17 Haziran 2008 Salı

"Modernizmin İslam Dünyasına Girişi"

Modernizm hareketi denildiğinde ilk akla gelen yerlerden biri Mısır'dır. Tarihe baktığımızda modernizm hareketine öncülük etmiş şahısların önde gelenleri buradan çıkmış ve modernizm fikirleri İslam dünyasına Mısır'dan yayılmıştır. Bu sebeple, Mısırlı bir yazardan modernizmin tarihini okumak daha bir önem kazanmaktadır. Prof. Dr. Muhammed Hüseyn'in orjinal ismi el-İslam ve'l-Hadâratü'l-garbiyye olan ve Modernizmin İslam Dünyasına Girişi adıyla Türkçeye tercüme edilen eserinden iktibaslar:

Rifaa Tahtavi ve Hayreddin Tunûsî

Yazara göre Mısır'da modernizm rüzgarlarının esmeye başlaması, Kavalalı Mehmed Ali Paşa yönetimindeki Mısır'ın avrupanın fen ve tekniğini almaya başladığı zamana dayanmaktadır. Mehmed Ali Paşa hedefini gerçekleştirmek için ülkesine yabancı uzmanları getirtti ve yabancı ülkelere tahsil için öğrenciler gönderdi. Mısır'a gelen yabancı uzmanlar beraberinde ailelerini, okullarını ve hastahanelerini de getirdiler. Yazar bu olayı şu şekilde ele almaktadır: Mısırlılarla bu yabancıların birlikte yaşaması, Mısırlılar'ın düşünce yapıları için açık bir tehlikeydi. Benzer tehlike avrupaya tahsil için gönderilen öğrenciler içinde geçerliydi. Bu öğrencilerin avrupadayken veya döndükten sonra yazdıkları eserlerde avrupaî düşünce ve hareketlerden ne derece etkilendikleri anlaşılır. Buna örnek olarak o dönemden 1826-1831 yıllarında Paris'te bulunan Rifaa Tahtavi ve 1852-1856 yıllarında yine Paris'te kalan Hayreddin Tunûsî gösterilebilir [sayfa 17].

Bu ikisi avrupadan elde ettikleri tohumları çok hızlı ve aceleci bir şekilde İslam dünyasına ekmişlerdir [sayfa 18]. Fikirlerinde batıya yaranmanın ve kör taklidin eserleri okunmaktadır. Yazar eserinde Tahtavi ve Tunûsî'nin eserlerinden iktibaslar yaparak, onların düşünce yapılarını ortaya koymaktadır.

Lord Cromer ve Lord Lloyd

İngiltere’nin Mısır’daki sömürge valisi Lord Cromer, Müslümanlarla sömürgeci Batılılar arasındaki şiddetli çatışma ve ayrılığın, dinî ve ahlakî değerler, gelenek ve görenekler, dil, sanat ve musikiden kaynaklandığını söyler. Bu çatışmayı kaldırmak için Cromer iki seçenek üzerinde durur: Biri, Mısırlıları düşünce ve davranışta avrupalılara, özellikle de İngilizlere yaklaştırmak için özel eğitim görmüş modern bir kuşak yetiştirmek. Bu düşünceden hareketle Victoria kolejini açtı. İkinci yol, Batı medeniyetiyle uyum içinde, yahut en azından ona yakın ve onunla çelişmeyecek bir İslam anlayışı geliştirmek ve İslam'ı yeni bir yoruma tabi tutmaktır [sayfa 41]. Britanya'nın Mısır elçisi Lord Lloyd'a göre ikinci ilkine göre daha az semereli ancak çok etkili bir yoldu.

Afganî - Abduh - Reşid Rıza

Üçüncü bölüm, Afganî ve Muhammed Abduh üzerinedir. Yazara göre, Afgani'nin kimliğinin açık olmaması kuşkulu bir durumdur. Afganî kendisinin Afganlı bir sünnî olduğunu söyler. Oysa yapılan araştırmalar, onun iranlı bir şiî olduğunu ortaya koymaktadır. Afganî'nin iranlı bir şiî olduğu, onun iran ziyaretlerinde yanından hiç ayırmadığı kızkardeşinin oğlu Mirzâ Lütfullah Han'ın yazdığı kitaptan açıkça anlaşılıyor. Osmanlı ülkesindeki Afganlılar sünnî olduğu için Cemaleddin de bu sebepten gezip dolaştığı yerlerde, şiî asıllı olduğunu gizliyordu. İran'ın o dönemde dış temsilci ve konsoloslarının olmayışı işini kolaylaştırmıştır. Halkı Afganlı olduğuna da inandırıyordu çünkü o dönemde Afganistan'ın da dış temsilcisi yoktu.

Osmanlı Devleti'nin Şeyhül-İslam'ı Hasan Fehmi Efendi, Cemaleddin'in İstanbul'a ilk geldiğinde ileri geri konuştuğunu, sözgelişi, onun peygamberliği sanatlardan bir sanat olarak kabul ettiğini, peygamberlikle filozofluğu bir tuttuğunu, bu yüzden kendisiyle mücadele etmek zorunda kaldığını ve bu mücadelenin sonunda Cemaleddin'in İstanbul'dan kovulduğunu anlatır [sayfa 61].

Abduh ve Afganî'yi görüp tanımış ve onlar ile birlikte yaşamış önemli bir kimse olan Yusuf Nebhanî'nin görüşlerini de göz önünde bulundurmak gerekir. Yusuf Nebhanî, onlar hakkındaki görüşlerini eserlerinin bir çok yerinde şiir ve nesir şeklinde açıklar. Abduh ile beraberlerken namazlarını kasden kılmadığına şahit olmuştur. [sayfa 73] Yazar el-Ukudu'l-lü'liyye fi'l-medihi'n-nebeviyye adlı eserinin üçüncü bölümünde Reşid Rıza ve Abduh ekolüne mensub insanlar hakkında şunları söyler: "Bu bid'atçılara ptotestanları taklit etme kolay geldi de, mezhep imamlarını taklid etmek kolay gelmedi. Yine bunlara Abduh ve Afganî gibi kimseleri taklit kolay geldi de, bin yıldan fazla bir zamandır izleri takip edilen Ümmet-i Muhammed'in imamlarını, büyüklerini taklid etmek kolay gelmedi her nedense!" [sayfa 75]

Osmanlı Devleti Şeyh'ul-İslamlarından Mustafa Sabri Efendi de, Abduh tehlikesine dikkat çeken çağdaş âlimlerden biridir. Mevkıfu'l-aklı ve'l-ilmi ve'l-âlim min Rabbi'l-âlemîn ve ibâdihi'l-mürselîn adlı eserinde konuyla ilgili olarak şu beyanda bulunur:
"Abduh'un İslam'a ve kendinden sonra yetişen eli kalem tutan İslamî kültür çizgisinin dışındaki ilim adamlarına da zararı dokundu. Onun bu kitapta eleştirdiğim yanlış düşünceleri bir balon gibi şişirildi. Bu düşüncelerinden dolayı Abduh'a öyle bir ilmî paye biçtiler ki - bunda kuşkusuz masonların desteği ve propaganda gücü yatmaktadır- doğu İslâm dünyasının kulakları hala çınlamaktadır. Bu tür bir durum, kısa zamanda parlamak ve şöhrete kavuşmak isteyen bir yığın genç, yaşlı ilim adamlarını, aykırı sözler sarfetmek suretiyle Avrupalı yazarlara yaklaştırmaya ve böylelikle masonluğu kabul ederek isteklerine kavuşabilme sevdasına itti."

Mustafa Sabri Efendi, eserinin bir başka yerinde de şöyle der: "Belki de Abduh ve üstadı Afganî, Luther ve Calvin'in Hıristiyanlık için oynadığı rolü İslam için oynamak istiyorlardı. Fakat onlar Luther ve Calvin gibi yeni bir din kurma imkanına kavuşamadılar. Onların çalışmaları, sadece kalkınma ve yenileştirme kimliğine bürünmüş dinsizlik düşüncesine yaradı."

İslam'ı, batılılaştırma girişimleriyle uzlaştırma fikri Lord Cromer ve ondan sonra gelen Lord Lloyd'un raporlarına dayanır. Onların raporlarına göre, Ezher, Britanya aleyhtarı propagandanın merkeziydi, eski şeklini koruduğu takdirde de öyle kalacaktı.

Sömürgecilerin korkuları

Prof. Muhammed Hüseyin, Sömürgeci Batılıların korkularını şöyle ifade etmektedir: "İslam her ne kadar aktivitesini yitirse bile asliyetini muhafazaya devam edecektir. Belki de gün gelir asliyetini koruyan İslam tekrar hakimiyet kurabilir ve Batılı değerlerin pabucunu dama atabilirdi. İşte bu korku sebebiyle sömürgeci Batılı'lar ve onların kalemşörleri, İslam'ın asliyetini bozmak için medeniyetler arası bir yakınlaşma ve etkileşimden dem vuruyorlardı. Amaç, bunu gerçekleştirmekti sadece." [sayfa 103]

Dinler arası ittifak

Dinler arası ittifaka gelince, - özellikle de, İslam ve Hıristiyanlık arasında, bu çağın başlarında, İngiliz papaz Isac Taylor'la Abduh ve bazı arkadaşları arasında, Abduh'un Şam sürgününde, 1883'te, iki dinin birbirine yaklaştırılması anlaşmasıyla başlandı. [sayfa 155]

Kör taklid

Avrupa'nın reformcu akımlarında ve Fransız ihtilalinden etkilenen aydınların o kör taklidi, bize iki eşeği konu edinen sembolik bir hikayeyi hatırlatıyor. Hikaye şu: Eşeklerden biri tuz, diğeri sünger yüklü. Sünger yüklü eşek, arkadaşının suya girip tuzlarından bir kısmını eriterek yükünü hafiflettiğini görür. Hemen aklına aynı şeyi denemek gelir. Nitekim dener de. Fakat tam tersi bir durumla karşılaşır. Sünger yüküyle suya giren eşek, bu açgözlülüğünün faturasını çok acı bir biçimde öder. Körü körüne taklid bir toplum için öldürücü olabilir. [sayfa 184]

Batılılaşma

Güçsüz uluslar kendi kültür ve medeniyetlerinden uzaklaşıp, zorbaların, sömürücülerin kültür ve medeniyetlerine tabi oldukları zaman ruhlarını kaybederler. Sonunda kendilerini sömürenlere karşı hayranlık duyar, onlarla oturup kalkar ve dostluk kurarlar. Artık onlar, kendilerini kölelikten ve sömürüden kurtaracak diri bir ruhtan yoksundurlar. Çünkü onlar, sömürücülerin kendilerini sömürdüğü duygusunu, onların kendilerine büsbütün yabancı oldukları gerçeğini unutmuşlardır. Bu durumda onlar, sömürgecileri, kendilerinden üstün, kendilerini karanlıktan aydınlığa çıkaran, gericilik ve vahşetten "çağdaş uygarlığa" ulaştıran kimseler olarak görürler. İşte Doğudan Batıya değişik ulusları sömüren Batılı devletlerin dinlerini, medeniyetlerini, dillerini ve kültürlerini nüfuz bölgelerinde yaymak için harcadıkları gayret ve paraların sırrı. İşte, politika adamlarının ve müsteşriklerin "Westernization" (Batılılaşma) dedikleri şey. [sayfa 188]

15 Haziran 2008 Pazar

Ebu Hureyre

Ramazan Balcı'nın "Ebu Hureyre : Hayatı ve Şahsiyeti" eserinden yapılan iktibaslar:

Suffa İslamiyet'in en önemli medresesidir. Resulullah aleyhisselamın tayin ettiği hocalar eliyle Ashab-ı Suffa'ya Kur'an öğretilirdi. Bunlardan yetişenler, Müslüman olan kabilelere Kur'an öğretmeleri için gönderilirdi. Mütevazı, fakat çok feyizli olan bu sofada zaman zaman sayıları dört-beş yüze ulaşan Kur'anla ve gerektiğinde gaza ile meşgul olan bir irfan ordusu bulunuyordu. İçlerinden evlenenler kadro haricine çıkar, fakat yeni gelenlerle takviye edilirdi. Burası tam manasıyla parasız yatılı eğitim veren bir üniversite idi. Talebeleri ne ticaretle ne de ziraatle iştigal etmezdi. Geçimleri Hz. Peygamber ile sahabenin zenginleri tarafından temin edilir.

Resul-i Ekrem Ashab-ı Suffe'nin geçimi ve eğitim-öğretimiyle pek yakından alakadar olurdu. Bir kerre Hz. Fatıma el değirmeniyle buğday çekmekten usandığından şikayet ederek bir hizmetçi istediğinde, Resul-i Ekrem: "Kızım, sen ne söylüyorsun? Henüz Ehl-i Suffa'nin geçimini yoluna koyamadım." buyurmuştu.

Resul-i Ekrem'in Ashabı arasında, fıkıhta birinci tabakada uzman olan Abdullah bin Mesud, Ubey bin Ka'b, Muaz bin Cebel, Ebu'dDerda gibi büyük sahabileri Ehl-i Suffe'ye müderris tayin buyurmuştu. Bundan Resul-i Ekremin hiçbir vaazları, hiçbir hitabeleri yoktur ki, bunun okunması sırasında Ashab-ı Suffe orada hazır bulunmasın, dinleyip ezberleyerek diğer ashaba nakletmesin. Bu suretle İslam ahkamının hıfz ve naklinde Ehl-i Suffe'nin pek müstesna katkıları görülmüştür. Bir çok rivayet zincirinin birinci halkasını, Ehl-i Suffe'den güzide bir cemaatin teşkil ettiğini görürüz. [Kamil Miras, Tecrid-i Sarih Tercümesi ve Şerhi, VII, s.46]

Ebu Hureyre Medine'ye geldiğinde bu ilim ocağına talebeliğe kabul edildi. Resulullah Ebu Hureyre'yi medresenin sınıf başkanı tayin etti.

Hz. Peygamber ile geçirdiği üç yıllık zaman zarfında, Ebu Hureyre Hz. Peygamberi adeta gölgesi gibi takip etmiştir. İslam'ın fert, toplum ve devlet bazında Hz. Peygamber tarafından uygulanışına şahit olmuştur.

İbn Ömer: "Ey Ebu Hureyre, içimizde Resulullah'ı hiç terketmeyen sen oldun, O'nun hadisini en çok bilen de sen oldun." demişti. [Tirmizi, nr. 3836]

Ebu Hureyre, Resulullah'tan nadiren ayrıldığı durumlarda Sehl bin Sa'd es-Saîd'i kendisi için hadis dinlemek üzere huzura gönderirdi. Ebu Bekir Muhammed bin İshak der ki: "Ebu Hureyre'de ilme karşı bir istek vardı. Bu yüzden kendisi herhangi bir sebeple Resulullah'ın yanında bulunamayacağı zaman, hadis dinlemesi için Sehl'i Resulullah'ın yanına gönderirdi". [el-Müstedrek, III, 587]

Ebu Hureyre, Medine'de her zaman saygın bir kişiliğe sahip oldu. Akik'teki evi bir islam akademisi görevi gördüğü gibi, Mescid-i Nebî de onun derslerine devam ettiği bir Kuran ve Hadis akademisiydi.

Kendi emsali sahabeler arasında seçkin bir yeri olan Ebu Hureyre'nin şahsiyetine ve rivayet ettiği hadislere güvenin bir göstergesi, ondan hadis rivayet eden tabiin sayısının 800'ü geçmiş olmasıdır. Bunlardan ayrı olarak, 30'a yakın sahabe de ondan hadis rivayetinde bulunmuştur. Bunlardan biri Türkiye'de Eyüp Sultan adıyla meşhur Ebu Eyyüb el-Ensari'dir. Eyyüb Sultan'ın hadis rivayetindeki hassasiyetini gösteren bir olayı daha önce zikretmiştik.

Amr bin Hazm anlatıyor: "Mescidde Ebu Hureyre'nin de bulunduğu bir cemaatle oturuyordum. Orada Resulullah'ın ashabından on kadar yaşlı sahabi vardı. Ebu Hureyre onlara Hz. Peygamber'den hadis rivayet etmeye başladı. Rivayet edilen hadisi cemaatin bir kısmı biliyor, diğer bir kısmı bilmiyordu. Hadisi aralarında müzakere ediyorlar, bilenler bilmeyenlere hatırlatıyordu. Sonra Ebu Hureyre başka bir hadis rivayet ediyor yine müzakere ediyorlar, yine bilenler bilmeyenlere hatırlatıyordu. Böylece devam edip durdular." Amr der ki: "O gün Resulullah'ın eshabı içersinde hıfzı en kuvvetli olan insanın Ebu Hureyre olduğunu anladım." [Buharî, Tarihu'l-Kebir, I, 187]

Ebu Hureyre'nin hadis rivayeti konusunda, sahabenin büyüklerinden daha ileride olması, tabiin dönemi gençlerinin dikkatini çekmiştir. Ebu Ya'la der ki: "Biz Talha bin Ubeydullah'ın yanında idik. Ona denildi ki: 'Ey Ebu Talha! Söyler misin bu Yemenli Resulullah'ı sizden daha mı iyi biliyor? Yoksa o Resulullah'ın söylemediklerini mi söylüyor?'
Talha dedi ki: 'Vallahi onun bizim işitmediklerimizi işittiğinden ve bizim bilmediklerimizi bildiğinden şüphe etmiyoruz. Bizler ev ve çoluk-çocuk sahibi kimselerdik. Resulullah'a günün iki tarafında uğrar, sonra evlerimize dönerdik. Ebu Hureyre miskin biriydi, malı ve çoluk-çocuğu yoktu. Muhakkak onun eli Resulullah ile beraberdi. Her yerde Resulullah ile beraber dolaşırdı. Bu sebeple onun bizlerin işitmediği hadisleri işitmiş olmasında şüphe etmiyoruz.' " [Tirmizi, nr. 3837; İbn Kesir, el-Bidaye ve'n-Nihaye, VIII, 109] Talha ayrıca "Muhakkak biz de onun işittiklerini işittik ; ne var ki biz unuttuk o ezberledi." demiştir. [İbn Hacer Askalanî, Fethü'l-Bari, VIII, 77]

Abdullah bin Ömer, vefatına kadar Medine'de yaşamıştır. Vefatı Ebu Hureyre'den daha sonradır. İbn Ömer'e soruldu: "Ebu Hureyre'nin rivayetlerine bir diyeceğin var mı?" İbn Ömer:"Hayır" dedi, "Lakin o cüretli, biz korkuyoruz." İbn Ömer'in bu sözü üzerine Ebu Hureyre'nin "Ben ezberledim, onlar unuttu ise benim suçum ne?" dediği rivayet edilir. [el-Müstedrek, III, 510]

Abdullah bin Ömer Ebu Hureyre hakkında şöyle der: "Ey Ebu Hureyre! Aramızda Hz. Peygamber'den hiç ayrılmayan sen olduğun gibi O'nun hadisini en iyi bilen de sen oldun." [Tirmizi, Sünen, II, 224; Zehebî, Siyer, II, 435; İbn Sa'd, Tabakât, II, 118; İbn Hacer Askalanî, Fethü'l-Bari, I, 225]

Resulullah meşhur sahabi Ebu Said el-Hudri'den gelen bir rivayette "Ebu Hureyre ilmin kabıdır." [el-Müstedrek'de tahriç edilmiştir.] diyerek onu senaların en güzeli ile sena etmiştir.

Ebu Hureyre'nin rivayet ettiği hadis-i şerifler bidat fırkalarının görüşlerini çürüttüğünden onu karalamaya ve rivayetlerini değersiz hale getirmeye çalışılmıştır. Ebu Hureyre aleyhine sayılabilecek ilk iddialar Şii kelamcıları Ebu Cafer el-İskafi ile Fazl bin Sazan'a dayanır. Mutezile mezhebine mensup Nazzam da bir takım iddialarda bulunmuştur. Çağdaş yazarlardan Mahmud Ebu Reyye Şia kaynakları başta olmak üzere, Ebu Hureyre hakkındaki rivayetleri çarpıtarak eserinde toplamış, takipçilerine malzeme sağlanmıştır. Ayrıca müsteşrikler de bu kuyuya taş atmışlardır.

Yapılan tenkitlere gerekli cevaplar bir çok eserde verilmiştir. Bunlardan Türkçeye çevrilmiş olan Mustafa Sıbai'nin İslam Hukukunda Sünnet eseri, buraya kadar zikr edilen bilgilerin iktibas edildiği Ramazan Balcı'nın Ebu Hureyre eseri, Osman Güner'in Ebu Hureyre'ye Yönelik Eleştiriler eseri ve ismini burada zikretmediğimiz nice eserler şüpheye yer bırakmayacak şekilde meseleyi izah etmişlerdir.