who allowed the looting of Ba’ath party buildings, which housed important administrative documents, stated that this was a way to demonstrate to the Iraqi people that the party had lost control of the city (Human Rights Watch 2003).

During the course of the interview, as another tank went by, ignoring the looting that was going on, Fouad Abdulla Ahmed bitterly observed: “The army of America is like Genghis Khan. America is not good and Saddam is not good. My people refused Saddam, and they will refuse the Americans” (McGeough 2003).

An American Library Association (2003) statement lamented the losses: “Cultural heritage is as important as oil. Libraries are a cornerstone of democracy and are vital resources in the re-establishment of a civil society.

On April 11, as the looting in Baghdad raged without check, UNESCO Director-General Koichiro Matsuura exhorted U.S. authorities to protect Iraq’s sites and cultural institutions. Matsuura cited UNESCO’s recent experience in other war-torn situations, which had shown that “culture can play a key role in consolidating the peace process, restoring national unity and building hope for the future” (UNESCO 2003).

Eminent book historian Robert Darnton (2003, B01) pointed out: “libraries and archives, museums and excavations, scraps of paper and shards of pottery provide all we can consult in order to reconstruct the worlds we have lost. The loss of a library or a museum can mean the loss of contact with a vital strain of humanity.

Kültürel kayıplar ülke tarihinin ve fikri geleneklerin önemine inanan eğitimli Iraklıları derinden yaralamıştır. Bu Iraklılar askerleri kayıplardan doğrudan sorumlu tutmaktadır ve ABD hükümeti onların kalplerini kazanma çapalarının zeminini kaybetti. Iraklı arkeolojist Raid Abdul Ridhar Muhammad'in bir gazeteciye "Bu liberasyon (hürriyet) değil, asimilasyon. eğer bir medeniyet yağmalanırsa, onun tarihi son bulur. Lütfen bunu Başkan Bush’a söyleyin" (Griffi ths 2003).

Bağdat Üniversitesinde Princeton eğitimli bir profesör olan Gailan Ramiz röportajcılara beyanat vermek için aradı: "İnanıyorum ki ABD Millî Müzenin, Millî Kütüphanenin ve bir çok bakanlıkların yağmasına izin vermekle tarihte paraleli az bulunur sorumsuz bir hareket yapmıştır. İnsanlar ABD'nin bunu -Saddam Hüseyin'in gücün son hatırasına saldıran Iraklılar sembolü istediğinden bunların olmasına izin verdi- istediğini söylüyorlar"(Burns 2003, A1). Askerlerin Irak kültür enstitülerinin korunmasını reddetmeleri kasıtlı bir hareketti iddiası gazetecilerin raporlarıyla desteklendi. Basra'da İçinde önemli idari evrakların bulunduğu Baas Partisi binasının yağmalanmasına müsaade eden İngiliz subaylar bu, Iraklı insanlara şehrin partinin kontrolünden çıktığını göstermenin bir yoluydu (Human Rights Watch 2003).

Röportaj sırasında, devam eden yağmayı görmezden gelen bir diğer tank geçtiğinde, Fouad Abdullah Ahmed acı acı "Amerika ordusu Cengiz Han gibi. Amerika iyi değil. Saddam iyi değil. Benim halkım Saddam'ı reddetti, Amerikalıları da reddedecektir" dedi (McGeough 2003).

Amerika Kütüphane Derneği (2003) bildirisi kayıplardan dolayı hayıflandı: "Kültürel miras petrol kadar önemlidir. Kütüphaneler demokrasinin temel taşıdır ve sivil bir cemiyetin tekrar inşasında elzem kaynaklardır".

11 Nisan'da, Bağdat'taki yağma kontrolsüz arttığında, UNESCO Genel Direktörü Koichiro Matsuura Irak'ın sitelerinin ve kültürel enstitülerinin korunması konusunda ABD'li otoriteleri uyardı. Matsuura UNESCO'nun diğer savaş yüzünden mahvolmuş mahallerdeki tecrübesinden bahsetti: "Kültür barış sürecinin pekiştirilmesinde, millî birliğin tekrar sağlanmasında ve gelecek için ümit inşasında anahtar rol oynamaktadır" (UNESCO 2003).


Önemli kitap tarihçisi Robert Darnton (2003, B01) şunlara işaret etti: "kütüphaneler ve arşivler, müzeler ve kazı yerleri, kağıt ve çömlek parçaları kaybettiğimiz dünyaların tekrar inşası için başvurabileceğimiz her şeyi sağlar. Bir kütüphanenin veya müzenin kaybı insanlığın önemli bir iziyle irtibatımızın kaybı anlamına gelebilir" .


Yazıda geçen referanslar:

Al-Tikriti, Nabil. 2003. Iraq Manuscript Collections, Archives, and Libraries. Situation Report. Oriental Institute, University of Chicago.
http://www-oi.uchicago.edu/OI/IRAQ?docs/nat.html. June 8, 2003.

American Library Association. 2003. Press Release: “ALA Joins International Community
in Assisting Iraq National Library” (April 23, 2003).

Burns, John F. 2003. “Baghdad Residents Begin a Long Climb to an Ordered City.” New York Times, 14 April, p. A1.

Darnton, Robert. 2003. “Burn a Country’s Past and You Torch Its Future.” Washington Post, 20 April, p. B1.

“Editorial.” 2003. Antiquity 77 (296):221.

Espo, David. 2003. “U.S. Military Expands Control over Iraq.” Associated Press Online, April 11, 2003. http://www.micro189.lib3.hawaii.edu:2138/universe.

Griffi ths, Jay. 2003. “No Time Like the Present.” Ecologist 33 (6):12–13.

Human Rights Watch. 2003. “Iraq: Protect Government Archives from Looting.” News release, April 10, 2003. www.hrw.org/press/2003/04/Iraq041003.

McGeough, Paul. 2003. “Rich Past Stripped as Future in Tatters.” Sydney Morning Herald, April 14.www.smh.com.au/articles/2003/04/13/1050172478179.html.

UNESCO. 2003. “UNESCO to Make a Preliminary Assessment of the State of Iraq’s Cultural Heritage.” ARCHIVES@LISTSERV.MUOHIO.EDU, April 16, 2003.

13 Ağustos 2010 Cuma

"Sosyolojinin Ana Başlıkları"

Baykan Sezer'in Sosyolojinin Ana Başlıkları adlı eseri [1], hem sosyolojinin Batı ve Türkiye minvalinde seyrini takdim ediyor hem de tenkidini yapıyor. Eserden yaptığım iktibaslar:

Biz toplumumuzun sorunlarının sağlıklı bir biçimde ele alınabilmesi için tarihimizin doğru değerlendirilmesi gerektiğine inanıyoruz. s.2

Buradan toplumların gelişmesini insan aklının gelişmesine bağlamak için bir adım kalacaktır. Ve bu adım da atılacaktır. İnsanlığın gelişmesini aklın gelişmesine bağlama eğilimi Aguste Comte'da "Üç Hal Kanunu" (teolojik, metafizik, pozitif düşünce) kuramında daha da belirgindir. Böylece Batı, sorunlara kendi içinde bir açıklama ve çözüm bulmaktadır. Sorun ve çözümün Batı ile sınırlanması bir yana insan aklı ile sınırlanmakta ve bireyin gücü ve çabası içerisinde kalmaktadır. Elbet söz arasında bunun için Saint-Simon ve Auguste Comte gibi akıllı ve bilgili olmak gerekmektedir.

Saint-Simon da, Auguste Comte da akla ve özellikle akıllarına büyük güvenle iyimserlik içinde toplum sorunlarını açıklamaya koyulacaklardır. Fakat bu açıklamalarında bazı güçlüklerle karşılaşmaktan geri kalmamışlardır. Ancak bu güçlüklerin kendi açıklamalarının yetersizliğinden kaynaklanabileceğini kabul etmeye yanaşamayacaklardır. Yine de bu güçlükler, açıklamalarını bilimsel bir sistem olarak sunmalarını engelleyecektir. Bu durumda kuramlarını bir inanç konusu olarak tanıtmaya başlayacaklardır. Saint-Simon "Yeni Hıristiyanlık" adlı kitap yazmaya koyulacak, Auguste Comte ise "insanlık dini"nden söz etmeye başlayacaktır. s.81-82


Weber'in görüşüne göre kapitalizm protestanlığın bir ürünüdür. Eğer biz bugün endüstri devrimini yapamamış, dolayısıyla henüz kapitalist aşamaya ulaşamamış bir ülke isek bu, protestan olmayışımızın bir sonucudur. Bazıların deyimiyle, az-gelişmişliğimiz, müslüman oluşumuzun bir sonucudur. Ve günümüzde dünyada görülen denge ya da dengesizlikler insanların kendi inançlarının ürünü olmaktan başka bir şey değildir. s. 109


Gerçekten uygarlık düzeyi düşük bazı topluluklarda görülen teknik donatımın sınırlılığından yola çıkılarak bütün Batı-dışı toplumları aynı etiket altında toplayacak "az gelişmişlik" kavramı geliştirilmiştir. Bununla da kalınmamıştır. Teknik donatımın toplumun örgütlenmesinde ve yaşamında etkili olduğu ileri sürülmüştür. Ve Batı da kendisini ileri tekniğiyle tanımlama yolunu seçmiştir. s. 122


Teknik donatımın tarihte böylesine önemli sayılması sonucu Batı-dışı toplumların tarih dışı kaldıkları söylenecektir. Bu doğrudur yine sınırlı bazı topluluklar için. Ancak buradan da bazı genellemelere gidilmiştir. Bütün Batı-dışı toplumlar dolayısıyla tarihsiz sayılmıştır. Ve tarih dönemlendirilmesi Batı gelişmelerine bağlanmıştır. Eski, Orta ve Yeni Çağlar doğrudan Batı tarihinin aşamalarına işaret etmektedir. s .123


Bilindiği gibi giderek Batı kendi üstünlüğü ve yerini kendi düşünce sisteminde ve daha öteye hıristiyanlıkla açıklamaya kalkışmıştır. Batı bugün endüstri devrimini yapmış ise ve endüstri devrimi ile belli üstünlük elde etmiş ise bunu akılcılıkla uyuşabilen hıristiyanlık dinine borçludur. Bizlerin sorunlarının kaynağı ise bu durumda elbet İslâmiyet olmaktadır. İslâmiyet, özünde tutucu ve toplumsal gelişmelere karşı bir dindir. Bizim de Batı'ya ayak uydurabilmemiz için hıristiyanlaşmamız ya da en azından İslâmiyet inançlarından elde geldiğince uzaklaşmamız gereklidir. s. 125


Eğer teknik toplumların alt yapılarının oluşmasında önemli etkinliğe sahip ve uluslar arası nitelikte ise günümüzde toplumlar arası farklılıkların görülmemesi gerekirdi. Oysa durum çok daha farklıdır. Bu durumda yeni bir kavram eklenecektir uygarlığın yanına. Kültür olaylarından söz edilecektir. Ve toplumların kimliklerini kazandıran olayların bu kültür olayları olduğu söylenecektir.
...
Kültür, bu durumda belli uygarlık çevreleri içinde her topluma kendi özelliklerini kazandıran nitelikleri olarak tanımlanacaktır. Elbet bazı güçlüklere neden olmaktadır, kültür ve uygarlık ayrımı. s. 127


Batı'da sosyolojinin XIX. yüzyılda Batı'nın karşılaştığı iki önemli soruna karşılık bulabilmek amacıyla öncelikle ortaya çıktığını belirtmiştik. Bu iki ayrı soruna karşılık arama gereği ...

Batı'nın XIX. yüzyıldan bu yana karşılaştığı sorunlardan birincisi dünya egemenliği konusuyla ilgilidir. Sosyolojinin de başlıca konusudur.

Batı'nın ikinci önemli tasası ise kendi iç sorunları ve bu sorunların çözümleriyle ilgilidir. Gerçekten XIX. yüzyılda Batı'da iç çekişmeler önemli boyutlara ulaşmış bulunuyordu. Bu nedenle sosyolojinin ikinci dizi temel kavramları da Batı iç çelişkileriyle yakından ilgili olmuştur. s.129-130


Batı, kendi dışındaki ülkelerle bir ayırım yapmış, onlar üzerinde bir yargıda bulunmuştur. Bu yargı Batı-dışı ülkelerin "ilkel topluluklar" olmalarından "az-gelişmiş" toplum oluşlarına kadar uzanmaktadır.

Ancak Batı-dışı toplumları yalnızca tanımlaması ve bu toplumlar üzerinde yargıda bulunması yeterli olamamaktadır. Sorun bu toplumları aynı zamanda Batı'nın kurmuş olduğu egemenlik ilişkileri içine katmaktadır. Belli tanım ve yargılar Batı ve Batı-dışı toplumlar arasında bir ayırım yapmak için yararlı olmaktadır ama aralarına kesin sınır getirdiği için bu toplumların karşılıklı ilişkilerinin belirlenmesinde de bazı zorluklara yol açmaktadır. s. 146


Batı-dışı halklarca da kolayca sırt çevrilemeyecek yeni idealler ortaya atılacaktır.

Bu ideallerin başında çağdaşlaşma kavramı bulunmaktadır. Ve hiç kimse "çağ-dışılık" suçlaması tehdidi önünde böyle bir ideali eleştirmeye kalkışamayacaktır. s. 147


Çağdaşlaşmanın ilk belirtisi olarak bizlere lâiklik tanıtılmaktadır. Lâiklik kavramı din ve devlet işlerinin biribirilerinden ayrılmalarından dine saldırıya ve bu saldırının siyasî amaçlarla kullanılmasına kadar uzanabilmektedir. s. 147


Batı, kendi dışı ülkelerle her türlü yaklaşımında ırkçı eğilimler içindedir. Ve bu ırkçılık, yalnızca ideolojik araç olarak da kalmamaktadır. Batı üstünlüğünü bilimsel olarak da kanıtlamaya kalkışmaktadır. Önce biyolojik özelliklerine dayanarak üstünlüğünü belgelemek istemiştir. Renk ayırımından söz etmiştir. Batı'nın bütün beyaz ırkı kapsamadığını görünce bu kez de pergellerle kafa tası ölçümlerine girilmiştir. s. 169


Özellikle Ziya Gökalp'in kişiliği sosyolojimizin Batı sosyoloji geleneğine bağlanmasında baş etken olmuştur. Kendisi sosyolog olarak doğrudan Durkheim etkisine bağlıdır. Gökalp aynı zamanda XX. yüzyıl başlarında en önemli ve en etkili düşünürümüzdür. Önce İttihat ve Terakki Fırkasının ideoloğudur. Sonra Cumhuriyet'in kuruluşu ile Devlet'imizin aldığı genel eğilimlere yazılarında kuramsal temel sağlamaya çalışmıştır. s. 182


XIX. yüzyılda Avrupada görülen gelişmeler Osmanlı İmparatorluğunda Batı kurumlarının üstünlüğüne bağlanacaktır. Ve Batı düzeyine erişebilmek ve böylece sorunlarının çözümlenebilmesi için Osmanlı İmparatorluğunun Batı kurumlarını benimsemesi önerilmeye başlanmıştır. Yine kurumların üstünlükleri kendi yapılarından kaynaklandığı için her türlü ortam içinde başarılı olacakları sanılıyordu.
...
Askerlik alanında ve savaş konularında başlıyan bu Batı'ya örnek alma olayı, gelişmelerin sonunda yaşamın bütün alanlarına yayılmaya başladı. Akım bir kez başlayınca yalnızca belli kurumlarla da sınırlı kalmadı. Ayrıca umulan sonuçların elde edilmemiş olması, Batılalışma yolunda yeterince yol alınamamış olması ile yorumlanıyordu. Ve Batı'dan yeni alıntıların yapılmasına neden oluyordu. Her geçen gün Batı'dan yurdumuza yapılan aktarmaların sayısı artıyordu.

Böylece başlayan Batı etkisi, en azından belli kesimlerde hiç bir sınır tanımaz olacaktır. Osmanlı İmparatorluğunun bazı açmazlarına çözüm bulmak için belli Batı kurumlarının yurdumuza aktarılması biçiminde başlayan Batılılaşma giderek Batılı gibi giyinmek, Batılı gibi yaşamaya kadar uzanacaktır. Batı yaşam biçiminin benimsenmesinden sonra sıra, kaçınılmaz olarak Batılı gibi düşünmeye gelecekti. Bu adım da atıldı. Batı düşüncesi yurdumuzda etkinlik kazandı. s. 186-187


Osmanlı muhalifleri, kendi görüşlerinde Fransız sosyolojisinden büyük destek göreceklerdir. Fransız sosyolojisi ile Osmanlı aydınları arasındaki bu yakınlaşmanın ilk örneği Ahmet Rıza'dır. Gerçi Auguste Comte'un sosyolojisiyle kuramsal ilişkisi açıklığa kavuşmamıştır. Ancak Fransız pozitivist topluluklarla yakın ilgisi olmuştur. Kendisi İttihat ve Terakki'nin kurucuları arasındadır. Partinin adının Ahmet Rıza'nın pozitivistlere yakınlığı nedeniyle Auguste Comte'un "ordre et progrés" ilkesinden esinlendiği söylenmektedir. s. 193


Sosyolojimizin kurucularından birisi Prens Sabahattin ise öbür kurucusu da Ziya Gökalp'tir. Daha önce belirttiğimiz gibi İttihat ve Terakki içinde sorumlu görevlere yükselmiştir. Ve siyasi düzeyde Prens Sabahattin ile aralarında tam bir uyuşmazlık bulunmaktadır. Siyasi alandaki bu çekişmeleri, kısa sürede iki değişik sosyoloji akımının çekişmesi görüntüsü almıştır. Prens Sabahattin'in Le Play'in görüşlerini savunmasına karşılık Ziya Gökalp bir başka Fransız sosyologunun, Emile Durkheim'n görüşlerini savunmuştur. s. 193-194


Kimlik değişikliğimizin doğrudan sorunlarımızın çözümü olduğunun düşünülmesi sosyolojimizin günümüzde bazı yüzeysel çözüm önerileriyle karşımıza çıkmasına yol açmaktadır. s. 217


Yineyelim. Sosyoloji toplumların kendi üzerlerine sordukları ve sürekli yenilenen bir sorudur. Sosyolojide genel doğruların dışında mutlak doğrular söz konusu değildir. Aksi durumda, aynı sorunlar ve bu sorunlara aynı değişmez ve mutlak karşılıklar söz konusu olabilirse, tarihte ve toplum yaşantısında hiç bir ilerlemeden söz edebilmemiz imkânı kalmayacaktır. s. 218



Referanslar:

[1] Baykan Sezer, Sosyolojinin Ana Başlıkları, İstanbul, 1985.