İmam-ı A‘zam'dan rivâyet edilen risâleler arasında vefat etmeden evvel eshab ve ihvanlarını toplayıp yaptığı vasiyet vardır. Bu vasiyetnâme, Ehl-i sünnet ve'l-cemaat akâidinin temel hususiyetlerini 12 madde altında ele almaktadır. Kütüphanelerdeki yazma nüshaların çokluğuna bakılırsa, bu risalenin Osmanlı âlimleri arasında yaygın olduğu anlaşılmaktadır. Bu risâle üzerine şerhler de yazılmıştır. Bu şerhlerin en meşhurlarından biri Hanefî âlimlerinin önde gelenlerinden Ekmelüddin Babertî'nin şerhidir. Yakın zamanda Türkçe'ye de tercüme olunmuştur.
Burada tercümesini okuyacağınız şerh [1], meşâyih-i Kâdiriyeden Cecelizâde İbrahim Nureddin Efendi'ye aittir. Takriben hicrî 1260 tarihinde Kastamonu'da vefat etmiştir. Kabri, İsmail Bey Külliyesi'nin avlusundadır. Bu tercüme-şerhinden başka Manzume-i Ceceli İbrahim Efendi [manzum ve nesir izahlı bir ilmihal] ve Ferâidü'l-Leali fi Beyan-ı Esmâi'l-Müteali kitapları vardır [2].
Bismihi sübhânehu ve nes’elehu ihsânehu
Lemmâ kâne hâzihi’r-risâletü’s-sahıhatü * fî beyâni usûli akâidi ehli’s-sünneti sarîhaten [Bu sahih risale Ehl-i sünnet itikâdının asıllarını beyanda sarih olduğundan] * lezime en yüstahsene fi ma‘razi’t-takrîzi [Takrizde güzel olduğunun ifade edilmesi gerekti]. Ve tâle‘tü min evveliha ilâ âhiriha [risâleyi başından sonuna kadar mütalaa ettim] vecettüha ‘uryen ‘an şâibeti’n-nakdi ve’t-ta‘rîdi [risâleyi nakz ve kusur şaibelerinden âri buldum] * lillahi derrü mütercimiha [Allahü te’âlâ mütercime iyilik versin] eş-Şeyh el-kâmil el-‘arif el-’âlim el-’âmil e‘nî bihi el-hâc Nûrî Efendi dâme bi’l-feydi’s-sermediyyi [Allahü te’âlâ ona sermedî feyzini daim eylesin] * haysu nekale ibarete’r-risâleti’l-arabiyyeti’l-mensûbeti li’l-İmâmi’l-A‘zami radıye ‘anhu’r-Rabbu’l-ekramu ilâ lehceti’t-türkiyyeti [İmam-ı A‘zam hazretlerine ait arabî risalenin ibaresini türkçeye nakletti], ta‘mimen li fevâidiha ve tetmîmen li lutfi ‘avâidiha [risalenin faydalarını umumileştirmek ve latif olan varidatlarını tamamlamak için] ce‘alellahu sa‘yehu meşkûran [Allahü te’âlâ sa’yini meşkur kılsın] ve eserahu hâzâ mebrûran [bu eserini mebrur eylesin].
harrarahü’l-fakîr Ahmed Lutfî
[Bu takrizi Ahmed Lütfî yazdı]
nâle ma yetemennâhü mine’l-celî
ve’l-hafî
[gizli ve aşikar istediği herşeye kavuşsun]
Terceme-i Vasiyyetnâme-i
İmâm-ı A’zam
Bismillâhirrahmanirrahim
el-Kâdirî el-Kastamonî bin iki yüz altmış senesi zi’l-hiccesinin evâilinde lisân-ı türkîye tercemesine ibtidâr ve nef’i ‘âm [umuma faydası] olmak ümidiyle bi-kaderi’t-tâka bezl-i iktidâr edib me’mûlümdür ki işbu eser zuhr-i âhiret [âhıret azığı] ve mûcib-i afvü mağfiret ve sebeb-i vusûl-i rahmet ola âmin. Bi hurmeti seyyidi’l-mürselîn sallallahü te’âlâ aleyhi ve ‘alâ âlihi ecma’in ve selleme terslîmen * Kâle’l-imâm sirâcü’l-milleti ve’d-din [dinin kandili/ışığı] ve’l-muktedâ li ehli’l-yakîn [yakîn ehlinin kendisine uyduğu] radıyallahü te’âlâ anh (i’lemu eshâbî ve ihvânî enne mezhebe ehli’s-sünneti ve’l-cemâ’ati isnâ aşera nev‘an) ey ‘ale’sney ‘aşera hasleten ya’nî ey benim etbâ’ım ve din karındaşlarım ma’lumunuz olsun ki ehl-i sünnet ve’l-cemâ’atın i’tikâd eyledikleri şeyler on iki nev’ üzredir (fe men kâne yestekîmü ‘alâ hâzihi’l-hısâli lâ yekûnü mübtedi’ân ve lâ sâhıbe’l-hevâ) İmdi bir kimse bu hısâlin [hasletler] i’tikâdı üzere istikâmet eyleyüb sâbit ola Ehl-i bid’at ve ehl-i hevâ olmakdan nefsini halâs etmiş olur (fe ‘aleyküm eshâbî ve ihvânî bi hâzihi’l-hısâli hattâ tekûnû fî şefâ’ati nebiyyinâ Muhammedin sallallahü te’âlâ aleyhi ve selleme) çünki bu hısâl medâr-ı se’âdet-i dâreyn [her iki yerde, âhırette ve dünyada, mutluluk sebebi] ve sebeb-i selâmet-i kevneyndir [her iki âlemde kurtuluş sebebi] Ey ashabım ve ihvânım işbu hısâl ile mu‘tekıt olmağa mülâzemet ederek [inanıp hiç ayrılmayacak şekilde bağlanarak] tâ ki bu i’tikâd ile âhırete intikâl edüb sultan-ı kevneyn [her iki âlemin sultanı] ve resûlü’s-sakaleyn [insan ve cinlerin peygamberi] Hazret-i Muhammed ‘aleyhi’s-salavatü ve’s-selâmın şefâ’atine mazhar olasız (evvelühâ nukirrü bi enne’l-îmâne hüve ikrârün bi’l-lisân ve tasdikun bi’l-cenân ve ma’rifetün bi’l-kalbi) ol oniki nev’in evvelkisi îmândır ki dilimiz ile ikrâr ve kalbimiz ile tasdîk ederiz. îmân, ıstılâh-ı şer’de mü’menun-bih [inanılması gerekli] olan eşyaya icmâlen yâhud tafsîlen delil ile ikrâr idüb ve kalble inanmakdır kalbde ma’rifet bulunmağla bile ve lâkin dil ile ikrâr ‘ulemânın katında îmânın hakîkatından cüz’ değildir belki mü’menun-bih olanın üzerine hâricde ahkâm-ı müslimîni icrâ etmek için şartdır Şeyh Ebu’l-Hasen el-Eş’arî ve Şeyh Ebu Mansur Mâturîdî ve Üstâd
Allahü te’âlâ onların hakkında ya’nî ma’rifeti olub muktezâsınca tasdik etmeyen tâife hakkında buyurdu (“ellezîne âteynâhümü’l-kitâbe ya’rifûnehu kemâ ya’rifûne ebnâehüm”) [Bakara sûre-i celîli 146. âyet-i kerîmesi] zamir-i muttasıl Hazret-i Muhammed ‘aleyhi’s-salâtü ve’s-selâma râcidir ya’nî ol tâife ki biz onlara kitâb gönderdik onların ‘ulemâsı resulüm Muhammed ‘aleyhi’s-selâmın hak olduğunu bilirler aslâ şübheleri yokdur onların kendilerinden olduğunun bilip şübheler olmadığı gibi hattâ Hazret-i Ömer radıyallahü te’âlâ anhden rivâyet olundu ki Abdullah bin Selâm îmâna geldikde dedi ki ey karındaşım Abdullah tanrı te’âlâ sizin hakkınızda Resûl-i ekremi evlâdların bildikleri gibi biliyorlardı şeref-i İslâmla müşerref olmazdan evvel nice bilirdik Abdullah bin Selâm dedi ki veledimin benden olduğuna nev’an şübhem var idi ammâ âhir zaman peygamberi Muhammed ‘aleyhi’s-salatü ve’s-selâmın hak olduğunda aslâ şübhem yok idi (ve’l-îmânü lâ yezîdü ve lâ yenkusu) ve dahî Ehl-i sünnet katında îmân artıp ve eksilmez (li ennehu lâ yütesavveru ziyâdetühu illâ bi nuksâni’l-küfri ve lâ yütesavveru nuksânühu illâ bi ziyâdeti’l-küfri) andan ötürü ki îmânın ziyâdeliği tasavvur ve te’akkul olunmaz illâ küfrün eksik olmasıyla ve eksik olması dahî mülâhaza olunmaz illâ küfri artmasıyla bu ise bir şahısda hâlet-i vâhidde cem’ olunmak mümkin değildir nitekim buyururlar (ve keyfe yecûzü en yekûne’ş-şahsü’l-vâhidü mü’minen ve kâfiren fî hâletin vâhidetin) ya’nî nice câiz olur ki bir halde bir kimse hem mü’min ve hem kâfir ola bu ise mümteni’dir (ve’l-mü’minü mü’minün hakkân ve’l-kâfirü kâfirün hakkân) ve dahî kendüde îmân getirecek şeylere ikrâr ve tasdîki bulunan kimse gerçek mü’mindir bu minvâl üzere olmayan gerçek kâfirdir (ve leyse fî’l-îmâni şekkün kemâ leyse fî’l-küfri şekkün) istinâf beyân-ı tarîki üzere mâkabline ta’lildir ya’nî andan ötürü ki îmânda şek yokdur nitekim küfürde dahî şek yokdur îmân ile muttasıf olanın mü’min olmasında şek olmadığı gibi küfürle
muttasıf olanın kâfir olmasında dahî şek yokdur pes âyet ile istidlâl edip buyurur (li kavlihi te’âlâ “ülâike hümü’l-mü’minûne hakkân” [Enfâl sure-i celîlesi, 4. âyet-i kerîmesi] ve “ülâike hümü’l-kâfirûne hakkân” [Nisâ sure-i celîlesi, 151. âyet-i kerîmesi]) ya’nî “onlar ki uluhiyyet ve vahdâniyyetime îmân getirdiler ve resulüme inanıp benim cânibimden getirdiği şeylerde onu tasdîk etdiler onlar hakkan mü’minlerdir îmânlarında şübhe yokdur” [ve] “onlar ki bu minval üzere inanıp îmân getirmediler onlar dahî gerçek kâfirlerdir. Ve küfr ile muttasıf olduklarında şek yokdur.” imdi ümmet-i Muhammed’den ‘âsî ya’nî kebâir-i mürtekib olan tâifenin Havâric küfrüne zâhib ve Mu’tezile ne mü’min ve ne kâfir iki hâletin beyninde olmalarına kâil olduklarını İmâm rahimehullah red ve ibtâl ve Ehl-i sünnetin mezhebini beyân edip buyurur [eski ve modern zaman hâricilerine dair kısa bir yazı] (ve’l-’âsûne min ümmeti Muhammedin sallallahü ‘aleyhi ve selleme min ehli’t-tevhîdi küllühüm mü’minûne ve leysû bi kâfirîn) ya’nî ümmet-i Muhammed’den ehl-i tevhidden ‘âsî olanları cümleten mü’minlerdir kebâir [büyük günah] işlemek ile mü’min îmândan çıkıp küfre girmez istihlal etmedikçe [bir haramı helal saymadıkça] imdi Mu’telize ve havâric ‘amel îmândan cüzdür dedikleri meseleyi red edip buyurur (ve’l-’amelü ğayru’l-îmâni ve’l-îmânü ğayru’l-’ameli) ya’nî ‘amel îmânın ğayrıdır andan cüzü değildir ve îmân dahî ‘amelin ğayrıdır pes İmâm-ı hümâm rahimehullah bu müdde’âya delîl îrâd edip buyur (bi delili enne kesîran mine’l-evkâti yertefi’ul ‘amelü mine’l-mü’mini ve lâ yecûzü en yukâle irtefe’a’l-îmânü) ya’nî şu delil ile ki evkâtdan çok vakitde mü’minden ‘amel kalkar ol vakitde mü’minden îmân gitdi demek câiz olmaz (fe inne’l-hâiza yecûzü en yükâle refe’a’llahü ‘anhâ es-salâte ve lâ yecûzü en yükâle refeâ ‘anhâ’l-îmane) zîrâ hayz gören hâtun hakknda hâl-i hayzında Allahü te’âlâ nemâzı andan ref’ etdi demek câiz olur ammâ îmânı andan kaldırdı demek câiz olmaz (ve emeraha bi terki’l-’ameli lâ bi terki’l-îmâni) ve dahî ana ‘ameli terk etmekle emr eyledi îmânı terk eyle deyu emr eylemedi (ve kad kâle lehâ eş-şer’u
de’î’s-savme sümme’kdîhi ve lâ yecûzü en yukâle de’î’l-îmâne sümme’kdîhi) tahkik ol hâtuna şeri’at buyurdu hâl-i hayzında orucu terk eyle sonra kazâ eyle ammâ îmânı terk eyle sonra kazâ eyle demek olmaz (ve yecûzü en yükâle leyse ‘alâ’l-fakîri ez-zekâtü) ve dahî câiz olur fakîr üzerine zekat farz değildir demek zirâ zekat nisâba mâlik ağniya [zenginler] üzerine zekat farzdır (ve lâ yecûzü en yükâle leyse ‘alâ’l-fakîri el-îmânü) ammâ fakir üzerine îmân farz değildir demek câiz olmaz zîrâ îmân cümleye farzdır eğer fukara ve eğer ağniya bu zikr olunan şeyler delâlet eder îmân ‘amelin ğayrı ve ’amel dahî îmânın ğayrı olup hakikat îmândan cüz olmadığına (ve takdîrü’l-hayri ve’ş-şerri küllühü mine’llahi te’âlâ) takdir ezelde herşeyin haddini ve ne vecihle ve ne zeman ve ne hâlde olacağını Allahü te’âlânın beyân etmesidir ba’zıları dediler ezelde beyânına muvâfık her şeyi vakt-i hudûsünde kadr-i mahsûs üzere îcâd etmesidir pes imdî hayr ve şerrin cümleten takdîri hazret-i Allah’dandır İmâm-ı ‘Azam rahımehullah bununla mu’tezile şer Allahü te’âlânın takdîriyle ef’âl-i ‘ibâd Allahü te’âlânın takdîri ile değildir belki kendilerin halk etmesiyledir dedilerini red edib böyle yaramaz i’tikâdın zararını beyân buyururlar (li ennehu lev ze’ame ehadün enne takdîra’l-hayri ve’ş-şerri min ğayrihi le sâra kâfiren billâhi ve betale tevhîdühu) eğer bir kimse ze’am eylese ki hayrın ve eğer şerrin takdiri Allahü te’âlâ tebârek ve te’âlânın ğayrındadır mu’tezile ve kaderiyye ze’am eyledikleri gibi ol kimse kâfir olur ve onun tevhîdi ibtal olur el-’ıyâzü billahi te’âlâ (ve’s-sânî nükırrü bi enne’l-e’mâle selâsetün: farîdatün ve fazîletün ve ma’sıyetün) sâlifü’z-zikr [bahsedilmiş olan] oniki nev’in ikincisi biz dilimiz ile ikrâr ederiz kalbimiz ona muvâfık olduğu hâlde ki a’mâl-i ben-i âdem üç bölükdür ikisi mü’minler Allahü te’âlânın
rızâ-yı şerîfini taleb için işledikleridir ki biri farz ve biri fazîletdir ya’nî farzın ğayrı olan sünen-i müekkede ve sâir nevâfildir ve birisi envâ’ı ma’sıyetdir e’âzenâ’llahü minhâ (emme’l-ferîzatü fe biemrillâhi te’âlâ ve meşiyyetihi ve mahabbetihi ve rızâihi ve kadâihi ve takdîrihi ve hükmihi ve tahlîkihi ve ‘ilmihi ve tevfîkihi ve kitâbetihi fî’l-levhi’l-mahfûzi) ammâ farz olan Allahü te’âlânın emr etmesiyle ve dilemesiyle ve muhabbetiyledir ya’nî fâ’iline sevâb murâd etmesiyle ve rızâsıyladır ya’nî işleyene i’tirâz ve muâhezeden berî etmesiyledir ve kazâsıyla ya’nî ezelde irâdesi ta’alluk etmesiyledir ve takdiriyle ya’nî ezelde beyânına muvâfık kader-i mahsûs üzere îcâd etmesiyledir ve hükmi ile ya’nî levh-i mahfûzda kazâ-yı ezeliyyeye muvâfık yazılmak ahkâm-ı alâ sebîli’t-tedrîc icrâ etmesiyledir ve halk edip vücûda getürmesiyle ve ezelde bilmesiyle ve tevfîkıyle ya’ni fa’iline nusret etmesiyledir ve levh-i mahfûzda yazmasıyladır (ve emma’l-fezâilü fe leyse bi emrihi ve lakin bi meşiyyetihi ve mehabbetihi ve rızâihi ve takdîrihi ve hükmihi ve ‘ilmihi ve tevfîkihi ve tahlîkihi ve kitâbetihi fi’l-levhi’l-mahfûzi) amma fazilet olan a‘mâl Allahü te’âlânın emriyle değildir ve lakin dilemesiyle ve mehabbetiyle ve rızâsıyle ve kazâsıyla ve takdîriyle ve hükmiyle ve bilmesiyle ve tevfîkiyle ve halk etmesiyle ve levh-i mahfûza yazmasıyladır (ve emme’l-ma‘siyetü fe leyse bi emrihi ve lakin bi meşiyyetihi lâ bi mehabbetihi ve bi kazâihi lâ bi rızâihi ve bi takdîrihi ve tahlîkihi lâ bi tevfîkihi ve bi hizlânihi ve ‘ilmihi ve kitâbetihi fi’l-levhi’l-mahfûzi) ya’ni envâ-ı me’asî eğer şer ve eğer kebâir ve sağâir cümlesi Allahü te’âlânın emr etmesiyle değildir ve lâkin dilemesiyledir zîrâ Ehl-i sünnet katında emr ile irâde birbirine muğayirdir ikisi bir şey değildir mu‘tezile hilâfına zâhib olup Allahü te’âlâ me’âsî ve kabâihi halk etmez dediler mezhebleri bâtıldır ve mehabbetiyle değildir amma kazâsıyladır rızâsıyla değildir küfre ve sâir kabâihe rızâ-i şerîfi
yokdur ve dahî takdîriyle ve halk etmesiyledir amma tevfîkıyle değildir belki hizlânıyladır ya’ni ona ‘avn ve nusreti terk etmesiyledir dahi bilmesiyle ve levh-i mahfûza yazmasıyladır (es-sâlisü nukirru bi ennellâhe sübhânehu ve te’âlâ ’ale’l-arşi istevâ) üçüncü nev’ biz dilimiz ile ikrâr ederiz ve kalbimiz ile i’tikâd edici olduğumuz halde Allahü te’âlâ arş üzere istivâ eyledi imdî bu istivâ müteşâbihatdandır hükmü sâir müteşâbihatın hükmü gibi selef mezhebi üzere aslına îmân götürüp vasfı ilmini Allahü te’âlâya tefvîz itmekdür ve halef-i ehl-i bidat [bidat ehlinin takipçileri] çoğalıp ehli sünnet ile ihtilâtlarına binâen müteşâbihâtın zâhirlerune haml edub nice müslümanı azdırub rab te‘âlâ hakkında muhal olan şeyleri itikat itmelerüne sebep olmasından havf ile aslına itikat edüp vasfın mülayimine göre tevil edüp el-ilmü indellah [Allah katındadır] dediler ve itikâd-ı müminîni sıyânet içün istivâyı Allahü te’âlâ arşın hâlikı ve mâliki demekdür diye tevil ettiler amma Allahü te’âlânın murâd-ı şerîfinin bu olduğuna cezm itmediler lâ cerame [hiç şüphesiz] selefin tarikleri ahkemdir [en sağlam yoldur] (min ğayri en yekûne lehu hâcetun ve istikrârun aleyhi) yani onun için arşa ihtiyaç olmaksızın ve arş üzerinde cülûs ve istikrâr olmaksızın mücessimiyye ve haşviyye istikrara kâil oldukları küfrü dalâldir (Teâlellahu an zâlike uluvven kebîra ve hüve hâfizü’l-arşi ve ğayri’l-arşi min ğayri’htiyâcin) ol Allah cellet ‘azametuhu arşın hâfızîdır ve arşın ğayrilerin dahi hâfızı ancak oldur arşa ve arşın ğayriye muhtaç olmaksızın (fe lev kâne muhtâcen lemâ kadera alâ îcâdi’l-âlemi ve tedbîrihi ke’l-mahlûkîne) pes eğer Allahü te’âlâ mahlukattan bir şeye muhtaç olaydı alemlerin bu minval üzre îcâdına ve umûrların tedbîr itmeğe kadir olur mu cemi‘-i evkât ve ahvâllerinde ona muhtâc olan mahlûkâtı gibi ki ihtiyaçları sebebiyle ednâ şeyin îcâdından ‘âcizlerdir
(Velev kâne muhtâcen ile’l-cülûsi ve’l-karâri fe kable halki’l-arşi eyne kâne Allahu) eğer Haşviyye zu’m [zan] eyledikleri gibi Arş üzerinde cülûs ve karâr etmeğe muhtâc olaydı Arşı halk etmezden evvel dahî bir mekânda olurdu pes ilzâm için zu’m bâtıllarına göre denilir Arşı halk etmezden evvel Allahü te’âlâ hangi mekânda idi onlar demeğe kâdir değillerdir ki fülân mekânda idi belki sâkit [susmuş] ve mebhût [şaşmış] olmadan ğayrıya mecâl [güç] bulmayıp ondan evvel mekândan münezzeh idi felillâhi’l-hamd biz Allahü te‘âlânın tevfîkıyle Arşı halk etmezden evvel mekândan münezzeh oldu ise halk ettikten sonra dahi mekandan münezzeh olmadan zâil olmadı ezelen ve ebeden ihtiyacdan müberrâ [berî, uzak] olmadan hâlî olmadı deriz ve’l-hâsıl cülûs ve istikrâra eğer Arşda ve eğer Arşın ğayrıda ona ihtiyac nisbet etmek küfr ve dalâl olduğuna şübhe yokdur (Teâlellahu an zâlike uluvven kebîra) ya’nî ol sıfat-ı kemâl ile muttasıf ve nekâyıs/nakâısdan [noksanlıklardan] müberrâ olan hazret-i Allah cellet ‘azametühu ‘âlî ve berî oldu zâtında ve sıfâtında ve ef’âlinde eşyâdan bir şey’e muhtâc olmakdan bir ‘âlîlik ile ‘âlî ki hiç bir ‘âlîlik onun ‘uluvv ve ‘azametine benzemez ve benzemek dahî muhâldir pes Kurân Allahü te’âlânın kelâmı olduğunun beyânına şuru’ edip buyurulur (Ve’r-râbi’u nukirru bi enne’l-kurâne kelâmullahi te‘âlâ ğayru mahlûkin) ya’nî on iki nev’in dördüncüsü biz tasdike mukârin karar ile ikrâr ederiz Kur’an Allahü te’âlânın kelâmıdır hâdis ve mahlûk değildir (Ve vahyuhu ve tenzîlühu ve sıfâtühu) ve dahî Allahü te‘âlânın vahyidir ya’nî resûlüne süratle ilkâ eylediği kelâm-ı hafîsidir ve tenzîlidir ya’nî gökden yere hazret-i Cebrâil ile indirdiği kitâbdır lâkin resûl ‘alehi’s-salâtü ve’s-selâm vahiy tarîkiyle ilkâ olunan ve gökden yere inen kelâm zât-ı şerîfiyle kâim olan kelâmın ‘aynı değildir belki ona delâlet eder zirâ onlar hurûfdan tertîb olunan kelimâtdır hurûf ve kelimât hod [bizzat] hâdisdir.
Allahü te’âlânın zât-ı şerîfi ile kâim olan kelâm sıfat-ı kadîmedir harf ve savtdan berîdir hazret-i İmâmın “ve sıfatühu” dediği bu ma’nâyadır inmeden ve çıkmadan berîdir gizlilik ve âşikârelik ile sıfatlanmakdan berîdir pes zikr olunan vech kelâmullaha “vahyuhu ve tenziluhu” [Onun vahyi ve tenzili] denilir zât-ı şerîfinden erilmesi muhâl olan kelâmına delâlet etdiği için (Lâ hüve velâ ğayruhu bel hüve sıfatühu alet’t-tahkîk) ya’nî sâir sıfatlar gibi zât-ı şerîfinin ‘aynı değildir zirâ sıfat mevsufun ‘aynı olamaz hükmen ‘aynıdır dediler mezhebleri bâtıldır ve zât-ı şerîfinin ğayrı değildir zirâ zâtından ayrılmaz Mutezile sıfat zâtın ğayrıdır zu’m eylediler Mutezileden meşhur olan sıfatı külliyeten ibtâldir zirâ vehm-i fâsidlerine binâen dediler ki zât-ı şerîfine muğâyir bir nîce mevcûdât-ı kadîme ile muttasıfdır denilse Allahü te’âlâdan ğayrının kadîm olması ve kudemânın [kadîmlerin / evveli olmayanların] çok olması lâzım gelir deyip sıfâtullahı inkâr etdiler imâm-ı ‘Azam rahimehullah onların mezheblerini red edip buyururlar ki sıfâtullah zât-ı şerîfinin ‘aynı ve ğayrı değildir ki zât-ı şerîfinden ğayrı kudemâ bulunub ve kudemânın çok olması lâzım gele kelâm ve sâir sıfât-ı kemâl tahkik Allahü te’âlânın sıfatlarıdır (Mektûbun fi’l-masâhifi makruvvun bi’l-elsini mahfûzun fi’s-sudûri ğayra hâllin fîha) ya’nî mushaflarda yazılmışdır ve diller ile okunmuşdur ve kalblerde hıfz olunmuşdur mushaflara ve dillere ve kalblere girmekden müberrâ olduğu hâlde belki bunlara giren elfâz ve kelimâtdır ki ona delâlet eder (Ve’l-hibru ve’l-kâğidü ve’l-kitâbetü küllüha mahlûkun li ennehâ ef’âlü’l’ibâdi ve kelâmullahi te‘âlâ ğayru mahlûkin) ya’nî mürekkeb ve kâğıd ve yazı cümlesi mahlukdur zirâ ef’âl-i ‘ibâddır ‘ibâd ve ef’âli mahlukdur Allahü te’âlânın kelâmı kadîmdir mahluk değildir (Li enne’l-kitâbete ve’l-hurûfe ve’l-kelimâti küllihâ âletü’l-kurâni li hâceti’l-‘ibâdi ileyhâ) ya’nî ânınçünki yazı ve hurûf ve kelimât cümlesi Kur’an-ı ‘azîme âletdir ‘ibâd fehimde onlara muhtâc oldukları için
(ve kelâmullahi te‘âlâ kâimun bi zâtihi ve ma’nâhu mefhûmun bi hâzihi’l-eşyâi) ya’nî Allahü te’âlânın kelâmı zât-ı şerîfiyle kâimdir mahluk olmadan berîdir ancak ma’nası bu zikr olunan şeyler ile fehm olunur ona binâen bunlar ona âlet olmuşdur (fe men kâle bi enne kelâmellahi mahlûkun fe hüve kâfirun billahi’l-‘azîmi) imdî bir kimse Allahü te’âlânın kelâmı mahlûkdur dese ol kimse Allahü ‘azîmüşşâna kâfirdir zirâ Allahü te’âlâya îmân cemî’ kemâl sıfatlarıyla muttasıf ve ol sıfatları cümle kadîm i’tikâd etmekdir (vellâhu te‘âlâ ma’bûdün lâ yezâlü ‘amma kâne) ve dahî Allahü te’âlâ cümlenin ma’bududur Ondan ğayrı ma’bud yokdur kemâl sıfatları ile muttasıf olup nekâyısdan münezzeh olmadan zâil olmadı ve olmaz (ve kelâmuhu makrûün ve mektûbun ve mahfûzun min ğayri müzâyeletin anhu) ya’nî Allahü te’âlânın kelâmı okunur ve yazılır ve hıfz olunur ya’nî ona âlet olan hurûf ve kelimât dil ile okunur ve el ile yazılır ve kalb ile hıfz olunur Allahü te’âlânın zât-ı şerîfinden ayrılıp bunlardan birine girmeksizin (ve’l-hâmisü nukirru bi enne efdale hâzihi’l-ümmeti ba’de nebiyyinâ Muhammed’in sallallahu te‘âlâ ‘aleyhi ve sellem Ebû Bekrin sümme ‘umeru sümme ‘usmânu sümme ‘aliyyün rıdvânüllahi te‘âlâ aleyhim ecmaî’n) ya’nî beşinci nev’ bu ümmetin efdalleri kimler olduğu beyânındadır imdî dilimiz ile ikrâr ederiz kalbimiz ile i’tikâd edici olduğumuz hâlde bu ümmetin efâdîli hazret-i Ebu Bekr es-Sıddîk ve Ömer el-Fâruk ve Osman Zü’n-nûreyn ve Ali el-Murtezâ rıdvânüllahü te’âlâ aleyhim ecma’îndir (Li kavlihi te‘âlâ ve’s-sâbikûne’s-sâbikûn [Vâkıa sure-i celîlesi, 10. âyet-i kerîmesi]) Allahü te‘âlânın kavl-i şerîfi delâlet etdiğiçünki buyurdu ol kimseler kim kendileri hak zâhir oldukda tereddüdsüz kabul edip îmân getirmek ile Allahü te’âlâya ita’at ile zemânda ğayrılara sebkat eylediler ki murâd hulefâ-yı erba’adır ba’zı ehl-i tefsir ‘umumen eshâb rıdvânullahü te’âlâ ‘aleyhim ecma’îndir dediler Allahü te‘âlânın rızâ-yı şerîfine ve rahmetine evvel ulaşan
onlardır yahud demekdir ki evvel eshâb ki îmân ve ta’atda ğayrılara tekaddüm etdiler (ulâike’l-mukarrebûne fî cennâti’n-na‘imi) onlar dâr-ı ne’îm olan cennetlerde merâtib-i ‘âliyeye ulaşan kimselerdir (Ve küllü men kâne esbeka fehuve efdalu ‘indellahi teâlâ) ya’nî her kim ki zikr olunan sıfat ile sebkat eyleye o ‘indellah ğayrılardan efdaldir pes Eshâb-ı Resulullah sallahü te’âlâ ‘aleyhi ve sellem cümlesi îmân ve itâ’at ile mevsuf oldukları halde sebkat eylediler o ecilden [sebepten] ‘indellah ğayrılardan efdaldirler pes bunların içlerinden hulefâ-yı erba’a bu sıfatda cümleden ekmel oldukları için sâirlerden efdaldir. (Ve yuhibbuhum küllü men ittekâ ve yübğizuhum küllü münâfikin ve kâfirin şakiyyin) ya’nî onlara her müttekî olan mü’min muhabbet eder ve her münâfık ve kâfir şekâvet ile muttasıf olduklarına binâen onlara buğz eder velhâsıl onlara muhabbet kuvvet-i îmâna ve buğz nifâka ‘alâmetdir e’âzenâ’llahü teâlâ minhâ (Ve’s-sâdisü nukirru bi enne’l-‘abde me‘a cemi’i ahvâlihi ve ikrârihi ve ma’rifetihi mahlûkun) ya’nî altıncı nev’ ef’âl-i ‘ibâd beyânındadır pes dilimiz ile ikrâr edip kalblerimiz ile inanırız ‘ibâd ve cemî’ işledikleri ef’âl ve etdikleri ikrârlar ve kalblerinde olan ma’rifetler cümlesi mahlûkdur hazret-i İmâmın bundan murad-ı şer’ifi Mu’tezile ve Kaderiyyeyi red etmekdir zirâ onlar ef’âl-i ‘ibâd Allahü te’âlâ halk etmekle değildir belki herkes kendi fi’linin hâlikıdır dediler (Felemmâ kâne’l-fâilü mahlûkan fe ef’âlühü evlâ en yekûne mahlûkaten) ya’nî ondan ötürü ki bir fi’ilin fâ’ili mahlûk ola o fi’ilin mahlûk olması evveliyetledir ‘âkıl olan bunda hiç şübhe eylemez (Ve’s-sâbi’u nukirru bi ennellâhe teâlâ haleka’l-halka ve lem yekun lehum tâkaten) ya’nî yedinci nev’ bir nîce mesâil beyânındadır ki birbirine münâsib değillerdir evvelkisi biz dilimiz ile ikrâr ederiz kalbimiz ile tasdik edinci olduğumuz halde Allahü te’âlâ mahlukâtı yokdan var eyledi onlar ‘âciz olup bir şeye tâkatları olmadığı hâlde (Li ennehüm du‘afâu ‘acizûne vellâhu teâlâ
hâlikuhum ve râzikuhum li kavlihi teâlâ “Allâhu’l-lezî halekakum sümme razekakum sümme yumîtukum sümme yuhyîkum [Rûm sure-i celîlesi, 40. âyet-i kerîmesi]) ânınçün ki onlar zayıflardır dahi acizlerdir Allahü te’âlâ hâlikleridir ve râzıklarıdır onların ne kendilerine ve ne ğayrıların halk olmasında aslâ dahlleri yokdur ve rızk husûsunda dahi böyledir nitekim Allahü te’âlâ âyet-i kerîmesinde buyurur o Allah öyle Allahdır ki sizi halk etdi ondan rızkınızı verdi ondan ecelleriniz geldikde sizleri öldürür ve ondan yevm-i kıyamette a’mâlinize göre cezalandırmak için sizi geri dirildür bu şeylerde aslâ kimsenin müdâhalesi yoktur (Ve’l-kesbu bi’l-’ameli helâlün ve cem’u’l-mâli mine’l-helâli helâlün ve cem’u’l-mâli mine’l-harâmi harâmun) ya’nî amel ile mal kesb etmek helaldir ve helalden mal cem’ etmek helaldir ve haramdan cem’ etmek haramdır ve dahi kesb dört kısımdır nefs u ‘ıyâline vefâ ve düyûnun kazâ idecek kadar kesb farzdır ba’dehu akrabaya sıla fukarâya sadaka verecek kadar müstehabdır be’dehu tecemmül için kesb mübahdır lakin mezmûmdur kibir ve gurur için kesb etmek haramdır (Ve’l-halku alâ selâseti asnâfin el-mu’minü’l-muhlisu fî imânihi ve’l-kâfiru’l-câddü fî küfrihi ve’l-münâfiku’l-müdâhinu fî nifâkihi) ve dahî halk üç bölükdür bir bölüğü imanlarında ihlas üzre olan mü’minlerdir ve bir bölüğü dahi küfürlerine musır olan kâfirlerdir ve bir bölüğü dahi müdâhene edüp mü’minleri aldatıcı olan münâfıklardır (Vellâhü teâlâ feraza’l-’amele ale’l-mü’mini ve’l-îmâne ale’l-kâfiri ve’l-ihlâsa ‘ale’l-münâfiki) ya’nî Allahü te’âlâ mü’minler üzerine ameli farz kıldı ve kâfirler üzerine imânı farz kıldı zira imansız amel kabul olmaz ve münâfıklar üzerine ihlâsı farz eyledi zira ihlâssız iman makbul olmaz pes İmam Azam aleyhi rahmetü’l-erham delil îrâd edüp buyurur (Li kavlihî teâlâ Yâ eyyuha’n-nâsü’t-tekû rabbekümu’l-lezî halekaküm [Nisâ sure-i celîlesi, 1. âyet-i kerîmesi]) ya’nî yâ eyyühe’l-mü’minûne
etî’û yâ eyyühe’l-kâfrûne âminû ve yâ eyyühe’l-münâfikûne ehlisû) nitekim Allahü teâlâ kelâm-ı kâdiminde yâ eyyühe’n-nâsü deyü hıtâb-ı âm ile hıtâb edüp buyurur ki mü’min ve kâfir ve münâfığa şâmildir pes İmam-ı Hümâm rahimehullah “Yâ eyyuha’n-nâsü’t-tekû” kerîmesini tefsir edüp buyururlar Allahü e’lem demektir ki ey mü’minler Allahü teâlâya ve rasülüne itaat edin ve ey kâfirler imân edin tâki ibâdât ve tâate ehl olasız ve ey münâfılar dava eylediğiniz îmanda ihlâs üzre olun tâki îmânınız makbûl olup fâid bulasız (Ve’s-sâminu nukirru bi enne’l-istitâ’ate me’a’l-fi’li lâ kable’l-fi’li ve lâ ba’de’l-fi’li) ya’nî sekizinci nev’ biz dilimiz ile ikrâr edüp ve kalbimiz ile tasdik ederiz ki Allahü te’âlânın kullarına fiil işlemeğe verdiği kudret fiil ile bile dir fiilen evvel ve sonra değildir hilâfen li’l-kaderiyye ve’l-cebriyye (Li ennehü lev kâne kable’l-fi’li le kâne’l-abdü müstağniyen anillâhi vakte’l-hâceti) zira ol kudret fi’ilden evvel olaydı kul vakti hâcette Allâhü teâlâdan müstağnî olmak lâzım gelur bu ise Kur’an’da vârid olan nassa muhâliftir nitekim İmam rahimehullah buyurur (Ve hâzâ hilâfu hukmi’n-nassi) ya’nî kulun vakt-i hâcette Allahü te’âlâdan istiğnâsı Kur’an-ı kerîm’de vârid olan delil-i kat’iye muhâlftir (Li kavlihi teâlâ ve’llâhü’l-ğaniyyü ve entümü’l-fukarâu [Muhammed sure-i celîlesi, 38. âyet-i kerîmesi]) nitekim buyurur Allahü te’âlâ ğaniyyi mutlaktır ve ğınâsı ğınâyı zâtîdir eşyâdan bir şeye muhtaç değildir ve siz cemi’i evkât ve ahvâlinizde ona muftakir ve muhtâçlarsız (Velev kâne ba’de’l-fi’li le kâne mine’l-muhâli li ennehu yelzemu husûlü’l-fi’li bilâ istitâ’atin ve lâ tâkatin) ya’nî kudret-i mezkûre eğer fiilden sonra olaydı muhâl vâki olurdu zira kudretsiz ve tâkatsiz fi’il hâsıl olmak lâzım gelur bu ise muhâldir ve kudretin fi’ilden evvel vaki olması dahi kezâlike [aynı şekilde] muhâldir (Ve’t-tâsi’u nukirru bi enne’l-mesha ale’l-huffeyni câizün li’l-mukîmi yevmen ve leyleten ve li’l-müsâfiri selâsete eyyâmin ve leyâliyehâ) ve dokuzuncu nev’ edikler [mest] üzerine meshin
cevâzı beyânındadır (Li enne’l-hadîse verade hâkezâ) zira hadîsi-i şerîf böylece vârid oldu (Femen enkera fe innehu yuhşâ aleyhi’l-küfra fe innehu karîbun mine’l-haberi’l-mütevâtiri) İmdi bir kimse edik üzerine meshin cevâzını inkâr eylese onun üzerine küfrün korkusu olur zira cevâzı isbât eden hadîs-i şerîf tevâtüre karîbdir (Ve’l-kasru ve’l-iftâru fi’s-seferi helâlün bi nassi’l-kitâbi) ya’nî seferde dört rekat olan ferâizı ikişer kılmak ve savm-ı ramazânı iftâr itmek nass-ı kitâbla helâldir İmam Azam rahimehullah nas olan delilleri îrâd edüp buyurur (Li kavlihi teâlâ ve izâ darabtum fî’l-ardı fe leyse ‘aleykum cunâhun en taksurû mine’s-salâti [Nisâ sure-i celîlesi, 101. âyet-i kerîmesi]) ya’nî Allahü teâlânın kavli şerifi delalet eder ki buyurdu kaçan siz yer yüzünde sefer itseniz üzerinize günah ve güçlük yoktur namazı kasr etmekde (Ve kavlihî teâlâ fe men kâne minkum marîdan ev ‘alâ seferin fe iddetun min eyyâmin uhara [Bakara sure-i celîlesi, 184. âyet-i kerîmesi]) ya’nî sizden biriniz merîz olsa yahut seferde olsa savm-ı ramazânı iftâr eylese ol günle adedince âhar günlerde yani hazarda kaza itmek lazım olur (Ve’l-’âşiru nukirru bi enne’llâhe teâlâ emerâ’l-kaleme bi en üktüb fe kâle ‘l-kalemu mâzâ ektübü yâ rabbî kâle’l-lâhü teâlâ üktüb mâ hüve kâinün ilâ yevmi’l-kıyâmeti) Onuncusu biz dilimiz ile ikrar edüb kalbimiz ile inanırız ki Allahü te’âlâ kaleme yazmaklığı emr eyledi kalem dahi emre imtisal edüb ne yazayım yâ rabbi dedi rabbulalemîn cellet azametühü buyurdu kıyamete değin cümle olacakları yaz mervidir ki Allahü te’âlâ levh-i mahfûzu bir beyaz inciden ve kavaimin kırmızı yakuttan halk eyledi ve kalemi dahi bir cevherden halk edip uzunluğunu beş yüz yıllık yol kadar eyledi ucunu meşkûk yer etdi ki iki şıkkın arasından nûr
akardı dünya kaleminden mürekkeb aktığı gibi pes cümle eşya eğer hayvân ve eğer insân ve hayr ve şer ve nef’ ve darar vücûda gelmezden evvel levh-i mahfûza yazıldı vi İmâm-ı hümâm rahimehullah Kur’ân-ı kerîmde buna delâlet eden âyet-i îrâd edip buyurur (Li kavlihi te’âlâ ve küllü şey’in fe’alûhu fî’z-zübüri ve kullu sağîrin ve kebîrin mustetarun [Kamer sure-i celîlesi, 52-53. âyet-i kerîmesi]) nitekim Allahü te’âlâ buyurur her şey ki ibn Adem’den sâdır olur levh-i mahfûzda yazılmışdur ve her sağîr ve kebîr ve rafî’ ve hakîr onda mazbût ve mestûrdur (Ve’l-hâdî ‘aşera nukirru bi enne ‘azâbe’l-kabri hakkun kâinün li’l-kâfiri ve liba’zi ‘usâti’l-müslimîn) On birinci biz dilimizle ikrâr edüp kalbimiz ile inânırız ki kabirde umûmen kâfirlere ve mü’minlerin ba’zı âsilerine azâb olunmak hakdır ve bunda asla şek yokdur (Ve suâle münkerin ve nekîrin hakkun li vurûdi’lehâdîsi) ve kabirde münkîr ve nekîr meleklerinin suâli hakdır vürûd eden hadîs-i şerîflerin delâletiyle (Ve’l-cennetü ve’n-nâru hakkun ve humâ mahlûkatâni’l-âne ve lâ yüfnâ ehlühumâ) ve dahi cennet ve cehennem hakdır ve şimdiki halde ikisi de mevcûdlardır ve fânî olmazlar ehli dahî fânî olmaz (Li kavlihi te’âlâ fî hakki’l-cenneti: u’iddet li’l-muttekîne [ Âli İmrân sure-i celîlesi, 133. âyet-i kerîmesi] ve fî hakki’n-nâri u’iddet li’l-kâfirîne [ li İmrân sure-i celîlesi, 131. âyet-i kerîmesi]) nitekim Allahü te’âlâ buyurur cennet hakkında cennet muttakiler için hazırlandı ve cehennem hakkında buyurur cehennem kâfirle için hazırlandı zîrâ fi’li mâzî ahbârın zamânından evvel zamânda sâbit ma’na üzerine delâlet ider lafızdan ibaret olmağla “u’iddet” sîğalarının elân cennet ve nârın mevcûd olduklarına delâletleri huccet-i kavidir (Halekanumu’l-lâhü te’âlâ li’s-sevâbi ve’l-’ikâbi) ya’nî Allahü te’âlâ cenneti mü’minlere sevâb ve cehennemi kâfirlere ‘ikâb ve ‘azâb için halk eyledi (Ve’l-mîzâne hakkun li kavlihi te’âlâ ve nedau’l-mevâzîne’l-kısta li yevmi’l-kıyâmeti [Enbiyâ sure-i celîlesi, 47. âyet-i kerîmesi]) ve mîzân hakdır nitekim Allahü te’âlâ buyurur biz yevm-i kıyâmette adl mîzânlarını vaz’ ederiz ve “mevâzîn” sîğa-i cem’ ile vârid olduğu halkın
kesretine binâendir (Ve kırâete’l-kütübi hakkun li kavlihi te’âlâ İkra’ kitâbeke kefâ bi nefsike’l-yevme aleyke hasîben [İsrâ sure-i celîlesi, 14. âyet-i kerîmesi]) ve dahî a’mâlin kitabları okunması hakdır nitekim Allahü te’âlâ buyurur yevm-i kıyâmette her kesin kitâb-ı a’mâli ellerine verildikde ona denir oku kitâbını her ne işledinse onda yazılmış bulursun o kitab senin nefsine hesab yönünden bu gün kifâyet eder (Ve’s-sânî aşera nukirru bi enne’llâhe te’âlâ yuhyî hâzihi’n-üfûse ba’de mevtihâ ve yüb’isuhum fî yevmin kân mikdâruhu hamsîne elfi senetin li’l-cezâi ve’s-sevâbi ve edâi’l-hukûki) On ikincisi dilimiz ile ikrâr edip kalbimiz ile inânırız ki Allahü te’âlâ halki evveldekiden sonra dirildüb mahşer yerine götürür ol günde ki anın mikdârı dünya yıllarından elli bin yıl kadar oldu her kesin ameline muvâfık cezâ etmek ve mutı’lere sevâb ve ihsân etmek ve mazlûmların zâlimlerden haklarını alıvermek için (Li kavlihi te’âlâ ve enne’llâhe te’âlâ yeb’asü men fi’l-kubûri [Hac sure-i celîlesi, 7. âyet-i kerîmesi]) Nitekim Allahü te’âlâ buyurdu tahkîk Allahü te’âlâ kabirlerde olanları diriltip suâl ve hesâb ve edâ-i hukûk için mahşer yerine götürür (Ve likâellâhi te’âlâ li ehli'l-cenneti hakkun bilâ keyfiyetin velâ teşbîhin velâ cihetin) ve Allahü te’âlânın likâsı ehl-i cennet için hakdır keyfiyetsiz teşbihsiz ve cihetsiz rü’yet ederler hilâfen li’l-mu’tezile (Li kavlihi te’âlâ vücûhun yevmeizin nâdıratun ilâ rabbihâ nâdıratün [Kıyâmet sure-i celîlesi, 22. âyet-i kerîmesi]) Allahü te’âlânın kavli şerifi delâletiyle ki buyurur tâze ve tarâvet ve behçet sahibi yüzler o günde yani yevm-i kıyâmetde rablerine niteliksiz nazar ederler (Ve şefâ’ate nebiyyinâ Muhammedin sallallahü aleyhi ve selleme hakkun li’l-mü’minîne el-müznibîne ve li ehli’ l-kebâiri minhüm) ve dahî Peygamber Efendimiz Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemin şefa’ati mü’minlerin müzniblerine ve onların ehl-i kebâiri için hakdır (Ve ‘âişete ba’de Hadîcete’l-kübrâ efdalü nisâi’l-âlemîne ve ümmü’l-mü’minîne ve mudahharatun ani’z-zina ve berîetün ‘an mâ kâlet ravâfizatü femen şehide aleyhâ bi’zinâ fehüve dâllün mübtdi’un)
ve dahî Hazreti ‘Âişe Hadicetü’l-kübrâdan sonra radıyallahu anhuma efdalü nisâ-i âlemîndir ve mü’minlerin anasıdır ve iftira olunan zinâdan tâhiredir ve ravâfizîlerin isnâd eyledikleri ifk ve iftirâdan berîedir ve her kim ona zinâ ve töhmet zan ederse ol kimse dâl ve mübtedi’dir ve İmâm-ı Hümam radıyallahu anhın Hazret-i Sıddîkayı zikrden murâdı bed endîş olan ravâfiz ve münâfikînin sûi itikatlarını red ve zevcât-ı tâhirât-ı ümmehât-ı mü’minîn hakkında bu mekûle zan ve itikâddan mü’minlerin beri olmalarına tenbîhdir (Ve ehle’l-cenneti fi’l-cenneti hâlidûne ve ehle’n-nâri fi’n-nâri hâlidûne li kavlihi te’âlâ fî hakki’l-mü’minîne ulâike ashâbu’l-cenneti hüm fîha hâlidûne ve fî hakki’l-kuffâri ulâike ashâbu’n-nâri hüm fîha hâlidûne [Yûnus sure-i celîlesi, 26-27. âyet-i kerîmesi]) Yani ehl-i cennet cennetde ebedi kalırlar ve ehl-i cehennem cehennemde ebedi kalırlar nitekim Allahü te’âlâ mü’minler hakkında buyurdu şunlar ki ehl-i cennetdir cennetde muhalled ve ebedîlerdir ve küffâr hakkında buyurdu: şunlar ki ehl-i cehennemdir cehennemde muhalled ve ebedîlerdir. Ve’l-hamdü ‘alâ itmâmihi ve sallallahu te‘âlâ ‘alâ seyyidina Muhammedin ve âlihi ecmaîn.
Bi hamdihi sübhânehu İmam Hümâm Ebu Hanîfe b. Nu’mân b. Sâbit sahibü’l-mezhebi ve’l-fadli ve’l-merâtib hazretlerine mensûb vasiyetnâmenin terceme-i letâfet-i ifâdesinin tab’ı tersîmi sâye-i himâvâye-i zıllullâhîde * daru’t-tıbâ’ati’l-âmirede * râcî kerâmete rabbihi’l-mecîd Mehmed Said’in marifet ve nezâretiyle* bin iki yüz altmış dört senesi Muharremü’l-harâmî âhirinde hitâm pezîr oldu.
Referanslar
[1] İmam-ı A‘zam, Terceme-i Vasiyyetnâme-i İmam-ı A‘zam, tercüme-şerh İbrahim Nureddin el-Kastamonî, İstanbul: Dârü't-Tıbâati'l-Âmire, 1264/1848. Pdf haline buradan ulaşılabilir.
[2] Bursalı Mehmed Tahir, Osmanlı Müellifleri, İstanbul: Matbaa-i Âmire, 1333, I/38.