31 Aralık 2009 Perşembe

İdrak farkı

Astronomi tarihi sahasında mühim çalışmalar yapmış olan David A. King‘in Ekmeleddin İhsanoğlu ve arkadaşlarının neşrettiği Osmanlı astronomi literatürü tarihi ve Osmanlı matematik literatürü tarihi eserlerinin tanıtım yazısının [1] son paragrafını tercüme ederek aktarıyorum:

Uluslararası seviyede ciddi bir akademik çalışmayla hazırlanan bu cildlerin belki en ürkütücü yanı, yazarların lokal bir tehdit altında yaşamalarıydı. Artık bu tehdit tesirini gösterdi. Ekmeleddin İhsanoğlu yönetiminde ve uluslararası camiada Osmanlı bilim tarihi sahasında meşhur olan İstanbul Üniversitesi’nin Bilim Tarihi Bölümü rektör Kemal Alemdaroğlu tarafından 1999 senesinde kapatıldı. Diğer iddialarına ilaveten Alemdaroğlu şunu da söylüyordu: 'Osmanlı çağdışı olduğundan, Modern Türkler Osmanlı bilimini çalışmamalıdır'. Eğer ihtiyaç varsa, inceleme altındaki bu cildler, Alemdaroğlu’nun kısa görüşlülüğünün delilidir. Bu cildler aynı zamanda, İhsanoğlu ve meslektaşlarının anlayış ve azimlerine çok büyük bir takdirdir. Alemdaroğlu ister hoşlansın ister hoşlanmasın, Onlar nihayetinde Osmanlı bilimini daha açık perspektife koyacak bir takım çalışmalara öncülük edeceklerdir.

Feza Günergun'un İstanbul Üniversitesi'nde Bilim Tarihi'nin kurumsallaşmasını anlattığı makalede, bölümün kapatılmasını şöyle değerlendirmektedir [2]:

Bilim Tarihi Lisans Programı’nın kapatılmasının Türkiye’ye ne fayda sağladığını ve her sene 30 kadar öğrenciyi bilim tarihi konusunda öğrenim görmek üzere üniversiteye kabul etmenin lüzumsuz görülmesini anlamak mümkün değildir. Eğer sorun, mezun olduklarında bunların iş bulamamaları ise, Türkiye üniversitelerinin başka birçok dalından mezun olan birçok genç, iş bulmakta zorlanmaktadır. Diğer taraftan, bilim tarihi lisans programını yürütmenin üniversite bütçesindeki payı, diğer tıp ve fen dallarının paylarıyla kıyas kabul etmeyecek kadar düşüktür. Dolayısıyla üniversiteye ekonomik sıkıntı getiren bir program değildir. Programın kapatılması demek, tekrar açılmayacağı anlamına gelmemektedir. Hatta Türkiye’de, bilim tarihi eğitiminin yalnızca üniversite düzeyinde sınırlı bir gruba verilmesinin yanında, orta öğretimde de, bir zamanlar olduğu gibi, bilim tarihi derslerin açılması faydalıdır. Bunlar, eğer bilinçli öğretmenler tarafından ve ilgi çekici, ezbere dayanmayan, tarih ile bilimsel bilgi üretimi arasındaki ilişkiyi başarılı bir şekilde sunan kitaplar yardımıyla verilirse, genç nüfusun en azından bir kısmını bilime, bilimsel araştırmaya, bilimsel düşünmeye yönlendirmek mümkün olabilir. Bilim Tarihi, bilimin, “formül ezberleyerek problem çözmek”ten farklı, “yeni bilgi üretme” süreci olduğunu öğretebilir, bunu özendirebilir. Dolayısıyla bilim tarihi, Türkiye gibi, bilimi gündeme getirmeye ihtiyacı olan ülkeler için faydalı bir araç olabilir.

Bazı Türk fen bilimcilerinin “Türkiye’de bilim yapılmış mı ki bilim tarihi araştırılsın, okutulsun?”görüşü doğrultusunda Türkiye’de bilim tarihi konusunda yapılacak çalışmaları ve eğitimi gereksiz görmek de, çok dar bir anlayışının ürünüdür ve bilim tarihi araştırmalarının geniş sınırlarını bilmemekten kaynaklanmaktadır. Zira bugün, dünya üniversitelerinde yapılan bilim tarihi çalışmaları, bilimin belli bir dalındaki çalışmaları ortaya koymak ve incelemekle sınırlı değildir. Bilim üretilen ortamı ve bilimin hangi şartlarda, nerede ve nasıl üretildiği, veya niçin üretilemediği, bilimsel gelişmeye katkıda bulunan veya engelleyen faktörleri vb. konuları da içermektedir. Özellikle sonyıllarda yapılan çalışmalar, antik çağlardan ziyade yakın dönem bilimsel çalışmaları etkileyen faktörleri, ülkelerarası bilim transferinin etkilerini incelemektedir. Batı üniversitelerinde Bilim Tarihi bölümleri olmadığı ve bu üniversitelerin Bilim Tarihi Lisans Diploması vermediği şeklindeki iddialarda doğru değildir. Amerika Birleşik Devletleri’nde 17, İngiltere ve Yunanistan’da birer üniversite bu diplomayı vermektedir.

[2000-2009 yılları arasında felsefe bölümü bünyesinde anabilim dalı olarak faaliyet gösteren Bilim Tarihi 2010 senesinde bölüm statüsüne geçmiştir.]

Referanslar

[1] David A. King, Review, Isis, vol. 92, no. 2, 2001, s. 357-359.

[2] Feza Günergun, "İstanbul Üniversitesi’nde Bilim Tarihi’nin Kurumsallaşması: Araştırmalar ve Eğitim Programları (1984-2004)", Türkiye Araştırmaları Literatür Dergisi, Cilt 2, Sayı 4, 2004, s. 547-580. Makalenin pdf halini buradan indirebilirsiniz.

11 Kasım 2009 Çarşamba

Goethe'den Ebussuud Efendi'ye teşekkür

Alman şair Goethe’yi (1749-1832) duymayanımız yoktur. Ancak onun Hâfız-ı Şîrâzî (ö. 1389) ve Ebussuud Efendi hakkında yazdıklarından haberi olanlar azdır.

Goethe, Hâfız’ın dîvanının tamamına Hammer’ın tercümesi sayesinde ulaştı. Kendisi bunu şu şekilde dile getirmektedir: “Hâfız’ın şiirleri, Hammer’ın tercümesiyle, geçen yıl elime geçti (1814). Bundan önce, şurada burada, dergilerde çevrilmiş bazı münferit şiirler, bana, bu parlak şairi pek duyurmamıştı. Şimdi ise şu bir araya toplanmış şiirleri, üzerimde öyle büyük bir tesir bıraktı ki, onun karşısında benim de verimli olmam gerektiğini anladım. Yoksa bu kuvvetli şahsiyetin önünde duramıyacaktım. Üzerimdeki tesiri çok büyük oldu onun. Almanca tercümeleri, önümde duruyor. Onun duygularını paylaşmadan yapamıyorum. Konu ve fikir bakımından içimde bir benzerlik belirmeğe başladı, hem o derece ki, artık içimden de olsa, açıkca beliren bu istekle, gerçek dünyadan zevk almayı kendi zevkime, kendi kudretime ve kendi irademe bırakan ideal bir dünyaya kaçmak ihtiyacını duydum” [1]. Bu tesirle önemli eserlerinden biri olan West-östlicher Divan’ı yazdı.

Ebussuud Efendi zamanında da -günümüzde olduğu gibi- dîvan edebiyatından anlamıyanlar varmış. Hâfız-ı Şîrâzî'ye şiirlerinden hareketle, şarap ve aşkın zevklerini terennüm eden hafifmeşreb diye ithamlarda bulunmuşlar. Meseleyi Ebussuud Efendi’ye kadar taşıyanlar olmuş. Bu divan için lisan-ı gayb demenin hata olup olmadığını soranlara, Hâfız’ın Dîvan’ında şeriate aykırı sözler bulunmakla beraber “çokluk hikem-i zâika ve nüket-i fâikadan nice kelimât” bulunduğunu da ilave ettikten sonra “Marifet, yılan zehiri ile faydalı ve şifalı ilacı birbirinden ayırt edebilmektir.” Cevabını vermiştir. Bu fetva ile Hâfız’ın dîvanını kurtarmıştır.  Fetvanın tam metni şöyledir: “Zeyd, Dîvân-ı Hâfız hakkında: ‘Lisan-ı gaybdır’ dedikde, Amr: ‘Lisan-ı gayb demek hatadır, hatta Reîs-i ulemâ müfti âlim olan adem-i kırâatına fetvâ vermişdir’ deyüb, Zeyd mezbûr reis-i ulemâ olan kimesnenin hakkında hâşâ ‘bi ismi yâd edüb ol anın ne ağzı kaşağıdır bu zevkiyâtdır’ dese şer’an Zeyd’e ne lâzım olur? el-Cevâb: Hâfızın makâlâtından çokluk hikem-i râika (zâika) ve nüket-i fâikadan mebnî (gaybî)  kelimât hakka vâk’i olmuşdur. Lakin tezâifinde nitâk-ı Şerîat-i Şerîfeden bîrûn müzahrefât (hurâfât) vardır, mezâk-ı sahîh oldur ki biri birinden fark edüb simm-i nâfikî (ef'âyı) tiryâk-ı nâfi' sanub mebâdi-i zevk-i na’îmî (ni'meti) ihrâz ve esbâb-ı zevk-i azâb-ı elîmden ihtirâz eyleye” [2].

Üç asr sonra, bu olaydan haberi olan Goethe mezkur eserinde Ebussuud Efendi’den şöyle bahsetmektedir:

Fetwa

Hafis Dichterzüge, sie bezeichnen
Ausgemachte Wahrheit unauslöschlich,
Aber hie und da auch Kleinigkeiten
Außerhalb der Grenze des Gesetzes.
Willst du sicher gehn, so mußt du wissen,
Schlangengift und Theriah zu sondern -
Doch der reinen Wollust edler Handlung
Sich mit frohem Mut zu überlassen
Und vor solcher, der nur ew’ge Pein folgt,
Mit besonnenem Sinn sich zu verwahren,
Ist gewiß das Beste, um nicht zu fehlen.
Dieses schrieb der arme Ebusuud euch.
Gott verzeih’ ihm seine Sünden alle!


Der Deutsche dankt

Heiliger Ebusuud, hast's getroffen!
Solche Heil'ge wünschet sich der Dichter;
Denn gerade jene Kleinigkeiten
Außerhalb der Grenze des Gesetzes
Sind das Erbteil, wo er übermütig,
Selbst im Kummer lustig, sich beweget.
Schlangengift und Theriak muß
Ihm das eine wie das andre scheinen.
Töten wird nicht jenes, dies nicht heilen:
Denn das wahre Leben ist des Handelns
Ew’ge Unschuld, die sich so erweiset,
Daß sie niemand schadet als sich selber.

“Fetvâ / Hâfız’ın nazmı, sönmez hakikatları verir, ama arasıra da Kur’an’ın dışına çıkan ufak tefek şeyleri. Emin yolda yürümek istersen, yılan zehiriyle Tiryak’ı biribirinden ayırt etmeği bilmelisin. Her şeyden önce de asil hareketlerden duyulan zevke kendini ferah bir gönülle vermelisin; ancak sonu gelmez ıstıraba karşı temkinli davranıp kendini korumalısın. Doğru hareket etmek için en iyisi budur. İşte biçare Ebussuud bunları yazdı. Allah, onun günahlarını affetsin!

Alman teşekkür ediyor / Aziz Ebussuud, çok isabetli konuştun, der. Şairin, senin gibi Azizlere ihtiyacı var; ama işte kanunun sınırlarını aşan küçük şeyler, ona verasetle geçen şeylerdir. Şair, bunların içinde üzüntülü zamanlarında bile cesaret bulur, neşe duyar. Yılan zehirini de, Tiryak’ı da tatmalı o. İlki onu öldürmediği gibi, ikincisi de ona şifa vermez. Hakiki hayat, hareketten doğan, ebedi suçsuzluktur. Bu da başkalarına değil, ancak kendine zarar verir” [3].

Senail Özkan tarafından tercüme edilen eser bu sene neşredilmiştir. Esere ulaştığımda bu kısmın tercümesini de aktaracağım. [ Bu tercümeden yapılan iktibas aşağıdadır [4]:
Fetvâ
Hâfız'ın şairlik tarzı, malûm hakikati,
Silinemez bir halde gösterir;
Fakat ara sıra önemsiz şeyler
Şeriat sınırlarının dışına taşar.
Emin olmak için bilmelisin
Yılan zehriyle tiryâkı ayırt etmeyi -
Lâkin asil bir icra-i faaliyetin zevkine
Açık yüreklilikle teslim olmak lazımdır.
Ve sırf ebedî azap getirecek işlerden
Temkinle kendini korumalıdır insan,
Yanılmamak için en iyisi budur zaten.
İşte böyle fetva verdi biçare Ebussuud,
Allah cümle günahlarını affetsin!

Alman Teşekkür Ediyor
Aziz Ebussuud isabet kaydettin!
Şair de böyle ulemâ arzu eder:
Doğrusu, şeriat sınırlarının dışına taşan,
Bu ufak tefek şeyler verasetle geçer ona
Kederli iken bile neş'eli göründüğü yerdir
Ki burada şair pek cesaretlidir.
Onun nazarında yılan zehri ve tiryak,
Birbirinden farklı değildir dikkatle bak.
Birisi öldürmediği gibi, diğeri de şifa vermez:
Çünkü öyle tecelli etse de, gerçek hayat,
Faaliyetin ebedî mâsûmiyetinden doğar,
Bu da kendinden başkasına vermez zarar.
İşte böylece yaşlı şair, hûrilerin Cennet'te kendisini,
Gençleşmiş bir delikanlı olarak karşılamalarını bekler.
Aziz Ebussuud isabet kaydettin fetvânda! ]


Goethe'nin bu şiirinden yaklaşık iki asır sonra, onun kadar Ebussuud Efendi'yi anlıyamıyanların bulunması ne kadar garib değil mi?


Referanslar

[1] Melâhat Özgü, “Goethe ve Hâfız”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı 4, 1952, s. 89-90. Makalenin pdf haline buradan ulaşabilirsiniz.

[2] Velî b. Yusuf, Mecmûatü'l-fetâvâ, İstanbul, Mft. Ktp., 187, vr. 221a.  (Pehlul Düzenli'nin “Osmanlı Hukukçusu Şeyhülislâm Ebussuûd Efendi ve Fetvâları” adlı  doktora tezinin [Selçuk Üniversitesi, 2008] 43. sahifesinden naklen). Ayrıca fetvâ birkaç kelime farkla Kâtip Çelebi'nin Keşfü'z-Zünûn'unda [İstanbul, 2008, 2. Cilt, s. 646] geçmektedir. Farklar parantez içinde verilmiştir. Devrinde ve sonrasında önemli tesirler yapan Ebussuûd Efendi'nin fetvalarının henüz derlenip neşredilmemiş olması günümüz ilim camiası için büyük bir eksikliktir.

[3] Melâhat Özgü, a.g.m., s. 97. Ayrıca şiirin orijinal metnini diğer kaynaklardan kontrol ederken birkaç farklılığa rastladım.

[4] Goethe, Doğu-Batı Divanı, Trc. ve İzh. Senail Özkan, İstanbul, 2010, s.188-189. Mütercim sadece divanı Türkçeye tercüme etmekle kalmamış, 150 sayfalık bir takdim yazısı eklemiştir.

3 Kasım 2009 Salı

'Frenklerin Fodullukları Boldur'

Bilim tarihinin en çetrefilli meleselerinden biri de İslam Medeniyeti'ndeki bilimsel aktivitelerin ne zaman ve niye azalmaya başladığıdır. İslam Dünyası'ndaki milyonlarca yazma eser (manuscript) üzerinde henüz inceleme yapılmadığı düşünülürse, meseleyi tamamen vuzuha kavuşturmak için böyle ilmî çalışmaların neticelerinin ne kadar ehemmiyetli olduğu ortaya çıkar. 

Osmanlı'nın bilim eğitiminden kopmasına temas eden İsmet Berkan'ın (01/11/2009, Radikal) yazısını beraber inceleyelim.  

Ebussuud Efendi'nin (v. 1574) medreselerde matematik ve geometri okutmanın gereksizliğine kani olduğu gerçeği pek yansıtmıyor. Şöyle ki "Osmanlı medreselerinde Kelâm sahasında okutulan Taftazanî'nin Şerhu'l-Mekâsıd, Cürcanî'nin Şerhu'l-Mevâkıf, Ali Kuşçu'nun Şerhu't-Tecrid gibi kelâm eserleri önemli geometrik bilgiler ihtiva ettiklerinden anlaşılmaları için ciddi bir geometrik bilgi seviyesi gerektirmektedirler. Nitekim Osmanlı medreseleri'nin ders programlarında geometrinin, bağımsız olarak okutulmasının yanısıra, ismi geçen kelâm eserleri mutalaa edilirken de okutulduğu görülmektedir" [1]. Ebussuud Efendi'ye atfedilen böyle bir düşüncenin pratiğe geçmediği; en azından Kelâm derslerinde okutulan eserlerin muhtevasından anlaşılmaktadır.  

Osmanlı medreseleri müfredat programlarını zikreden eserlere baktığımızda mesele daha da netleşmektedir. Mesela, Fransa devleti tarafından İstanbul’daki sefiri Marquis de Villeneuve’den mevzu ile alakalı bir kitap yazması istendiğinde, Reisülküttâb Mustafa Efendi’nin damadı ve kendi talebesi Ebubekr Efendi’nin haber vermesi üzerine 1741 senesinde Kevâkib-i Seb’a kaleme alınmıştır. Bu eserde hendese, hisab ve hey’et hakkında şunlar yazmaktadır: “Şerh-i Mevâkıf ve Mekâsıd her ne kadar  kelâm ilmiyse de âlet ilimlerin cümlesini, hikmet, hey’et, hendese ve hisâbı zikreder… İktisar rütbesinde hendese ilminden Eşkâl-i Te’sîs adlı bir kitap vardır; onu okurlar. Ondan sonra istiksâ rütbesinde delilleriyle Öklidis kitabını okurlar. Hisabda dahi iktisâr rütbesinde Bahâiyye [2] vardır; onu okurlar. Üzerine Ramazan Efendi ve Çulli’si dahi takrir olunup iktisâdın yukarı rütbesine yakın olur. Hey’et ilmi hayalden ve faraziyattan ibaret olup hendeseye nisbetle güçce olduğundan onu sonraya alıkoyup müstakillen ders ederler” [3]. İshak b. Hasan et-Tokadî’nin (ö.1689) Nazmu’l-‘Ulûm adlı Türkçe manzum risalesinde [4], Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın (ö. 1780) Tertîb-i ‘Ulûm adlı eserlerinde ve Nebî Efendizâde’nin (ö. 1786) Kasîde fi’l-Kütübi’l-Meşhûre fi’l-‘Ulûm adını taşıyan kasîdesinde medreselerde okutulan hendese ve hisab ile ilgili kitap isimleri zikredilmektedir [5].

IRCICA'dan çıkan Osmanlı Matematik Literatürü Tarihi (2 cild), Osmanlı Tabii ve Tatbiki Bilimler Literatürü Tarihi (2 cild) ve  Osmanlı Astronomi Literatürü Tarihi (2 cild) eserleri mutalaa edilirse, kısaca takdimi yapılan binlerce eserin bir ihtiyaca binaen yazılmış olduğu anlaşılır.  

Zigetvarlı Tezkireci İbrahim Efendi ile Müneccimbaşı Şekibî Mehmed Efendi arasında geçen konuşmanın devamını  İbrahim Efendi şöyle aktarmaktadır: "Kullanılışını gösterdiğimde, Uluğ Bey Zîci'ne ve başka zîclere takvimlerini uyguladığında çok hoşlanıp daha sonra istinsah ettiğimizde bize Mısır hazinesi kadar ihsanda bulunup, 'Bizi şüpheden kurtardınız; zîclerine iyice güven geldi' deyip çokça dua etti" [6].  Mübeccimbaşı'nın ilk anda 'Frenklerin buna benzer fodullukları çoktur' demesi şu manada olabilir: Avrupalıların bizden daha üstün ve hatasız bir zîc yapmaları ne hadlerine. Üstünlük psikolojisinden kaynaklanabilecek ilk tepkinin ardından Müneccimbaşı'nın ilmî bir olgunlukla meseleyi kabul etmesi gözardı edilmemelidir. 

Osmanlı'da bilim üretiminin yavaşlaması üzerine Ekmeleddin İhsanoğlu şunları yazmaktadır: "Onyedinci yüzyıldan itibaren merkezî otoritenin zayıflaması, ortaya çıkan sosyal ve iktisadî çözülme, siyasî istikrarın bozulması, fetihlerin azalması, devamlı surette toprak kaybı, Avrupa'ya Amerikan gümüşünün bol akması ve imparatorluğun gelirlerinin azalması neticesinde, şartlar tedricen bilimin gelişmesine imkan vermemeye başladı" [7]. 

Bu bilgiler ışığında yazarın medreseler üzerinden yaptığı tesbitin ne derece doğru olduğu ortaya çıkmaktadır. Ortada bir vak'a var. Ancak bir iki kitap okumakla bunun izah  edilemiyeceği kanaatindeyim. 

Bir şeyleri yanlı(ş) ve eksik okumanın neticesi...


Referanslar

[1] İhsan Fazlıoğlu, “Euclides Geometrisi ve Kelâm”, Türkiye I. İslâm Düşüncesi Sempozyumu, 1996.

[2 ] Yazarına nispet edilen eserin orjinal adı Hulâsat el-Hisâb'dır. Eser hakkında detaylı bilgi için İhsan Fazlıoğlu'nun T.C. Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi'nde yazdığı ilgili maddeye bakılabilir. Ayrıca buradan pdf formatında indirilebilir. 

[3] Cevat İzgi, Osmanlı Medreselerinde İlm, Cild-I, İstanbul, 1997, s. 69,73.

[4] Bayram Özfırat, Tokatlı İshâk Efendi’nin Nazmu’l-ulûm, Nazmu’l-le’âlî ve Manzûme-i Keydânî adlı mesnevileri (İnceleme-Metin), Y. Lisans Tezi, Selçuk Üniversitesi, Konya, 2006.

[5] Cevat İzgi, a.g.e, s. 77-95.

[6] Ekmeleddin İhsanoğlu, Osmanlılar ve Bilim, İstanbul, 2003, s. 168.

[7] Ekmeleddin İhsanoğlu. a.g.e, s. 40.

16 Ekim 2009 Cuma

Zîc

İslam medeniyetindeki astronomi literatüründe önemli bir tür de zîc olarak isimlendirilen elkitaplarıdır. Zîc kelimesi (Arapça çoğulu ezyâc, zîcât ve ziyace) Arapça’ya Farsça’dan geçmiştir (Farsça’da tel, şerit manasındadır). Ortaçağ Latince’sinde zich veya zîcin marife hali olan ez-zîc’den esinlenilerek ezich olarak kullanılmıştır [1].

Zîcler, güneş, ay ve gezegenlerin pozisyonlarını içeren tabloları ihtiva ederler. Bu elkitapları genellikle trigonometrik tabloları, ayın görülebilirlik ve namaz vakitleri tabloları, coğrafî tabloları, yıldızların pozisyonlarını gösteren tabloları da içermektedir. Bazen de teori ispatları ve açıklamaları, tabloların hesaplanmasında esas alınan gözlem raporları muhtevaya dahil edilmiştir. Bir zîc yaklaşık 150-200 sayfa arasındadır [1, 2].

İslam dünyasında en çok kullanılan zîcler, Ebu’l-Vefâ Buzcânî, el-Bettânî, İbn Yûnus, Nasîruddin Tûsî ve İbnü’ş-Şâtir’in zîcleridir. Uluğ Bey’in Zîc-i Hâkânî ya da Zîc-i Gürganî adıyla meşhur zîci, XV. asırdan sonra en çok kullanılan zîc olma niteliğini kazanmıştır [3]. Uluğ Bey'in bu zîci 1665 tarihinde Oxford'da izahlı bir şekilde Latice'ye tercüme edilerek neşredilmiştir [4].


Referanslar

[1] E.S. Kennedy, A Survey of Islamic Astronomical Tables, 1956, s. 2-3.

[2] Mohammad Bagheri, Books I and IV of Kûshyâr Ibn Labbân’s Jâmi’ Zîj: An Arabic Astronomical Handbook by an Eleventh-Century Iranian Scholar, 2006, s. X.

[3] Cevat İzgi, Osmanlı Medreselerinde İlm, Cild 1, İstanbul, 1997, s. 413.


12 Ekim 2009 Pazartesi

Kopernik ve Osmanlı

1510 yılında Kopernik yeni teorisinin kısa bir genel takdimini Commentariolus adlı risale ile yaptı. Bu risalesinde, dünyanın güneş sisteminin merkezi olmadığı, sadece ay yörüngesinin merkezi olduğu ve bütün gezegenlerin güneş etrafında döndükleri anlatılıyordu. Ancak, sistemini birçok noktalarda eksik ve zayıf bırakmıştı. Latince De Revolutionibus Orbium Coelestium eserinin ilk baskısı 24 Mayıs 1543 tarihinde yazarın ellerine verildikten birkaç saat sonra Kopernik ölmüştü [1].

İslam dünyasının Kopernik astronomisi ile teması, Zigetvarlı Tezkireci Köse İbrahim Efendi’nin 1660’lı yılların başında Fransız astronom Noel Durret’in Novae Motuum Caelestium Ephemerides Richelianae adlı Latince eserini ilave ve düzeltmelerle Secencel el-Eflâk fî Gâyeti’l-İdrâk adıyla önce Arapça’ya, sonra Türkçe’ye tercüme etmesiyle olmuştur. Avrupa’da din-bilim çatışmasına yol açan güneş merkezli (heliocentric) kainat kavramı, Osmanlıda teknik bir mesele olarak görülmüş, daha sonra Batlamyus’un yer merkezli (geocentric) sistemine tercih edilmiştir [2]. 

Geocentric sistemden heliocentric sisteme geçişle ortaya çıkan koordinat değişikliğinin pratik hesaplamalar açısından bir tesiri olmamıştır. Tezkireci Köse İbrahim Efendi eserde şunları söylemektedir [3]: 

“1461 yılında Alman bilginlerinden Peurbach ve Regiomontanus, Alfonso Zîci’nin yanlışlarını tespit ettiler. Regiomontanus, zîci düzeltmek için gözlemlere başladıysa da ömrü yetmediğinden çalışmasını bitiremedi. Birkaç yıl sonra daha başarılı ve üstün olan Nikola Kopernik, Alfonso Zîci’nin yanlışlarını bulup temelinin sakat olduğunu anlayarak 1525 yılında yeni bir yol ortaya çıkardı.

…Sonra Kopernik yeni bir temel kurup Yer’in hareketli olduğunu varsayıp küçük bir zîc yaptı. Bu zîc kendisinden sonra Tycho Brahe zamanına kadar 60 yıl kullanıldı. 

Daha sonra Reine kıyılarında Tycho Brahe çok sayıda mükemmel aletlerle gözlemlerde bulunup Kopernik Zîci’ni düzeltmeye başladı... Ancak Bohemya Seferi çıktı. Zîcinin müsveddelerini bastırmak istedi ise de ömrü yetmediğinden başaramadı. Sonunda çağdaşı olan, Daina şehrinden Longomontanus, Tycho’nun zîcine yakın, yanlışı çok olmayan bir zîc meydana getirdi. 

Bundan sonra İspanya Kralı Rudolph’un yanında çalışan Kepler adlı bilgin Tycho’nun gözlemlerine dayanarak bütün yıldızlar için bir zîc tertip ederek Rudolph Zîci diye adlandırdı. Kendisinin de dediği gibi bu zîc yapılan gözlemlere bütünüyle uymuyordu. Çünkü Batlamyus’un gözlediği yıldızların yerleriyle, bu zîcinki birbirini tutmuyordu. Güneş ile ay tutulmaları da bu zîce uyum göstermiyordu. Sonunda Durret adlı bilginin Lansberge’nin zîcine dayanarak 30 yıl gözlemle meydana getirdiği zîcini, Tezkireci diye tanınan ben İbrâhim el-Zigetvarî getirtip tercüme ettim”.


Referanslar

[1] Robert B. Downs, Dünyayı Değiştiren Kitaplar, trc. Erol Güngör, İstanbul, 2008,  s.187,190.

[2] Ekmeleddin İhsanoğlu, Osmanlılar ve Bilim, İstanbul, 2003, s. 37.

[3] Ekmeleddin İhsanoğlu, a.g.e, s. 166-168.

"Tarih Tenkidinin Unsurları"

Avrupalı bir tarihçi Leon Ernest Halkin’in Elements de critique historique eserinin üçüncü baskısının tercümesinden  [Tarih Tenkidinin Unsurları, Trc. Bahaeddin Yediyıldız, Ankara, 1989] iktibaslarla tarih usûlü konusuna devam edelim. 

Mütercim önsözde metodoloji ile alakalı şunları yazmaktadır: “Her ilim dalında güçlükleri yenmenin yolu, o ilmin metodolojisinden geçer. Özellikle matematik gibi somut bir ispatlama veya tabiî ilimlerde olduğu gibi deneye dayanma imkanına sahip olmayan tarihin ilmîliği sırf metoduna bağlı bulunmaktadır”. 



Tarih, çok sayıda bilinmeyen değişken ihtiva etmektedir. Bu sebeple de, onun, kanunlar, diğer bir ifadeyle, hem geçmiş hem de gelecek için geçerli neticeler çıkarması güçleşmektedir. 
Tarih şâhitliklerle yazılır, tecrübelerle değil, ve bir savaş laboratuarda tekrarlanamaz. Artık kesinlikle yeniden üretilemeyecek olan hâdise, tarihin tam konusudur. s. 6



Tarih ancak, metodu, tarih tenkidi sayesinde ve yardımcı ilimlerin müdahalesiyle ilmîdir. Bunun içindir ki, araştırma, açıklama ve kontrol tarzının ciddiliği sebebiyle, geniş mânâda, tarihin bir ilim, -beşeri ilimlerin en beşerîsi,- olduğu müdafaa edilebilir. Lucien Febvre [1878-1956, Fransız tarihçi], mütevazî bir şekilde, tarih “konusu kanunlar keşfetmek olmayan, fakat bize anlama imkanı sağlayan bir ilimdir” diye yazıyordu. s. 7



Tarihin bilinmesi, geleceği düşünmek için zarûrîdir: istikbâlin hayalleri, geçmişe karşı gelmek istedikleri zaman bile, kendi unsurları içinde, ona bağlı bulunmaktadır.
Tarih üzerinde tefekkür gerçekten tenkid zihniyetinin teşekkülüne katkıda bulunur, insanı tanımaya yardım eder. Tecrübî ilimlerde matematik ne ise beşerî ilimlerde de tarih odur; diğer bir ifâdeyle bu iki ilim, doğruluğun ve hakikatin teminatıdır. İnsan geçmişini ne kadar iyi tanırsa, onun o ölçüde daha az kölesi olur. s. 9



Tarihî hakikat, müşahhas hususiliği içinde geçmişin tasavvurudur. Bu hüküm, tarihçinin hem tarafsızlığını hem de objektifliğini gerektirir. Fakat, işte bu noktada meseleler çatallaşır, çünkü insan olarak tarihçi ve tarihî olarak olgu izafîliğin baskısına mâruzdur. Tarih bilgisi, şâhitlikleri takdir eden ve tartan tarihçiden ayrılamaz. Tarihî olgu ancak tarihçinin tasavvuru çerçevesinde algılanabilir. s. 11



Fénelon [1651-1715, Fransız ilahiyatçı, şair ve yazar], iyi tarihçinin “hiçbir döneme ve hiçbir ülkeye” mensup olmamasını istiyordu. Gerçekleşmesi mümkün olmayan ve hatta akıldışı bir temenni!
Tarih ancak ispat etme ve neticede yargıdır. O halde herşey, geçmişi değerlendirdiği gözlemevini seçen hâkime bağlıdır. Gerçeklik ressam için ne ise, tarihçi için de odur; nasıl ki tek bir manzara yoksa tek bir tarih de yoktur.
Tarih, içinde bulunulan zamandan hareketle, geçmişi düşünen her insanın içinde bulunduğu zaman muvacehesinde geçmişi kurmaktadır. s. 12



Şimdiki-zaman, tarihe kendi çözümlemesini empoze ettiği takdirde, onu bozar. Ancak, şimdiki-zaman, tarihe sorulacak soruların izâfî-ehemmiyeti hakkında bize bilgi verir.
Objektiflik, hakikatin peşinde olan tarihçinin gayretlerinin hedefi olarak kalmaktadır. 
Tarihçinin laboratuarı yoktur. s. 13



Tarihin elinden alınan şey, yalana terkedilir.  s. 15



Aslında önemli olan şâhitliğin tekididir. Tarihin mânevi kesinliği (certitude morale) ancak bu şâhitliğin otoritesine dayanır. Geçmişi biz ancak başkasının aracılığı sayesinde tanımaktayız. Eğer herbirimiz  tarihi kendi gözlemlerimize indirseydik, tarih çok kısa olurdu! Şâhitlik, kültürün ortak gelişmesinde lüzumlu bir rol oynamaktadır. s. 24



Tek şâhidin durumuyla karşılaşıyoruz. Onu atacak mıyız? Hukukla ilgili testis unus, testis nullus (tek delil, yok delil) kelâmı kibarının tarihte yeri yoktur. Bir şâhitliği mahkûm etmek değil, fakat daha ziyâde bir şâhide inanmak veya inanmamak söz konusudur. Ciddî, algılama gücü kuvvetli ve doğru bir insanın sözü, bizi kesin bir kanaate ulaştırmaya yetebilir, halbuki şüpheli birçok şâhidin tasdikleri de şüphelidirler. [Hadis ve fıkıh ilmi üzerine yazılmış eserlerde haber-i vâhid üzerinde durulmaktadır] s. 25 



Aşırı-tenkid yanılgısına düşen tarihçiler her şeyden kuşkulanırlar, hiç kimseye inanmazlar, açık seçik metinleri karanlık bulurlar, onları tashih etmek bahânesiyle bozarlar. “İncelikte kurnazlık ne ise tenkidde de aşırılık odur”. s. 28



…, tarihçinin sahip olması gereken güzel hasletler vardır: İncelik, açıklık, tevazu ve otokritik. Bütün bu kabiliyetler arasında sempati, tenkidi dengelemek için en zengin ve en lüzumlu bir haslettir. Sempati tarafgirlik değildir. Sempati, eski zaman insanlarının ruhunu anlamak arzusudur. 
Ne quid falsi audeat, ne quid veri non audeat historia! “Tarih yanlışı söylemeye veya doğruyu ketmetmeye cürette bulunmasın!”. Cicéron’un çok tekrarlanan bu sözü, son bir tenkid kaidesi değildir; bu formül, tarihçinin sâhip olması gereken, bütün formüllerden daha zarûrî ve daha ehemmiyetli bir ahlâk hükmüdür. s. 29



Tarih ancak tarih tenkidi ve yardımcı ilimler sayesinde ilmîdir. Fakat tenkid, tarihin özünü oluşturmaktadır, halbuki yardımcı ilimlerin hepsi ve her zaman ona lüzumlu değildir. Yardımcı ilimleri seçen tenkiddir. Onların müdahalesine karar veren, neticelerini takdir eden ve tarihî senteze onların katkısını sağlayan odur. s. 34



Filoloji, tarihin yardımcı ilimleri arasında imtiyazlı bir yer işgal eder. O, tarihçiler tarafından düzenli bir biçimde kullanılmış olan tek bilim ilim dalıdır. 
Filoloji nedir? Filoloji, “konusu metinlerin tesisi ve yorumu olan ilimdir. bir metin üzerinde çalışan kim olursa olsun, eğer bizzat o metin, incelemesinin asıl gayesini oluşturuyorsa, o kişi filolog demektir”.
Ben, filolojiden yararlanmayan bir tarihçiye itimat etmem, ve tarihi küçümseyecek olan filoloğa acırım. s. 35 



Filolojide olduğu kadar tarihte de, metinlere saygı, tenkid metodunun ilk kanunudur. “Bir metni izah etmek, esas itibariyle onun mânâsını ortaya çıkarmaktan, yâni onun cümlelerini ve kelimelerini yazarının kasdettiği mânâları içinde anlamaktan ibârettir...”. s. 36



Hemen hemen bütün teorilerin bazı olgularla uyum  sağladıkları iddia edilebilir: Ancak şunu kesinlikle belirtmek gerekir ki, bir varsayım, onu destekleyen olguları bulabiliyorsak değil, fakat daha ziyâde onu cerheden olguları keşfetmeye muktedir değil isek ispatlanmıştır.

O halde tarihçi, eserindei kesin gözüken ile muhtemel kalanı açıkça belirtecektir; boşluklarını gizlemeyecektir; nihâyet, başkasına onu kontrol etme vasıtalarını verecektir. s. 66



Klasik Antikite’de, tarihçiler tarih ve retoriği pek ayırmıyorlardı. Tarihçiye düşen görevin, güzel hitabet örneklerinin inşâsına ulaşmak olduğu sanılıyordu. s. 69



Polybe, Ciceron, Cesar veya Tacite gibi eski tarihçiler, her şeyden önce edebî etki endişesindeydiler. Hikâyenin doğruluğu onları tasvirlerin güzelliğinden daha az meşgul ediyordu. 
Ortaçağ saflığını çekiştirmek âdet haline gelmiştir. Ortaçağ  insanlarının sadeliğinden bahsetmek çok daha doğru olur. Onlar aldatılmaktan korkmuyorlar ve yazılı bir şâhitliğin yalancı olabileceğinden, muhtemel bir hikayenin gerçeğe uygun olmayabileceğinden aslâ şüphelenmiyorlardı. Tarih ve efsane sürekli birbirine karıştırılıyordu: Ortaçağ’da tarih, kitaplarda okunan şeydi. s. 70



Gerçekten tarihe, bizi bugün ona aşina kılan vasfını kazandıran, Rönesans’ın hümanist tarihçiliğidir. Floransa’da Leonard Bruni [1369-1444] ve Napoli’de Laurent Valla [1407-1457], yavaş yavaş bütün Avrupa’ya yayılan bu hareketin ilk rehberleridir…. Öncülerden biri olan Valla, diplomatik vesikalara sarılma ve Constantin’in meşhur Bağışının (Donation) sahte olduğunu ilan etme cesaretini gösterdi. s. 71



“Tarih kolay bir ilim değildir diye yazmaktadır. Tafsilatın uzun ve titiz bir müşâhadesi, bütüncü bir görüşe götürebilen tek yoldur. Bir günlük tertip için, senelerce tahlil gerekir”. s. 102



İhtisaslaşmanın ifratları, her zaman düzeltilmemiş  veya telafi olunmamıştır. Tarihin başarıları yanında, onun eksikliklerini de itiraf etmemiz ve bir tarih bunalımı olduğunu kabul etmemiz gerekmektedir. Tarihçileri önceki asrınkilerden daha kalabalık ve daha faal olsalar bile, XX. Asır, tarihin asrı değildir. s. 118



XX. asır, tarih tenkidine yeni bir düzenleme getirmemiştir. Bununla birlikte ona çok değerli ilerlemeler borçluyuz: psikoloji ve istatistik gibi yeni teknikler, kendilerini kabul ettirmeyi başardılar. s. 120



Ülkenizi, hele başka bir ülkeyi, eğer onların tarihleri konusunda hiçbir şey bilmiyorsanız, anlayamazsınız. Siz bir İngiliz olarak mîrasınızın mâhiyetini ve size kadar nasıl ulaştığını bilmiyorsanız, kendi şahsî fikirlerinizi, ön yargılarınızı ve hissî tepkilerinizi bile anlayamazsınız.[G.M. Trevelyan’ın  eserinden alıntı] s. 134

20 Eylül 2009 Pazar

Tarih Usûlüne Tahsis Edilmiş İlk Eser

Nasıl ki gündelik meseleleri hallederken, o meselenin çözümü için yol yordam bilme ihtiyacı hissediyorsak, ilmi mevzularda da aynı şeyi yapmak zorundayız. Aksi takdirde ne hayatımızın düzeni kalır ne de ilmin tutarlılığı. Eskiler, İslam medeniyetinin kendilerine sunmuş olduğu altyapı ile usûl üzerinde çok durmuşlar ve âlimler çalıştıkları sahanın usûlü (metodoloji) hakkında muhtelif eserler ortaya koymuşlardır. Usûl ile alakalı müstakil eserler haricinde, eserlerin mukaddimesinde takip ettikleri usûlü bazen muhtasar bazen de tafsilatlı bir şekilde izah etmişlerdir. Herhalde bir eserin mukaddimesindeki en tafsilatlı usûl bilgisi İbn Haldun’un (ö. 1406) Kitâbü’l-İber adlı eserindedir. 

Tarih usûlune tahsis edilmiş bilinen en eski eser el-Muhtasar fî İlmi’t-Tarih isimli risaledir. Bu eser, Memlûkler zamanında Mısır'da Hanefi mezhebi baş müftülüğü yapmış Bergamalı Muhyiddin Ebû Abdillah Muhammed b. Süleyman el-Kâfiyecî (ö. 1474) tarafından yazılmıştır. Kasım Şulul eseri Türkçe’ye tercüme edip, üzerinde inceleme yapmıştır [Kafiyeci’de Tarih Usulü, İstanbul, 2003]. Şulul’un eserinden iktibaslar:

Molla Fenârî ve diğer meşhur Osmanlı ulemasının rahle-i tedrisinde bulundu. s. 18

Kahire’ye gelip buraya yerleşen Kâfiyeci, İbn Hacer el-Askalanî ve başka ilim adamlarıyla ilmî mübaheselerde bulundu. Suyutî gibi âlimler Kâfiyeci’nin ilminden istifade etmişlerdir. s. 19 

Suyutî, kendi hayatından bahsederken, on dört sene Kâfiyeci’nin derslerine devam ettiğini, ondan çeşitli ilimlerde, özellikle tefsir, usûl, Arapça ve meâni alanında ders aldığını, ondan her defasında hiç işitmediği nükteler ve derinlikli meseleler duymak suretiyle çokça istifade ettiğini zikreder. s. 20

Kâfiyeci’nin 8 Recep Salı günü 867’de bitirdiği el-Muhtasar fî İlmi’t-Tarih eseri, tarih metodolojisine tahsis edilmiş bilinen en eski risaledir. s. 25

Kâfiyeci’yi önemli kılan, üniversal anlamda bir tarih usûlü ortaya koymaya çalışmasıdır Eserin başlıkları bile bunun yeterli birer delilidir. Birinci bölümde:
  • Tarih ve zaman kelimelerinin sözlük ve ıstılah manaları
  • Güneş ve Ay yılı, ay, gün ve saat kavramları
  • Tarih kelimesinin kökeni
  • Hicrî takvimin ihdası, takvimler
  • Tarih ilminin tanımı ve konusu
  • Tarih metodolojisinin gerekliliği
  • Tarihçide bulunması gereken şartlar 

İkinci bölümde:
  • Tarihin varlık kavramı ve diğer ilimle ilişkisi
  • Tarihçinin amacı
  • İnsan tabakaları
  • Tarih yazımı ile ilgili beş yöntem ve beş yöntemin uygulaması
  • Tarihin ilim olarak gerekliliği ve yararı
konuları ele alınmaktadır. s. 26


Kâfiyeci’nin eserinin tercümesinden iktibaslar:

Zira selef, doğruluk ve sâfiyetin egemen olduğu bir dönemde yaşamışlardı. Karşılarına çıkan işleri ve hadiseleri biliyorlardı. Bu sebeple benzerlerini tedvin etmek bir tarafa, fıkıh ilmini bile tedvin etmeye ihtiyaç hissetmediler. Onların zamanında hadiseler azdı. Ancak zamanımızda hâdiseler ve vakıalar gerçekten çoğalmıştır. Bundan dolayı bu hâdiseleri ve vakıaları muteber bir yöntemle ve külli bir şekilde kaydetmeye tam bir ihtiyaç hasıl olmuştur. Hâdiseleri ve vakıaları muteber bir şekilde zapt edecek olan da tarih ilmidir. Tarih ilmi ancak tedvin ile tamam olur ve devam eder. s. 92


Şayet tarih ilmi olmasaydı, hadiselere dalan kişi, sahih ile fasidin arasını ayırmadan, rastgele konuşur, tarihî haberler içerisinde kör veya görmesi zayıf bir deve gibi gezer, böylece de karanlıkta odun toplayan adamın durumuna düşer.  s. 94

Hadîs râvisinde aranan dört şartın tarihçide de bulunması gerekir. Bunlar: akıl, zabt, İslâm ve adalettir.Bu şartlar tarihçinin tarihine rağbetin artması ve ölçüsüz davranmaktan ve iftiralardan sakınması içindir. Böylece tarihçi, sapma ve saptırma tehlikesine düşmekten kurtulur. s. 97

Tarih yazımında takip edilebilecek beş usûlden bahseden Kâfiyeci, bu usûllerden beşincisini açıklarken şunları kaydetmektedir:

Hz. Peygamber aleyhisselam’ın “Sana şüphe vereni bırak, şüphe vermeyene bak” hadîsleri dolayısıyla ve dayanaksız tahmin yürütmekten, yalan ve iftiradan sakınmak için tarihçi bu durumdaki bilgileri yazmamalıdır, o şeyler hakkında susmalıdır, ne olumlu ne olumsuz ağzını açıp konuşmamalıdır. Tarihçi şayet bu nevi bilgilere göre tarih yazarsa, konunun kendi nezdinde meçhul olduğunu söyleyerek durumu beyan eder, bu konudaki aczini itiraf eder. s. 111


22 Ağustos 2009 Cumartesi

"Tarihte Usûl"

Zeki Velidî Togan Tarihte Usûl [İstanbul, 1981] adlı eserinde, tarih usûlünü güzel anektodlarla anlatmaktadır. Günümüzün tarihçisi veya tarihçi geçinenleri acaba tarih ilminin usûlünü ne kadar biliyor ve ne derece uyguluyor? 

Müsteşriklerden Denison Ross 1935 ikinci Türk Tarih Kongresi'nden ve 1929'da Önasyada yaptığı seyahatinden aldığı intibalarını anlattıktan sonra Garbın fikir sahasında faikiyetinin artık ebedileşmiş olduğunu ileri sürmüş ve şunları demiştir: “Şark bizden teknik ve metod öğreniyor; fakat onun bütün teşebbüslerine istikamet vermek, onun yaşadığı ülkelerin haritalarını çizmek, onun tarihine, bugünkü hayatına ve mesaisine kıymet biçmek daima Garbın elinde kalacaktır. Lâtin alfabesini kabul eylemeleri şarklıların yalnız teknik değil, maneviyat sahasında dahi Batının rehberliği altında kalmalarını sağlayacaktır. Avrupa zihniyeti ve metodu Avrupalıların patentidir; şarklılardan münferid bazı şahsiyetlerin bunları kısmen yahut tam olarak benimsemesi bu vaziyeti değiştirmez.”. s. XVII

Denison Ross 1926’da Barthold İstanbul’da iken ona, bana ve ihtimal Fuad Köprülü’ye yazdığı mektuplarla “illa Lâtini alınız” diye ısrar etmiş ve 1929’da bu alfabe lehine propaganda maksadıyla Kahire, Şam, Bağdad ve Tahrana seyahat yapmış, fakat projelerini Kral Fuad’a ve Rıza Şaha kabul ettiremediğini The Asiatic Review’nin aynı sene Temmuz nüshasında neşrettiği makalesinde “Impressions from the Near and Middle East” anlatmıştı. s. XVIII, dipnot 2


Tarih tetkikatı, çalışma şartlarının mudiliği ve metodlu çalışmanın kıymet ve ehemmiyeti anlaşılarak yapılırsa ilmî kıymeti öteki ilimlerden mesela tabiat sahasındaki mesaiden hiç eksik olmaz. Tarihçinin işi çok müşkül ve tehlikelidir. Cüz’î bir dikkatsizlik neticesi bu yoldaki mesaî ilmî olmaktan çıkar, nihayet hayâl ve vehim mahsulü olur kalır.…. Herhalde tarih, ilim olmakla beraber, kendisiyle meşgul olan zevatın temayüllerine pek fazla maruz kalabilen bir ilimdir. s. 15


Tarih ancak ilmî haysiyetli şerefli bir ilmdir. Bu itibarla fevkalade hassastır. Bunun için de o vakaları zorlamayı sevmez. Ayrı şahıslar tarihi zorlar, onu tahrif eder yahut vakaları tarafgirâne bir suretle izah edebilir; fakat bir devletin, bir hükümet ve bir milletin ilmî müesseseleri bu yola girerse tarih tetkiki felce uğratılmış olur. s. 18


Hakikaten tarihi yaşadığımız güne kadar getirerek öğrenmemek büyük bir hatadır. Tarihi asla öğrenmeyip onu ihmal etmek ise cehalet ve hamakatin [ahmaklığın] en bariz tecellisi demek olur. s. 19


Umumî tarihi zamanımızda olduğu gibi, Garbî Roma imparatorluğunun 476’da sukutuna (veyahut Büyük Konstantin zamanına 306-337) kadar Eski çağ, İstanbul’un Türkler tarafından 1453’de fethine (yahut Amerikanın 1492’de keşfine) kadar Orta çağ, bundan sonrası Yeni çağ olarak üçe taksim, Almanya’da Halle Üniversitesi profesörü Christoph Cellarius (1644-1707) tarafından yapılmıştır. Bu taksim ancak Avrupa tarihi esas ittihat olunmuştur…. Asya, Amerika ve Afrika’daki büyük medeniyetlerin tarihi cihan tarihi çerçevesine girdikten sonra bu taksimatın gayri ilmî olduğu anlaşılmış, başka taksimat yapılması lüzumu daima söylenmiş ve bir çok projeler de ortaya atılmıştır. Buna rağmen insanlar yine öteki taksimatta kalıyorlar. Çünkü o nihayet bir çerçevedir; onun istimal olunmasından tarih ilmine büyük bir zarar gelmemektedir. s. 26

Orta çağda yaşayan bir arab, bir emirin namına kaside yazarsa baş tarafında bir mahbubeye yazılabilecek tarzda bir uzun muhabbet mukaddimesi yazardı. Bu onların âdetleridir. Biz buna bakarak, şair ile o emir arasında bir muâşaka olduğunu zannetmemeliyiz. Hayatında ağzına bir defa olsun rakı almayan bir çok mutasavvıfların fikirlerini, Allah’a takarrub maksadıyla yazdıkları şiirlerini gûya bir sarhoş gibi, hamr ve şaraba ve bardağa hitableriyle ifade eder. Bu gibi bize yabancı olan cemiyetlerin ruhiyat, hissiyat ve ifade tarzlarını anlayarak onların sözlerini tahrif etmeden, bugünkü zihniyetlere uygun bir surette ve dürüst bir şekilde bugünkü  lisanla anlatabilmeliyiz. s. 33-34

13. asırda Horzem’de telif olunan bir fıkıh kitabının, mesela Künye [Yazarı Necmüddin Ebu’r-Recâ Muhtâr b. Mahmud el-Ğazminî olan eserin tam adı Kunyetü’l-Munye li Temîmi’l-Ğunye veya Kunyetu’l-Fetâvâ’dır. El-Ğazminî, Harizm kasabalarından birine nisbedir.] kitabının, 14. asırda Altunordanın Sırderya havzası şehirlerinden birinde yazılan nüshasını alalım. Bu eser içindekiler itibariyle bir Hanefi fıkıh kitabı olmakla beraber burada mezkur, 13. asırdan sonra ölmüş olan eski Horezm dilinden bir çok numuneler vardır. Bu itibarla bu eser münkariz olmuş bir eski kültürün ve bir lisanın hazinesidir. Kitabın içerisinde yerli ziraat hayatına ve iktisadî hayata, halkın örf ve âdâtına ait bir çok notlar vardır. s. 66

Şimdi de tarihte usulün asıl mayası olan ve onun bel kemiğini teşkil eden meseleye geldik. İntikadın (kritik) vazifesi, önümüzde bulunan bir kaynağın bir hâdise hakkındaki şahadetinin ve bundan çıkarılan neticenin hakikate mutabık olup olmadığı meselesini incelemektir. İntikad iki türlü olur: a) bir kaynağın hâdiselere ait ifadelerinin bir şahadet sıfatıyla kabule şayan olup olmadığını tetkik etme, ki buna dış intikad (kaynaklar intikadı)… deriz; b) kaynak ifadelerinin hâdiseye ait şahadet sıfatıyla karşılaştırılarak ve kontrol ederek kıymetlerini biçmek ve ispat kudretlerini tesbit etmektir ki buna iç intikad (vakıalar intikadı) deriz. s. 75


Bir eserin kıymetine ait hükmü verirken tarihçi kendisini filhakika bir hâkim gini telakki etmelidir. Yani kaynakların ifadeleri, onların karakteri, şayan-ı itimad olub olmamaları, hangi muhitte ve hangi şeraitte yazılmış olmaları bakımından, ayrı ayrı tetkik edildikten sonra kaynakların ifadelerindeki tezadlar, varsa onların nereden geldiği hususunu tayine ehemmiyet verilecek, ancak şahid sıfatı ile dinlenen bu kaynakların ifadeleri karıştırılarak ölçüldükten sonra hüküm verilir.  s. 100


Tarihin ancak vakanüvislerden ve diğer yazılı vesikalardan tam olarak öğrenileceğini zannederek bütün himmeti o tarafa hasretmek büyük bir dalâlettir. s.109


Türlü his ve temayüllere malik bir insan camiasına mensub bir tarihçi, aynı derecede türlü his ve temayüllere tâbi kalan diğer insan kütlelerinin, kendi camiasının dostu  yahut düşmanı olan diğer camiaların hayatına ve fikirlerine ait hükümler verecektir….. Bütün bunlar nazarı itibara alınırsa, insanların tarafsızlığının nisbî (relativ) olduğu meyada çıkar. s. 114


Ciddi tahlile dayanmayan genelleştirmeler daima esassızdır. Mamafih usulünü bilerek yapılan, ihtiyat kaydıyla, hakikat ve faraziyenin nerede başlayıp nerede bittiğini kendisi bildiği gibi okuyucularına da bildiren büyük tarihçilerin genelleştirmeleri ilimde geniş görüş ufukları açılmasına sebeb oluyor. Avrupa ve cihan tarihi bakımından çok muvaffakiyetli genelleştirmeler yapan âlimlerden Leopard Von Ranke [17795-1886]  ile Edward Meyer zikre değer. s. 119


Şafiî fakihlerden Taceddin Ebû Nasr Abdulvehhâb ibn Takiyeddin es-Subkî (ö. 1370) Şafiî fakihlerinin hal tercümelerine ait yazdığı eserlerine “tarihçiler için kaide” diye bir fasıl yazmıştır [Tabakâtü'ş-Şâfi'iyyeti'l-Kübrâ, cild I, Mısır]. Büyük âlim olan babası Takiyeddin es-Subkî’nin de fikri olduğunu tasrih ettiği mütalealarına göre, tarihçilerden bir çoğunun bazı insanları medh, diğerlerini zem ederek, taassup ile, aynı zamanda, doğru ve yalanını fark etmeden rivayete inanarak, yazdıkları eserler kıymetten mahrumdur. Tarihçi,
  1. Bitaraf ve sözünde sadık olmalıdır
  2. Başkalarından sözler naklederken harfiyen nakletmeli, rivayetlerin ancak manasını alıp kendi beğendiği ibarelerle yazmamalıdır.
  3. Başkasından rivayetler naklederken bunun doğru ve yalanlığını müzakere ederek(yani intikada tabi tutarak) almalıdır.
  4. Haber ve rivayeti kimden naklederse o ravinin ismini muhakkak zikretmelidir. s.156

İbn Haldun, asıl eserinde bir rivayetçi olmaktan ayrılmamışsa da, mukaddimesinde serdettiği felsefi ve içtimai bahislerde vekayiin sebeb ve müsebbib sıfatıyla bağlılıklarını arayan ve tarihte intikad yolunu takibenden bir âlimdir. Tarih yazısında intikada dayanan pragmatik bir yol tutmuş olan İbn Haldun, bu fikirleri eski Yunanlılardan almış değildir. Fikirleri kendi ictihad ve müşahedelerinin mahsulüdür. Ona göre “tarih ilmi milletlerin ve kavimlerin, üzerinde çalışarak, inkişafında rekabet ettikleri bir sahadır. Çünkü tarih, zâhiri görünüşünde, eski zamanlara ve devletler ait haberlerin naklinden ibaret gibi ise de, hakiki, Batınî cephesiyle, o insan için tefekkür ve tahkik meydanı olmuştur. O kainattaki hâdiselerin zuhurunun illet ve mebdelerini inceler, hâdiselerin vuku keyfiyetinin sebeblerini derinliklerde arar; bu yüzden tarih, hikmetin (felsefenin) temelidir”. s. 158

28 Temmuz 2009 Salı

Batı entelektüelliği

Avrupa Ortaçağ tarihi konusunda uzman Fransız tarihçi Jacques Le Goff’un orijinal adı Les Intellectuels au moyen âge olan eseri Türkçe’ye Ortaçağda Entelektüeller [Trc. Mehmet ALi KılıçBay, İstanbul, 2006] başlığıyla tercüme edilmiştir. Bu eserden birkaç iktibas:

Entelektüel kelimesi, düşünmeyi ve düşüncelerini öğretmeyi meslek edinmiş kimseleri belirtmektedir. Düşünme eyleminin kişiselliği ile bunun eğitim yoluyla yayılmasının bu birlikteliği, entelektüeli belirlemekteydi.”, s. 18

“Yunan ve Arap elyazmalarının peşine düşen Hıristiyan eski eser avcıları Palermo’ya kadar ulaşmışlardır. Bu kentte, Sicilya’nın Norman kralları, daha sonra da II. Friedrich üç dili birden – Yunanca, Latince, Arapça- kullanan kançılaryalarının ortasında, yeniden doğmakta olan ilk İtalyan sarayının etkilerini, 1087’de Müslümanlardan geri alınan ve Hıristiyan çevirmenlerin Başpiskopos Raymond’un (1125-1151) koruması altında çalıştıkları Toledo’ya kadar yaymıştır.”, s. 35

Bilgiye susamış Morleyli  Daniel adındaki İngiliz’den şunları aktarmaktadır: “…Arapların Toledo’daki eğitimleri herkese açık olduğundan, burada dünyanın en bilgin filozofları tarafından verilen dersleri dinleyebilmek için vakit geçirmeden oraya gittim. Dostlar beni çağırdıkları ve İspanya’dan geri  dönmemi istediklerinde, İngiltere’ye değerli bir kitap yüküyle geldim….”, s. 39

Chartres [Paris’in kuzeybatısında] o yüzyılın [XII. yüzyıl] büyük bilimsel merkezidir. Trivium sanatları denilen gramer, hitabet, mantık burada küçük görülmemektedir. Bu durum Bernard de Chartres’in [ölümü 1124’den sonra] derslerinde gözlenmektedir. Ancak Chartres bu voces (kelimeler) eğitimi yerine, quadrivium’u oluşturan aritmetik, geometri, müzik ve astronominin konusu olan res (şeyler) eğitimini yeğlemektedir.

Chartres zihniyetini işte bu yönelim belirlemektedir. Bu merak, gözlem, araştırma zihniyeti, Yunan-Arap biliminden beslenmiştir ve ışıklarını yakında saçacaktır. Öğrenme açlığı o kadar yaygınlaşacaktır Autun’lü Honorius bu durumu çarpıcı bir formülle özetleyecektir: İnsanın sürgünü cehalet, vatanı bilimdir.”, s. 74

“Yunanlıların ve Arapların bu hümanist rasyonalizme katkıları anlaşılmaktadır. Bu konuda, İspanya’da uzun yolculuklar yapan büyük seyyahlardan, çevirmen ve filozof Bath’lı Adelard’dan daha iyi örnek olmaz.

Tam da hayvanlar üzerinde bir tartışma öneren bir gelenekçiye şöyle cevap vermiştir: Hayvanlar üzerinde tartışmak benim için güçtür. Nitekim Arap hocalarımdan aklı rehber almayı öğrendim, sen ise kıssadan hisse çıkartan bir otoriteyi, onun zincirli kölesi olarak izlemekle yetiniyorsun…”, s.79


“[Bologna] Tıp Fakültesi,  Afrikalı Constantinus tarafından XI. yüzyıldan derlenen ve Hippokrates ile Galianus’un eserlerini kapsayan, sonradan İbn Sina’nın Kanun’u, İbn Rüşd’ün Colliget veya Correctorium’u [tıp ansiklopedisi olan Külliyat], Razi’nin Al-mansor’u [Kitab el-Mansuri fî el-tıbb] gibi büyük Arap külliyatlarının da eklendiği, bir metinler derlemesi olan Ars Medecinae’ye dayanmaktaydı.”, s. 109 


30 Mayıs 2009 Cumartesi

X Işınlarının Osmanlı'daki Tatbikatı - Tabib Es'ad Feyzi


Alman fizikçi Wilhelm Conrad Röntgen (1845-1923) tarafında keşfedilen X ışınları, Medicine’s 10 Greatest Discoveries (Tıp’ın en büyük on keşfi) adlı eserde tıp sahasındaki en önemli ilk on keşif arasında gösterilmektedir [1]. 28 Aralık 1895 senesinde Wüzburg Bilimler Akademisi’nde “Leber eine neue Art von Strahlen (Yeni bir ışın üzerine)” isimli makalesiyle, bu keşfi ilim camiasına duyurmuştur.

Keşfin açıklandığı sıralarda Berlin’de tahsil yapan Dr. Ziya Nuri Birgi (1872-1936), Mekteb-i Tıbbiye-i Mülkiye’nin yayını olan Vekay-i Tıbbiye’ye gönderdiği “İcmal-i Tıbbi” (27 Kasım 1895) ve “Muallim Röntgen’in X Eşiası Hakkında Mütalaat” (27 Aralık 1895) başlıklı yazılarında bu keşiften bahsetmektedir. Bir süre sonra Prof. Dr. Goldsteine’ın X ışınları hakkındaki makalesini Türkçeye tercüme ederek meslektaşlarına gönderdi ve bu keşif vasıtasıyla iç organlarda ortaya çıkan değişimleri ve urların tesbit edilebileceği ümit edilmekteydi [2].

Ayrıca Servet-i Fünûn’da “Dersaadet’te Röntgen Usulüyle Fotoğraf Ahzı” (2 veya 3 Temmuz 1896) başlıklı yazıda, Mekteb-i Sultanî riyaziyat muallimlerinden Mösyö Leon Isoard bir cüzdan içerisindeki metal paraların ve 11 yaşındaki oğlunun elinin röntgen filmini elde etti [2].


Mekteb-i Tıbbiye-i Şâhâne Hikmet-i Tabi’iyye (fizik bilgisi) Mu’allimi Mu’âvini ve Serîriyyât-ı Hâriciye Röntgen Şu’â’âtı Mütehassısı Tabîb Yüzbaşı Es’ad Feyzi


Esad Feyzi Bey (1874-1901 veya 1902) Tıbbiye İdadisi’nden itibaren fiziğe özel bir ilgisi vardı. Mekteb-i Tıbbiye-i Askeriye-i Şahane’deki fizik hocası Antranik Paşa, kimya hocaları Dr. Vasil Naum Paşa ve Dr. Ali Rıza Bey ve jeoloji hocası İbrahim Lütfü Bey’den çok istifade etmişti [3, s. iv]. Askeri Tıbbiye’de son sınıfta iken Semaine Médicale’de Prof. C.M. Garielin’in “Les Recherches du Prof. Roentgen et la photographie à travers les corps opaques” makalesini okumuştu. Okuduklarını pratiğe geçirmek için Askeri Tıbbiye Fizik Laboratuvarındaki Crookes tüpü, Ruhmkoff bobini ve kuvvetli bir batarya kullandı [3]. İlk denemede İstanbul Tıp Fakültesi profesörlerinden Akil Muhtar Özden de (1877-1949) bulunmaktadır. Özden ilk deneme hakkında şunları yazmaktadır: “Bir (fotoğraf camı) birkaç kat siyah kağıtla örtülü olarak masanın üstüne kondu. Tüp yerleştirildi. Camın üstüne de ben elimi koydum… Nihayet zaman kafi görüldü. Hemen koştuk, karanlık odaya tıkıldık. Resmi tab ettik. Türkiye’de X-ışını ile ilk radyografi yapılmıştı. Elimin kemikleri fark ediliyordu. Benim o anda uzun boylu, sevimli yüzlü, zeki gözlü Esad Feyzi için hissettiğim sevgi ve hayranlığı tasvir edemem. Sonra başka ellerin de resimleri alındı” [4, s. vi].

1897 senesinde patlak veren Osmanlı-Yunan savaşında, Teselya’dan İstanbul’a nakledilen ağır yaralılar geçici olarak Yıldızdaki Askeri Hastahaneye yatırılırlar. Son sınıf öğrencileri Esad Feyzi ve arkadaşı Rıfat Osman cerrah Cemil Paşa’ya bir dilekçe verirler. Dilekçede şunlar yazılıdır: “Yaralı Osmanlı Gazileri’nin yüce Yıldız Hastahanesi’nde tedavi altına alınacakları minnet ve şükranla okunduğundan Askeri Tıbbiye’nin fizik laboratuarında bulunan ve az noksanı olan, bilinmeyen şualar cihazının adı geçen yüce hastahaneye nakli ile, bedenin derinliklerinde yeri bilinmeyen mermi parçaları ile çeşitli durumlarda meydana gelen kemik kırıklarının mahiyetlerini tayin için adı geçen cihazın tarafımızdan kullanılmasına ve bu suretle X ışınları ameliyesi şerefinin medeniyet dünyasında Osmanlı Tıbbı’na verilmesine ve yaralıların uzun acılarından kurtarılmalarına lütfen zat-ı ali-i üstadenelerinin tavassut buyurmasını arz ve istirham ederiz. Esad Feyzi, Rıfat Osman”. Cemil Paşa talebi yerine getirir ve Yıldız Hastahanesi’nde ilk olarak sağ bilek kemiğine şarapnel saplanmış Boyabatlı er Mehmet Efendi’nin röntgeni çekilir. Cemil Paşa bu röntgene göre şarapneli çıkarmıştır. Bu röntgen filmi Cemil Paşa tarafından Sultan Abdülhamid Han’a takdim edilmiştir [4, s. vi].

Boyabatlı Er Mehmet Efendi röntgen çekilirken

1897 senesinde yüzbaşı rütbesiyle Tıbbiye’den mezun olan Esad Feyzi, burada ilm-i hikmet-i tabiye ve ilm’ül-arz ve ilm’ül-maadin derslerini vermeye başladı. Röntgen ışınlarını tanıtarak Tıbbiye’nin ders programına dahil olmasını sağladı. Ayrıca Baş Cerrah Cemil Topuzlu Paşa’ya ricada bulunarak cerrahi bölümünde “Röntgen Şu’a’atı il Muayene Şubesi” adında bir şubenin açılmasını sağlar [4, s. ix].

İlk eserini öğrencilik yıllarında hocasından aldığı dersin notlarından ve Fransızca kaynaklardan istifade ederek İlm-i Arz ve İlm-i Maadin adıyla 1895 senesinde neşretti. İkinci eseri röntgen üzerine elde ettiği bilgileri ilim camiasına kazandırmak için 1898 senesinde yazdığı Röntgen Şu’â’âtı ve Tatbikat-ı Tıbbiye ve Cerrahiyesi isimli el yazmasıdır. Bu eserinde elektrik, tüpler, X ışınları, röntgen çekimi, banyo tekniği, tıp ve cerrahi sahasında çeşitli uygulamalar hakkında bilgiler vermektedir [4, s. xi].


Levha-i Lemeân (Işıldama levhası) [4, s. 80]

Eserin son kısmında X ışınlarının muhtelif tatbikatı hakkında malumat vardır. Buradaki bilgilere göre X ışınları [4, s.155-169]:
  • Kurşun ve top parçalarının bedendeki yerlerinin tayininde
  • Özellikle çocuklarda rastlandığı üzere yemek borusuna kaçan yabancı cisimlerin yerlerinin tayininde
  • Vücudun herhangi bir bölgesine batan ve kırılan iğne, tığ gibi cisimlerin yerlerinin tayininde
  • Kırık, burkulma ve eklem çıkıkları tedavisinde
  • Kemik hastalıklarının (kemik zarı iltihabı, kemik iltihabı, ilik iltihabı, kemik tüberkülozu, kas tüberkülozu, kemik sertleşmesi gibi) tanısında
  • El ve ayak çarpıklıklarının incelenmesinde
  • Böbrek ve mesane taşlarının teşhisinde
  • Uterus'taki fetus'un doğum öncesi ya da doğum zamanındaki durumu ve pozisyonunun tesbiti
  • Adli tıp sahasında
  • Gerçek elmasın sahte elmastan tefrikinde
  • Posta aracılığıyla gönderilenlerin incelenmesinde
kullanılabilir.

Marîzin Ta'yîn-i Vaz'iyeti (Hastanın duruşunun ayarlanması) [4, s. 110]

Bildiğim kadarıyla X ışınlarının tıp sahasında kullanımı ile alakalı ilk kitap William J. Morton tarafından 1896 senesinde neşredilmiştir [5, 6]. Esad Feyzi Bey, Röntgen'in keşfinden birkaç ay sonra uygulama yapması ve kısa bir süre sonra da Türkçe literatüre böyle bir eser kazandırması takdire şayandır.

Bu yazma eseri günümüz Türkçe’sine kazandıran Prof. Dr. Aytekin Besim ve eserin basılmasına sponsor olan Murat Balkan beylere teşekkürlerimi sunuyorum.


Referanslar

[1] Meyer Friedman ve Gerald W. Friedman, Medicine's 10 Greatest Discoveries, Yale University Press, 1998, s. 115.

[2] Nuran Yıldırım, “Röntgenin Keşfinden Sonra X Işınlarının İstanbul'a Yansıması ve İlk Uygulamalar”, Toplumsal Tarih, Mart 2008, s. 70-73.

[3] Yeşim Işıl Ulman, Gerry Livadas ve Nuran Yıldırım, “The pioneering steps of radiology in Turkey (1896–1923)”, European Journal of Radiology, No. 55, 2005, s. 306–310.

[4] Esad Feyzi, Röntgen Şu’â’âtı ve Tatbikat-ı Tıbbiye ve Cerrahiyesi, Ed. Aytekin Besim, Haz. Metin Ünsal ve Bekir Koç, Ankara, 2006.

[5] Charles E. S. Phillips, Bibliography of X-ray literature and research (1896-1897), London, 1897, s. 33

[6] William J. Morton, The X-Ray Or Photography of the Invisible And Its Value in Surgery, New York, 1896

23 Nisan 2009 Perşembe

Ahmet Cevdet Paşa'nın Tıp Tarihi Derlemeleri

Osmanlı son döneminin önde gelen şahsiyetlerden biri olan Ahmed Cevdet Paşa (1822-1895), çok yönlü kişiliği ile bilinmektedir. Hukukçu kimliği ile Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye heyeti reisliği yapmış, tarihçi ve sosyolog kimliği ile Tarih-i Cevdet, Tezâkir, Ma’ruzât ve Kısas-ı Enbiyâ ve Tevârih-i Hulefâ, eğitimci kimliği ile Kavâid-i Türkî, Mecmua-i Âliye, Mi’yâr-ı Sedâd ve Âdâb-u Sedâd fi-İlmi’l-Âdâb eserlerini kaleme almış ve devlet adamı kimliği ile vâlilik, nâzırlık, yüksek meclis âzâlığı gibi görevlerde bulunmuştur [1,2]. 

Ahmed Cevdet Paşa’nın Sultan II. Abdülhamid’e sunulmak üzere hazırladığı tıp tarihi ile ilgili evrakın transkripsiyonu Ahmet Zeki İzgöer tarafından yapılarak Yeni Tıp Tarihi Araştırmaları dergisinde neşredilmiştir [3]. 


Evrakta mikroplarla ilgili bölümün ilk sayfası

Evrakta kolera, veba, zehirler ve mikroplar hakkında malumat bulunmaktadır. Aşağıdaki yazılar evrakın veba ve mikroplar ile ilgili kısımlarındandır:

Ashâb-ı kirâmın vebâ hastalığı hakkında vâki olan muâmelerinin arz-ı atebe-i ulyâ kılınması şifâhen şerefyâb-ı telakkî olduğum emr-u fermân-ı hümâyûn-ı hazret-i Hilâfet-penâhî îcâbı celîlinden olmağla mazbata ve mâ-hazar olan mâlumât-ı kemterânemin bervech-i âtî arzına ibtidâr olunur. 

Vebâ maraz-ı âm yani umûmî bir hastalık demekdir. Tâ’ûn’a vebâ denildiği gibi bazen bi’l-akis ale’l-umûm vebâya dahi tâ’ûn denilür.

Meşâhir-i muhaddisînden İbn Esir’in ve diğer muhaddisînin beyanlarına göre Şam’da hicret-i Nebeviye’nin on sekizinci senesi pek şiddetli bir vebâ hastalığı vukû’ buldu. Ekâbir-i ashâb-ı kirâmdan pek çok zâtlar fevt oldu. İbtidâ Amvas karyesinde zuhûr ettiğinden bu vebâya tâ’ûn-ı Amvas denildi.

"Emîru’l-Mü'minîn Ömer bin el-Hattâb radıyallâhu anhü’l-Vehhâb hazretleri Şam'daki ashâb-ı kirâmın hallerini tahkîk etmek üzre Medîne-i Münevvere'de bulunan muhâcirîn ve ensâr ile birlikde cânib-i Şam'a azimet eyledi. Serg nâm karyeye vürûdunda ümerâ-yı Şam ya’ni aşere-i mübeşşereden emîru’l-ümerâ olan Ebû Ubeyde bin el-Cerrâh ve rüfekâsı olan Halid bin Velid ve Zeyd bin Ebî Süfyan ve Şurahbil bin Hasene ve Amr bin el-Âs radıyallâhu anhüm hazerâtı ana karşu geldiler ve Şam'da vebânın şiddetini beyân etdiler. Hazret-i Ömer: "Bana muhâcirîn-i evvelîni çağır" deyü Abdullah bin Abbas radıyallâhu anh hazretlerine emretmekte o dahi anları çağırmış, geldiklerinde Hazret-i Ömer anlara Şam'da vebâ vukû’ bulduğunu haber vermiş ve Şam'a varmak yâhûd geri dönmek husûsunda anların re'yini sormuş ba'zıları:  "Sen buraya rızâ-i  Bâri içün geldin. Buna bir şey mâni’ olamaz" deyüp ba'zıları da: "Bakıyye-i nâs yâ’ni ashâb-ı Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem seninle berâberdir. Anları bu belâya sevketmenizi re'y etmeyiz" deyü geri dönmek re'yinde bulundular. Hazret-i Ömer anlara: "Siz kalınız" dedi ve: "Bana ensârı çağır" deyü Abdullah bin Abbas'a emretdi.

Ensâr gelüp anlar da ol vechile ihtilâf edince Hazret-i Ömer anlara da: “Kalkınız” dedi ve: “Bana feth-i Mekke senesi muhacirlerinin ihtiyarlarını çağır” deyü İbn-i Abbas'a emretdi. Anlar gelüp bi’l-ittifak geri dönmeği re'y etdiler. Bu cihetle geri dönmek şıkkında ekseriyet-i ârâ vukû’ buldu. Hazret-i Ömer dahi yarın ale's-sabâh avdet olunacağını i’lan etdi. Rüfekâsı dahi sabâhleyin binüp avdete âmâde oldular. Ebû Ubeyde Hazret-i Ömer’e: “Allah’ın kaderinden firâren mi dönüp gidiyorsun?” deyince Hazret-i Ömer: “Yâ Ebâ Ubeyde! Kâşki bu sözü senden başka biri söyleseydi. Evet! Allah’ın kaderinden Allah’ın kaderine firar eyleriz. Senin bir deven olup da bir yakası otu bol ve diğer yakası kahtlık olan bir vâdîye inse sen anı otu bol olan tarafda otarırsan Allah’ın kaderiyle otarmış olursun ve kahtlık tarafında otarırsan Allah'ın kaderiyle otarmış olursun değil mi? Bana haber ver” dedi. Aşere-i mübeşşereden Abdurrahman bin Avf radıyallahu anh hazretleri li-hâcetihî bir mahalle gitmiş idüğünden zikr olunan meşveretde bulunmamış idi. Bu esnada geldi. Bu ihtilâf itdiğiniz mes’eleye ilmim var. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem hazretleri: “Bir yerde tâ’ûn olduğunu işitdiğinizde oraya gitmeyiniz ve bulunduğunuz yerde vukû’ bulursa andan firâren çıkmayınız” der iken işitdim, dedi. Hazret-i Ömer dahi kendüsünün ve ekser-i ashâb-ı güzînin ictihâdlarının hadîs-i şerîfe muvâfakatinden nâşî Cenâb-ı Hakk’a hamd etdi. Ba’dehû dönüp Medîne-i Münevvere’ye gitdi” deyü Abdullah bin Abbas rivâyet eylemişdir.

Bu rivâyetin isnâdı sahîhdir. Zîrâ anı İmâm Buhârî aleyhi rahmetü’l-Bârî ve İmâm Müslim aleyhi rahmetü’l-Mün’im Sahîh’inde îrâd eylemişdir.

….

Pastör’ün keşfiyyâtından mâdûd olan mikrob usûlünce suların yüz dereceyi tecâvüz edecek kadar kaynadılması tavsiye olunuyor.

Hâlbuki lisân-ı Arabî’de mikroblara cerâsîm denilür ve etıbbâ-yı Arab tarafından cerâsîmin ihlâki içün suların mükerreren galeyâna getürülmesi tavsiye olunuyordu. Hattâ etıbbâ-yı Mısrıyye’den meşhûr İbn Rıdvan’ın bu bâbda 460 sene-i hicriyesinde cerâsîmden bahs ile bu bâbda mübalâğa ederek cerâsîmi ilhâk içün suyu uzun müddet müstemirren kaynatmak lâzım olduğunu beyân etmiş olduğu Mısır’da tab’ olunan el-Müeyyed gazetesinin bu kere Dersâdet’e vârid olan 1188 numerolu nüshasında tafsîl olunmuştur.

Ol asırlarda ümm-i medeniyet olan Bağdad’da dahi sıuların cerâsîmden tathîri efkârı olduğuna şu kıssa delâlet eyler ki hulefâ-yı Abbâsiyye’den 575 senesinde câlis-i serîr-i hilâfet-ü saltanat olup hilâfeti 47 sene kadar mümted olan İmâm Nâsır’ın içeceği sular Bağdad’ın üst tarafında yedi sâ’at mesâfesi olan mahalden hayvânlar ile nakl olunup yedi def’a kaynatdıktan sonra su kaplarına konup içermiş.


Sâhih-i Buhârî’de Hazret-i Peygamber’den rivâyet edilen hadîsin tercümesi:

Üsâme İbn-i Zeyd radiyallahu anhumâ’dan gelen rivâyete göre, Üsâme’ye:
      - Tâûn hakkında Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’den ne duydun? Diye sorulmuş. Üsâme de:
      - Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğunu işittim, demiş:
      -Tâûn bir azâbtır. Benî İsrâil’den bir kavme, yahut sizden önce geçen bir ümmete gönderilmiştir. Siz bir yerde o(nun çıktığı)nı duydunumuz mu, o tâûnlu yere gitmeyiniz!. İçinde bulunduğunuz bir yerde tâûn zuhûr ederse, ondan kaçarak oradan çıkmayınız!. 

Hadîsin îzâhında Kâmil Miras şunları yazmaktadır: Peygamber Efendimiz’in bir azâb, bir âfet olmak üzere tavsîf buyurduğu bu müstevlî hastalıklara karşı korunma şekli, bugünkü tabâbetin karantinasıdır [4]. 

Referanslar

[1] Ahmet Şimşirgil ve Ekrem Buğra Ekinci, Ahmed Cevdet Paşa ve Mecelle, İstanbul, 2008, s. 46-47.

[2] Ekrem Buğra Ekinci, İslâm Hukuku Tarihi, İstanbul, 2006, s. 236.

[3] Ahmet Zeki İzgöer, “Ahmed Cevdet Paşa’ya Ait Bazı Tıp Belgeleri”, Yeni Tıp Tarihi Araştırmları, c. IV, 1998, s. 237-243.

[4] Abdi'l Latifi'z Zebidi, Sahîh-i Buhârî Muhtasarı, Tecrîd-i Sarîh tercemesi ve şerhi, cild IX, Ankara, 1984, s. 206-207.

31 Mart 2009 Salı

Bâleybelen’den Esperanto’ya


Sun'î lisân (artificial/constructed language) denildiğinde aklımıza ilk olarak Esperanto gelmektedir. Lâkin Esperanto’dan yaklaşık üç asır evvel, Bâleybelen dil bilgisi kitapları, sözlüğü ve kendisiyle yazılmış onlarca kitapla mevcuttu. Peki insanlar tabiî yollarla elde ettikleri lisânlar dururken neden yeni bir lisânın inşasına girişmişler? Yapma dillerin oluşturulma sebeplerinin başlıcaları şunlardır: Belli bir grup arasında bilgileri aktarmak ve farklı milletten insanların kolay öğrenebilecekleri bir dil vasıtasıyla haberleşmeyi kolaylaştırmak.

Bâleybelen…

Mustafa Koç Bâleybelen’in esaslı bir incelenmesini yaptı ve 2005 senesinde Bâleybelen – İlk yapma dil [1] başlıklı eseri neşretti. Eserde dilin grameri ve sözlüğü bulunmaktadır. Eserden özetlediğim bilgileri aktarıyorum.

Edirne’de doğan Muhyî-i Gülşenî (935-1013 / M. 1528-1604) burada Üçşerefeli ve Bayezid medreselerini tamamladı. Ardından öğreniminin son aşamasını Sahn-ı Seman’da tamamlamak için İstanbul’a geldi. Ebussuud Efendi ve Gelibolulu Sürurî gibi devrin meşhur ilim adamlarının derslerini takip etti. Gülşenî, Nakşî ve Ahrarî sufîleriyle irtibat kurdu [2]. Muhyî ile Ebussuud Efendi yakın ilişki içindeydi. Derslerine devam ettiği Ebussuud Efendi’yi övgüyle bahseden Muhyî onun hakkında şöyle demektedir: “İster tefsir, ister tevil ister ilm-i sûfiyeden o kadar nevâdir beyan ederlerdi ki eğer onları ömrümde tafsil edip tahrir edeydim, kifayet ederdi”. Ebussuud Efendi tarih düşürmedeki maharetinden dolayı Muhyî’ye “sâhib-i târîh” diye hitap etmekteydi [3].

Eserleri arasında Reşehât Tercümesi, Ahlâk-ı Kirâm, Şerh-i Hadîs-i Cibrîl, Şerh-i Hadîs-i Erbaîn, çeşitli Divan’lar ve Bâleybelen üzerine yazdığı eserler vardır [4].

Muhyî, kendisini “zebân-zede-i ebkemân” (dilsizlere dil veren) olarak tanımlamaktadır. Söz dizimi, Arapça esas alındığında “Lisânü’l-Muhyî” tamlamasına karşılık “Bâleybelen” karşılık gelir. Muhyî, Arapça tamlamanın karşılığı olan “Bâleybelen” ismini kullanmakta ısrarcıdır [5].

1805 senesinde Rousseau, Halep’te özel bir kütüphanede gördüğü ve mahiyetini anlayamadığı bir yazmanın giriş sayfasının kopyasını Hammer’e gönderdi. Hammer da fikrini almak için Silvestre de Sacy’e (1758-1838) gönderdi. Sekiz yıl sonra, Sacy Bâleybelen’i bir makalesiyle ilmi camiaya tanıttı. Ancak bu dilin kaybolmuş bir millete veya Doğu kabalistlerinin gizli bir dili olduğunu düşünmüştü. Büyük bir sabırla dili çözümlemeye uğraştı. Başka bir Doğu araştırmacısı Alessandro Bausani, Sacy’e atıflarla dile dikkat çekti. Bausani, bu dilin oluşumunu Fazlullah Esterabadî’nin kurucusu olduğu Hurufîlik ekseninde değerlendirdi. 1974 senesindeki eserinde, Bausani Bâleybelen’i ilk yapma dil olarak nitelemektedir. Bâleybelen’in Türkiye’de tanınması ilk olarak, 1966 senesinde Midhat Sertoğlu’nun Hayat Tarih Mecmuası’nda neşrettiği bir makaleyle oldu [6].

Osmanlı müelliflerinden, Hüseyin Kefevî Râznâme’sinde, Gelibolulu Âlî (1541-1600) Künhü’l-Ahbâr’da, Nev’îzâde Atâî (1583-1635) Şakaik zeyli Hadâku’l-hakaik’te ve Kâtip Çelebi (1609-1657) Fezleke’de Bâleybelen’e temas eder [7].

Muhyî oluşturduğu dil hakkında şunları dile getirmektedir: “Öyle müstakil bir dil oluşturdum ki böylesini ademoğlu yapmadı. Türkçe ve Farsça’yı bu dile aktardım, Arapça’nın dizilişini kullanarak bu binayı sağlamlaştırdım”.[8]

En az emek ilkesinin işletilmeye çalışıldığı Bâleybelen’de, Arapça’da bulunan tensiye (ikil), müennes (dişil), kural dışı çokluk şekilleri gibi yapılara yer verilmez. Kelime köklerinin belirlenmesinde ilham ve diğer dillerden yapılan alıntılar esas alınır. Bâleybelen’in söz dizimi Arapça’dan, kelime gruplarında Farsça’dan, genel yapı bilgisinde Türkçe ve Farsça’dan yararlanılmıştır. Ural-Altay, Hint-Avrupa ve Sami dilleri ayıklanarak Bâleybelen oluşturulmuştur. Bâleybelen’de kullanılan alıntı kelimeler düşük bir yüzdeyi teşkil etmektedir [9].

Muhyî bu dili oluştururken yazı ve konuşma dili olarak kullanılmasını göz önünde tutmuştur. Bundan dolayıdır ki, dili anlattığı eserde ses hadiselerine yer verir. Gramer kaidelerini anlattığı eserleri Osmanlı Türkçesiyle kaleme alınmıştır. Kurallara verilen bol örnekler, Türkçe, Farsça ve Arapça karşılıkları ile birlikte verilir. Bütün gayretlerine karşı dilin yayılmasında yeterli imkana sahip olmadığının farkındadır [10]:

Gerçi kılmadı bu dâ’iye zemân
Ki irem ol deme ki cümle cihân
Bu dil ile diyeler işideler
Hukemâ-veş bu tarîka gideler

Bâleybelen’den birkaç örnek cümle:

Esperanto…

Esperanto ile ilgili bilgiler Edmond Privat’ın Esperanto at a glance [11] isimli eserinden alınmıştır. Eserin kapağında “Her millete kendi milli dili, insanlığa beynelmilel bir dil” sloganı bulunmaktadır. Aşağıdaki bilgiler eserin 9-10 sayfaları arasından derlenmiştir [12].

Leibniz’den (1646-1716) sonra birçok Avrupalı bilgin yapay dünya-dilleri sistemi oluşturmaya çalışmışlardır. Ancak bunların hepsi teorik ve pratik olmayan projelerdi. 1880 senesinde Johann Martin Schleyer’in “Volapük” dili tüm dünyada başarı elde etti ve böyle bir dilin oluşturulabileceğini ispatlandı. Lâkin bu sistem oldukça zordu, yapaydı ve mevcut dillere ve onların modern tekâmülüne yeterince önem vermemişti. Volapük iç hayata sahip değildi. Uzmanlar dilin değişimi üzerinde tartışmaları sürdürürken veya bu uzmanların büyük bir kısmı Esperanto olarak bilinen yeni sistemi ele alırken, birkaç yıl sonra Volapük’ün yerini Esperanto aldı.

Esperanto, Polonyalı göz doktoru L.L. Zamenhof (1859-1917) tarafından oluşturuldu. Bulunduğu şehirde, Leh dili, Rusça, Almanca ve Eskenazi dilleri konuşuluyordu. Bu farklı dilleri konuşanlar arasındaki, sıklıkla zulme varan, mücadele Zamenhof’u boş zamanlarını nötr bir dil oluşturmaya adamasına sevk etti. Bu sayede farklı milletler arasında barışıl ilişkileri teşvik edecekti. Öğrenciyken çalışmaya başladı ve 1887 senesinde 28 yaşındayken “Doktoro Esperanto” ismiyle ilk gramer kitabını neşretti. O zamandan beri ciddi bir ilerleme kaydeden dil yüz binin üzerinde bir topluluğa sahip oldu ve yaklaşık bin kişi anadil olarak bu dili kullanmaktadır . Özgür ansiklopedi sloganıyla ortaya çıkan Wikipedia'da, Esperanto yaklaşık 112 bin (31 Mart 2009 tarihinde) madde ve 16400 kullanıcıya sahiptir. Türkçe Vikipedi'nin yaklaşık 126 bin madde ve 213 bin kullanıcı içerdiğini düşünürsek, Esperanto'nun dili yayma misyonuna sahip bir kitlesinin olduğunu söyleyebiliriz.

Dr. Zamenhof aslında yapay bir dil değil, modern dillerin başlıcalarının bir çeşit sentezini yaptı. Dilin kelime hazinesi için pek çok beynelmilel kökler seçti. Esperanto’da çoğunluğu teşkil eden telefono, telegrafo, teatro, arto, muziko, onklo, sukcesi, miraklo gibi kelimeler modern Avrupa dillerine aittir. Diğer kelimeler - mesela trinki, varma, blua, tempo, glaso, granda, tablo, inko, tago, lerni – Avrupa dillerinin en büyüklerinin üçüne aittir. Böyle bir esas Esperanto’yu Latince, Almanca ve İngilizce karışımı bir dil yapmaktadır.

Esperanto’dan birkaç örnek cümle:

Li estas bona (He is good)
Kio estas sur la tablo? (What is on the table?)
Kiu parolas? (Who speaks?)

Referanslar:

[1] Mustafa Koç, Bâleybelen- ilk yapma dil, İstanbul, 2005.

[2] Mustafa Koç, a.g.e., s. 12.

[3] Mustafa Koç, a.g.e., s. 26.

[4] Mustafa Koç, a.g.e., s. 44-52.

[5] Mustafa Koç, a.g.e., s. 54.

[6] Mustafa Koç, a.g.e., s. 55-57.

[7] Mustafa Koç, a.g.e., s. 62.

[8] Mustafa Koç, a.g.e., s. 59.

[9] Mustafa Koç, a.g.e., s. 67-68.

[10] Mustafa Koç, a.g.e., s. 79.

[11] Edmond Privat, Esperanto at a glance, New Jersey, 1908.

[12] Edmond Privat, a.g.e., s. 9-10.