23 Aralık 2008 Salı

Müslüman sanatçılar Batılı araştırmacıların 500 yıl ilerisindeydi

İslam medeniyetindeki ilmî ve sanat eserlerin derinliklerine inildikçe insanı hayrete düşüren bir yapı ile karşılaşıyoruz. İlk bakışta insana hoş gelen çinicilik, arkasında derin bir matematik bilgisi barındırıyor. Mevzu hakkında araştırma yapan Peter J. Lu ve Paul Steinhardt'ın Science dergisinde (2007) "Decagonal and Quasi-Crystalline Tilings in Medieval Islamic Architecture" adıyla neşredilen makalesi büyük alaka uyandırdı. Araştırma hakkında Nature dergisinin “Islamic tiles reveal sophisticated maths” başlıklı haberinin tercümesi yapılmıştır. Bu yazıda, Müslüman sanatçıların matematikteki maharetlerinden bir kesit gözler önüne serilmiştir.

İslam çiniciliğindeki ileri matematik

Müslüman sanatçılar Batılı araştırmacıların 500 yıl ilerisindeydi.

İki fizikçiye göre; asırlar önce İslam sanat ve mimarisinde kullanılan karmaşık geometrik tasarımlar, beş asır önceye kadar Batı’da keşfedilmemiş bir çini döşeme sistemi ile yapılmaktaydı.

Harvard Üniversitesi’nden Peter J. Lu ve Princeton Üniversitesi’nden Paul Steinhardt şöyle demektedir: İslam çiniciliğinde desenlerin bir araya getirilmesi, önceden varsayıldığı gibi, bir pusula ve cetvelle değil, az sayıda farklı çinilerin karmaşık şekillerle döşenmesiyledir.


1453 tarihinde yapılan Darb-ı İmam Şirin’deki desen, 1973 yılında keşfedilen Penrose çiniciliğiyle neredeyse aynı.

Araştırmacılara göre, bu teknik onüçüncü asrın başlarında geliştirildi. Onbeşinci asır civarında ise, şimdi quasi-periyodik olarak tanımlanan karmaşık desenler yapmak için yeterli olgunluğa ulaşmıştı.

Bu desenler, İngiliz matematiksel fizikçi Roger Penrose tarafından 1973’te “keşfedildi”. 1984 yılında, desenler quasi-kristaller olarak adlandırılan metal alaşımlarda bulundu ve bu quasi-kristaller atom istiflemenin (atomic packing) geometrik kâidelerine muhalifti.


Şaşırtıcı desenler

Mevzubahis olan desenler bağ (girih) olarak isimlendirilir. Dolambaçlı çizgilerin birbirine geçirilmesiyle oluşan poligon ve yıldız şekillerinden müteşekkildirler.

Bu haftaki Science dergisinin [sayı 315, sayfa 1106 – 1110, 2007] yazdığına göre, Lu ve Steinhardt’ın önerisine göre: Bağlar, beşgenlerden papyonlara kadar değişen az miktarda şekillerin permutasyonlarından üretilmektedir. Bu çiniler ortaçağ İslam matematikçilerince bilinen tekniklerle çizilebilmiştir.

Darb-ı İmam Şirin’deki çinilerin rekonstrüksiyonu

İslam sanatçılarının metotlarını açıklamak için oluşturdukları taslaklarda, çiniler bu şekillerle gösterilmektedir. Bu şekillerin kavramsal yapı bloklar olarak kullanıldığını doğrulamaktadır. Lu, kiremitlerin gerçekten yapıldığına dair delil bulamadı. “Fakat yapıldıklarını tahmin etmekteyiz, böylece kiremitler binanın üzerine gerçek çininin döşenmesinde taslak olarak kullanıldılar.” demektedir. Lu ilaveten “Kiremitlere sahipseniz, birkaç basit kuralı takip ederek kompleks desenler hatta quasi-kristal desenler yapabilirsiniz.” söylemektedir.

Quasi-kristaller beş, on ve oniki-kat simetri özelliğine sahiptirler. Tam bir çemberin beşte bir, onda bir veya onikide biri ile kendi üzerlerinde döndürülmeleriyle üst üste getirilerek elde edilebilirler.

Ancak bu geometrinin kâidelerini ihlal etmekteydi. Bal peteğindeki hexagonlardan farklı olarak, beş, on ve oniki kenarlı poligonlar boşluk bırakılmaksızın birleştirilemezler. Steinhardt Penrose’un karaloma (tiling) planının quasi-kristal desenler oluşturabileceğini göstererek problemi çözdü.

Darb-ı İmam Şirin üzerindeki bağ (girih) tasarımı neredeyse Penrose karolama (tiling) ile aynıdır. Desenin büyüleyen özelliklerinden biri, gerçek quasi-kristal gibi, düzenli gözükmesi fakat asla tamamen tekrarlamamasıdır.

Lu şunları söylemektedir: “Bunun bütünüyle düşünülmüş olduğunu tahmin etmekteyim. Desenin tekrarlar yapmaksızın genişletilmesini istemişler. Buldukları inşaat kâidesinin neticeleri ve matematik özelliklerinin muhtemelen farkında olmamalarına rağmen, sonuçta bugün anladığımız quasi-kristallere götüren bir şeye varmışlardır.”



Lu’nun Harvard Fizik Bölümünde konu ile ilgili yaptığı konuşmayı izleyebilirsiniz:
http://media.physics.harvard.edu/video/index.php?id=Peter_Lu_12_03_07_lg.flv

Ayrıca, konu ile ilgili olarak NewYork Times’da 27 Şubat 2007 tarihinde çıkan “In Medieval Architecture, Signs of Advanced Math (Ortaçağda, İleri Matematiğin İzleri)” habere de bakabilirsiniz.


4 Aralık 2008 Perşembe

Bir Kütüphane, Bir Efsane

Giriş

Geçmişe ait rivâyetlerin doğrulukları tarih ilmi sayesinde tetkik edilebilir. Aksi takdirde herkes bir şey ortaya atar ve böylece hâdiseler hakkında sağlıklı bilgi edinilemez. Bundan dolayıdır ki günlük hayatımızda bize ulaşan haberleri hemen kabul veya red etmez; araştırır ve ona göre davranırız. Böylece, düşüncelerimizi ve hareketlerimizi makul sınırlar içinde tutmuş oluruz.

İskenderiye Kütüphanesi’nin Müslümanlar tarafından yakıldığı hikayesini duymuşsunuzdur. Belki de hiç araştırma ihtiyacı duymadan inanmışsınızdır. Acaba hakikat bu mudur? Buna cevap olarak, tercümesini okuyacağınız makale yeterli bilgi sunmaktadır. Mehmet Mansur’un 1883 yılında eski harflerle neşrettiği Meşhur İskenderiye Kütüphanesi eseri, bildiğimiz kadarıyla, konu hakkında yazılmış tek Türkçe eserdir. Kitap, Ahmed Reşid Turnagil tarafından Fransızcaya tercüme edilmiş; ancak neşredilmemiştir. Hadisenin ele alındığı başka eserler de mevcuttur. Ahmet Cevdet Paşa Mukaddime Tercümesi'ne eklediği notta (Mukaddime - Osmanlı Tercümesi, Haz. Y. Yıldırım, S. Erdem, H. Özkan, M. C. Kaya, İstanbul, 2008, Cild III, s.104) hikayenin gerçek dışı olduğunu ve Arablardan önce kütüphanenin ihrak edildiğini yazmaktadır. Balcızâde Tahir Harimî Tarih-i Medeniyette Kütüphaneler (Balıkesir, 1931, sayfa 95-97) adlı kitabında İskenderiye Kütüphanesinden bahsetmekte, mezkur hikayeyi aktaran rivayetin çürüklüğünü dile getirmektedir. Abdülhak Adnan Adıvar, İlim ve Din adlı eserinin İslam ve Ortaçağ kısmında hikayenin bir hayal olduğunu söylemektedir. Corci Zeydan, Tarihu't-Temeddünni'l-İslamî (İslam Medeniyeti Tarihi) adlı eserinde yakılma hadisesinin Müslümanlar tarafından yapıldığını iddia etmektedir. Ancak yazar daha önce neşrettiği Tarihu Misri'l-Hadis (Yeni Mısr Tarihi) eserinde ise aksini söylemiştir. Ayrıca Arslan Terzioğlu'nun Vakıflar Dergisi, 1970 tarihli “İskenderiye Kütüphanesi Müslümanlar Tarafından Yakılmamıştır” makalesinde özellikle Avrupalı oryantalistlerin eserlerinden istifade edilerek hadisenin gerçeği yansıtmadığı gösterilmeye çalışılmıştır. Kütüphane hakkında daha tafsilatlı bilgi almak isteyenler Mustafa el-Abbadi’nin UNESCO tarafından yayınlanan The Life and Fate of the Ancient Library of Alexandria eserine ve Brill yayınlarından 2008 senesinde çıkan ve editörü olduğu What Happened to the Ancient Library of Alexandria? eserine müracaat edebilirler.

Kütüphanenin bir tasviri. (Kaynak: www.bibalex.org)

What Happened to the Ancient Library of Alexandria? eserinde Bernard Lewis tarafından yazılmış olan “The Arab Destruction of the Library of Alexandria: Anatomy of a Myth” isimli makalenin tercümesi yapılmıştır. Tercüme esnasında, makaledeki cümlelere sadık kalmak kaydıyla anlaşılabilirlik ön planda tutulmuştur. Ayrıca tercüme içerisinde gerekli yerlere açıklamalar köşeli parantez [] arasında yapılmıştır.

İskenderiye Kütüphanesi’nin Araplar Tarafından Yıkımı: Bir Efsanenin Anatomisi

Bernard Lewis*

Çok kuvvetli delillere rağmen, bazı yazarlar hâlâ M.S. 642 yılında şehir fethedildikten sonra Halife Ömer’in emriyle Büyük İskenderiye Kütüphanesi’nin Araplar tarafından yıkıldığı hikayesine inanma eğilimindedir ve hatta bu hikayeyi tekrar ederler. Kaynakları, amacı, kabulü ve reddi açısından bu hikaye, bunun gibi tarihi efsanelerin nasıl ortaya çıktığı ve kısa bir süre içinde nasıl yayıldığı konusunda dikkate değer bir örnek sunmaktadır.

Oxford Üniversitesi’nde Arapça profesörü olarak görev yapmış olan Edward Pococke, Ebu’l-Ferec ismiyle de bilinen Suriyeli Hıristiyan yazar Barhebraeus’un Arapça eserinin Hanedanların Muhtasar Tarihi kısmını, Latince çevirisiyle birlikte yayınladı1. Böylece bu hikaye ilk olarak Batı ilim dünyasına 1663 yılında sızmış oldu. Bu hikayeye göre, Arapların komutanı Amr bin Âs, Dilbilimci John’un (Ioannes-Gramerci Yuhanna) itirazlarını kabule ve kütüphaneyi yıkmamaya meyilliydi. Ancak Halife başka türlü emir verdi: “Eğer bu Yunanlıların yazmaları Allah’ın kitabıyla uyuşuyorsa, bunlar faydasızdır ve korunmalarına gerek yoktur; yok eğer uyuşmuyorlarsa, bu kitaplar zararlı ve yok edilmelidirler.”2 Hikayenin devamında kütüphanedeki kitaplar gerektiği şekilde şehirdeki dört bin hamama dağıtıldığı ve böylece hamamların neredeyse altı aylık ısınma ihtiyacı karşılandığı yazmaktadır.

1713’ün başlarında ünlü Fransız oryantalist papaz Eusebe Renaudot, İskenderiye Patrikleri Tarihi’nde hikâye hakkında “güvenilmez” hükmünü yazarak şüphesini dile getirmiştir3. İşin garibi, Renaudot’nun metni Latince olmasına rağmen, “güvenilmez” kelimesi Yunancaydı. Belki de bu bir tedbirdi. İyi hikayeyi kaçırmayacak biri olan büyük İngiliz tarihçisi Edward Gibbon, hevesle bunu nakletmekte ve devamında şöyle demektedir: “Şahsen, şiddetli bir şekilde olayları ve sonuçlarını reddediyorum.”4 Bu reddiyeyi açıklamak için, Gibbon hikayenin güvenilirliği hakkında iki temel argüman verir: Hikaye ilk defa iddia edilen olaylardan altı asır sonra ortaya çıkmıştır ve böyle bir olay her halükârda Müslümanların inançlarına ve uygulamalarına muhaliftir. Her iki argüman, en azından, inandırıcıdır; ancak hikaye hâlâ yaşamaktadır.

O zamandan beri, diğer Batılı ilim adamlarından bir grup hikayeyi incelemiş ve çürütmüştür. 1902’de Alfred J. Butler5; 1911’de Victor Chauvin6; 1923’de, birbirlerinden bağımsız olarak, Paul Casanova7 ve Eugenio Griffini8,9. Bazıları hikayenin içerdiği imkansızlıkları ele aldı. Arapların fethinden sonraki yüzyıllara kadar kâğıt henüz Mısır’a girmemişti. O zamandaki kitapların hepsi olmasa da çoğu yanmayan parşömen üzerine yazılmıştı. Hamamların ocaklarını o kadar uzun süre yanık tutmak için kütüphanede en az 14 milyon kitabın bulunması gereklidir. Diğer bir çelişki, Barhebraeus’un hikayesine göre Amr’a kütüphanesi için ricada bulunan John Philoponus (John the Grammarian) önceki yüzyılda yaşamış ve ölmüştü. Her hâlükârda, kütüphanenin, Arapların Mısır’a varmasından çok önce yıkıldığına dair sağlam delil vardır.

Diğer ilginç bir detay: XIV. yüzyıl tarihçilerinden İbn Haldun benzer bir hikâye anlatmaktadır: Hikâye, İran’da Farsça, muhtemelen Zerdüşt kitaplarının saklandığı bir kütüphanenin, Halife Ömer’in çok benzer kelimelerden müteşekkil emriyle yıkılmasını konu alır10. Bu da hâdisede efsanevî veya folklorik bir köken olduğunu göstermektedir.

Şimdiye kadar, hikayeye karşı kullanılan en güçlü argüman ise, isnat edildiği delilin zayıf ve yakın zamanlara ait olması argümanıdır. Batılı tarihçilerin esas kaynak olarak kullandıkları Barhebraeus, 1226-1289 yılları arasında yaşamıştır. Sadece iki kaynağı vardır. Hikayeyi bunların birinden kopyalamıştır. Bu ikisi de ondan birkaç on yıl önce yaşamıştır. En erken kaynak Bağdatlı hekim olan Abdullatîf’dir. 1203 yılında Mısır’da bulunmuştur. Mısır seyahatini özetlediği eserinde “Halife Ömer’in radiyallahü anh izniyle Amr bin Âs tarafından yakılan kütüphane” ifadesi geçer11. Mısırlı bilgin İbnü’l-Kıftî, yaklaşık 1227 yılında bilginlerin tarihine dair eserini yazmıştır. Bu eserinde, efsanenin dayandığı hikayeyi anlatırken, Dilbilimci John’un biyografisini de eklemiştir. Anlatımı şöyle sonlanmaktadır: “O zamanda mevcut olan hamam sayısı bana söylenmişti. Ancak sayıyı unuttum. Hamamların altı ay boyunca ısıtıldığı söylenir. Bu hikayeyi dinle ve şaş!”12. Barhebraeus, İbnül-Kıftî’nin hamamların sayısı hakkındaki sözleri hariç, onun eserini izlemiştir. Bu sayı, içerikleri oldukça farklı diğer Arapça kaynaklarda belirtilmiştir.

Arapların İskenderiye Kütüphanesini yaktığı hikayesini kabul etmek için, bu kadar dramatik bir olayın nasıl olur da hem zengin Ortaçağ İslam tarih literatüründe; hem de Koptik ve diğer Hıristiyan kiliseleri ile Bizans ve Yahudi literatüründe yer almadığını; veya Büyük Kütüphanenin yıkımının kayda değer olduğunu düşünen herhangi biri tarafından fark edilip bahsedilmediğini açıklamak gerekir. [Koptik tarihçi ve Nikiu (İznik) piskoposu John, ömrünün büyük bir kısmını yedinci yüzyılın ikinci yarısında geçirmiştir ve Arap fethine yakın bir zamanda yaşamıştır. Bir çok olayları kayda geçirmiş; ancak Müslümanlara karşı açık düşmanlığına rağmen, söz konusu hikaye hakkında en ufak bir ip ucu dahi vermemiştir.13] Tüm bu itirazlara rağmen hikayenin hâlâ sürmesi ve tekrar edilmesi efsanenin gücünün devamına delildir.

Böyle efsaneler genellikle iki yoldan birinde ortaya çıkar ve iki amaçtan birine hizmet etmek için kullanılırlar. Bazısı, kendiliğinden ortaya çıkan tavır olarak nitelendirilen folklor, efsane ve hatta şiirden doğmaktadır; diğerleri kasıtlı olarak üretilirler, ve genellikle yanlış veya uydurulmuş yazılı delillerle desteklenirler. Böyle uydurmalar bazen şaşırtıcı bir şekilde uzun yaşarlar. Bunlardan bazısı, bir kişiyi, bir davayı veya bir olayı müdafaa etmek ve doğrulamak için savunma amaçlı olarak kullanılır. Diğerleri ise düşman olarak algılanan şeyin meşruluğunu ortadan kaldırmak ve o şeye saldırmak amacına hizmet eder. Modern terimle ifade edersek, böyle hikayeler ve uydurmalar propaganda olarak tarif edilebilir. Propagandacı için etkileyici ve ikna edici olmak önem taşır, gerçekler ve doğrular değil.

Benzer hayalî hadiselere iki örnek kâfidir. Birincisi, uzun zaman hayli tesir icra etmiş çok meşhur bir tarihî uydurma olan sözde Konstantin hibesidir. Bu hibe, ilk Hıristiyan Roma imparatoru Konstantin tarafından, Roma Piskoposu [papa] Silvester’e verildiği söylenen bir belgede geçmektedir. Bu belge, papanın dinî otoriteden ayrı olarak dünyevî gücüne de dayanak olarak kullanılmıştır. Bu belgenin dördüncü asırda yazıldığı iddia edilirdi. İlk olarak sekizinci asırda ortaya çıkmış ve çok uzun zaman yürürlükte kalmıştır. Nihayet onbeşinci asırda sahteliği ortaya çıkarılmıştır. [Papalar bir zamanlar bütün Batı’nın Roma İmparatoru Konstantin tarafından bir vesika ile kendilerine bahşedildiği ve buna dayanarak bütün krallar üzerinde dinî ve dünyevî tek otorite olma iddiasındaydılar. Hatta kendilerine karşı çıkan kralları aforoz ve enterdi ile tehdit ederler; çekindiklerini ise bir daha dönmeyecekleri kuvvetle muhtemel olan haçlı seferlerine teşvik ederlerdi. Zamanla bu vesikanın sahteliği ortaya çıktı ve krallar birer ikişer papanın üzerlerinde hiç değilse dünyevî otoritesini kabulden kaçınmaya başladılar14.]

Bu sefer saldırma amacıyla kullanılan ve yakın zamana ait ikinci bir örnek: Siyonist Önderlerin Protokolleri’dir15. Bunlar ondokuzuncu yüzyılın sonlarında Fransa’da Çarlık Rusya’sı gizli polisi adına hazırlanmıştır. Sahtekârlar bu protokolleri, Yahudilerden hiç bahsetmeksizin, III. Napolyon’a karşı Fransız propaganda broşüründen ve önemsiz bir ondokuzuncu yüzyıl Fransız romanından uyarladılar. Bu silah ile Çarlık gizli polisi en önde gelen iki düşmanının itibarını aynı zamanda düşürdü. Bunu, Yahudilere devrimci komplolar ve devrimcilere de Yahudi fikirleri isnat ederek yaptılar. Sözde Protokoller, Nazi Almanya’sı ve onların taraftarları ve taklitçilerinin propaganda kampanyalarında, başka yerlerde kin ve zulmü meşrulaştırmak için ziyadesiyle kullanıldı. Tarihî analizlerle, ve hatta birkaç ülkede mahkemeler tarafından sahteliği defalarca gösterilmesine rağmen, bir meselenin doğruluğunu göstermek isteyen ve delillerin güvenirliğiyle ilgilenmeyen propagandacıların favorisi olarak kaldı.

İskenderiye Kütüphanesi’nin Araplar tarafından yıkımı efsanesi, düzmece bir belgeyle dahi desteklenmiyor. Hikayenin neye hizmet ettiği ise merak konusudur. Sık sık dile getirilen ve muhakkak bu günlerde popüler bir epistomoloji ekoluyla uyumlu olan bir cevap şöyledir: Hikaye, düşman gruplar tarafından, saygı değer Halife Ömer’i kütüphaneleri yıkıcı olarak göstererek, İslamiyetin ismini karalamak amacıyla İslam karşıtı propaganda için kullanılmaktadır. Ancak, bu izah efsanenin kendisi kadar saçmadır. Hikayenin orijinal kaynakları Müslümanlardır. Tek istisna ise hikayeyi Müslüman bir yazardan kopyalayan Suriyeli Hıristiyan Barhebraeus’dur. Efsanenin ortaya çıkarılması değil de çürütülmesi, Avrupalı oryantalistlerin başarısıdır. Onsekizinci yüzyıldan günümüze kadar hikayenin yanlış ve saçma olduğunu dile getirdiler. Böylece Halife Ömer’i ve ilk Müslümanları bu iftiradan temize çıkardılar. [ Bu konuda en kapsamlı çalışmayı Mustafa El-Abbadi yapmıştır. Bunu hem Arapça kaynaklara hem de eski Yunan ve Roma eserlerine hakim olması sayesinde başardı. UNESCO tarafından yayınlanan The Life and Fate of the Ancient Library of Alexandria adlı eserinde olayları etraflıca izah etmektedir. ]

[Abdullatîf Bağdadî’nin Mısır’ı ziyareti Fâtımî devletinin sonuna denk gelmektedir. Fâtımîler felsefeden özellikle Eflatun felsefesi, Yeni Eflatunculuk ve Pisagor felsefinden etkilenmişlerdir16. Hikayenin çıkışı ile ilgili olarak R. S. Mackensen şunları söylemektedir: “Muhtemelen hikaye, Yunan biliminden kalanlara çok büyük hayranlık duyan; fakat bu bilimlerin çok azının kaldığından yakınan ve aynı zamanda ilk halifelere çok az saygı duyan bid’at ehli Müslüman bilginler arasında doğmuştur. Fâtimî sarayına girip çıkan ve Mısır’daki devletlerine Salahaddin Eyyubî tarafından son verilen üst düzey İsmâilî bilginleri arasında böyle bir şey elbette düşünülebilir. Hazret-i Peygamberden sonra Müslümanların gerçek başı olması gerektiğini düşündükleri Hazret-i Ali’yi engellediğine inandıklarından, Hazret-i Ömer’i ve elçilerini cahil vandallar olarak göstermekte hiçbir tereddüt hissetmeyeceklerdir.”17]

Ancak efsane, düşmanlar tarafından değil de, Müslümanlar tarafından oluşturulmuş ve yayılmış ise muhtemel âmil ne olabilir? Cevap, Paul Casanova’nın yorumunda neredeyse tamamen geçmektedir. Hikayenin ilk ortaya çıkışı onüçüncü yüzyılın başlarında olduğundan, onikinci yüzyılın sonlarında yani, büyük İslam kahramanı Salahaddin zamanında mevcut olmalıydı. O, sadece Haçlılara karşı kazandığı zaferler ile değil; Müslüman çevre için belki de daha önemlisi, aynı zamanda Kahire’deki İsmâilî mezhebiyle İslam birliğini asırlarca tehdit eden sapkın Fâtımî hilafetine son verdiği için de popülerdir. Abdullatîf, Salahaddin’in hayranı idi. Onu ziyaret etmek için Kudüs’e gitti. İbnü’l-Kıftî’nin babası Salahaddin’in taraftarı idi ve Salahaddin onu yeni fethedilen şehre kadı olarak atadı.

Kahire’de Sünnîliği geri getirdikten sonra Salahaddin’in öncelikli görevlerinden biri Fatımî koleksiyonlarını ve hazinelerini dağıtmak ve onları açık artırmada satmaktı. Bunlar hayli fazla idi ve büyük ihtimalle tamamı İsmâilî kitaplarıyla doluydu. Bir kütüphanenin dağıtılması, sapkın fikirlerle dolu kitaplar içerse bile, uygar ve okumuş bir toplumda büyük tepki uyandırabilir. Efsane açık bir gerekçe sağlamaktadır. Efsanenin bir hayalden üretilmesi şüphelidir. Büyük ihtimalle bunu kullananlar o zaman yaygın olan folklorik materyalleri aldılar ve zamana uyarladılar. Bu yoruma göre hikayedeki mesaj; bir kütüphane yıktığından dolayı Halife Ömer’in barbar olması değil; saygı duyulan Halife Ömer bu yıkımı onayladığından kütüphane yıkımının haklı gösterilebilir olmasıdır. Böylece bir daha, çok sık olduğu gibi, ilk dönem İslam kahramanları, sonraki Müslüman propagandacılar tarafından öncekilerin hiç duymadığı ve belki de göz yummayacağı olaylar ve politikalara onay vermek için kullanılmıştır18.

[Yukarıdaki açıklamaya şöyle itiraz edilebilir: Toplumun çoğu İsmâilî fırkasında iseler, bu fırkadakiler hikayede adı geçen halifeye itimat etmediklerinden, hikayenin ortaya atılması anlamsız olmaktadır. Yok eğer toplumun çoğu Sünnî ise böyle bir hikaye uydurmaya gerek olmaz. Çünki Sünnî halk, İsmâilî kitaplarının bırakın satışına razı olmayı, muhtemelen imhasına bile razıdır. İsmailiye mezhebinin fikir yapısını oluşturan İhvanü’s-safa mecmuaları, büyük ölçüde Yunan felsefesinden mülhemdi. Bu sebeple İsmailîler, Yunan felesoflarının eserlerinin imhasını, kendi eserlerinin imhasıyla bir tutmuş olabilir.]

Böylece hayranları ve daha sonra muhaliflerinin itham ettiği bu olaydan, Halife Ömer ve Amr bin Âs kesin olarak temize çıkarıldılar.

[Kütüphaneyi Müslümanlar yıkmadıysa kimler yıktı? İskenderiye Kütüphanesi Hz. İsa'nın doğumuna 47 sene kalıncaya kadar ilim erbabının başvurduğu bir yer olarak asli durumunu muhafaza etmiştir. Conrad Malte-Brun'un coğrafya kitabının "İskenderiye" bahsinde, Enrico Cialdini'nin umumi tarihinde ve Roma devletleriyle ilgili diğer tarih kitaplarında belirtildiğine göre, Roma devletinin yönetim biçimini imparatorluğa dönüştürürken Caesar'ın, önceleri rakibi iken daha sonra mağlup ettiği Pompey'i takip ederek İskenderiye şehrine varmıştır. Bu sırada Mısır'da patlak veren bir ihtilal esnasında çıkan yangında kütüphane tamamen yanmıştır. Bir rivayete göre Bergama kütüphanesinden 200 bin kitap İskenderiye'ye hediye edilmiştir. Böylece İskenderiye Kütüphanesi ikinci kez yeniden yapılmış ve bu kitaplarla tekrar canlandırılmıştır.

Theodosius-I ve Justinianos adlı Rum imparatorların yalnızca Hıristiyanlığı yayıp umumileştirmek maksadıyla şiddetli tedbirler almışlar. Libanius adlı tarihçinin rivayetine göre, bu tedbirlerin etkisiyle oluşan ruhban taifesi güzel eserleri yıkıp tahrip etmiştir. Bundan İskenderiye Kütüphanesi de nasibini almıştır. Hicretten takriben 200 sene evvel (391 yılında), İskenderiye piskoposu Theophilus'un liderliğindeki ruhbanlar tarafından Serapium mabedi ve bitişiğindeki Kütüphane yerle bir edildi.19]

* Princeton Üniversitesi, Yakın Doğu Çalışmaları Bölümünden emekli Profesör. Doktorasını Londra Üniversitesi, Doğu ve Afrika Çalışmaları Okulu'ndan İslam Tarihi sahasında yaptı. Araştırma, ders ve yayınları İslam'ın başlangıcından günümüze kadar olan periyodu kapsamaktadır.

[1] Barhebraeus, Historia compendiosa dynastiarum, Arapça metin ve Edward Pococke’un Latince tercümesi, Oxford, 1663.

[2] Metin için, a.g.e. bakınız, sayfa 180; tercüme, sayfa 114.

[3] Eusèbe Renaudot, Historia patriarcharum Alexandrinorum Jacobitarum a.D. Marco usque ad fınem sæculi XIII, Paris, 1713.

[4] Edward Gibbon, The History of the Decline and Fall of the Roman Empire, editör J.B. Bury, London:Mathuen, 1901-1917, cilt 5, sayfa 482,

[5] Alfred Joshua Butler, The Arab Conquest of Egypt and the Last Thirty Years of the Roman Dominion, ikinci baskı P.M. Fraser, Oxford:Clarendon Press, 1978, sayfa 401.

[6] Victor Chauvin, Le Livre dans le monde arabe, Brussels, 1911, sayfa 3-6.

[7] Paul Casanova, “L’incendie de la Bibliothèque d’Alexandrie par les Arabes”, Academie des Inscriptions et Belles Letters, Comptes Rendus des séances de l’Année 1923, 163-171.

[8] Eugenio Griffini, “Fî sebîl el-hakk ve’t-ta’rîh: el-hakîka fî harîk mektebet el-İskenderiyye”, El-Ahram, Ocak 21, 1925.

[9] Giuseppe Furlani, “Sull!incendio della biblioteca di Alessandria”, Aegyptus 5, 205-212, 1924.

[10] Edward Gibbon, a.g.e, cilt 5, sayfa 483.

[11] ‘Abdullatîf Bağdadî, Kitâb el-ifâde ve-l-i’tibar fî el-umûr el-muşâhede ve-l-havâdis el-mu’âyene bi-ard Misr, editör Ahmed Hassân Sabânû, Şam, 1983, sayfa 52.

[12] İbn el-Kıftî, Tarîhü'l-Hukemâ, editör Lippert, 1903, sayfa 354.

[13] Nikiu Piskoposu John, Tarih Yuhena el Nikiusî, Habeşçeden tercüme eden ve notlandıran Ömer Saber, Kahire, 2003. İngilizce tercümesi; The Cronicle of John, Bishop of Nikiu, trc. R.H. Charles, 1916.

[14] Charles Seignobos, Avrupa Milletlerinin Mukayeseli Tarihi, Trc: S. Tiryakioğlu, İstanbul, 1960, sayfa 166.

[15] Protokoller hakkında çok fazla yayın bulunmaktadır. Yakın zamanda yazılmış güzel bir kitap: Hadassa Ben-Itto, The Lie that Wouldn’t Die: The Protocols of the Elders of Zion, London:Valletine Mitchell, 2005.

[16] Farhad Daftary, Mediaeval Isma'ili History and Thought, Cambridge University Press, 2001, sayfa 4.

[17] Ruth Stellhorn Mackensen, “Background of the History of Moslem Libraries,” The American Journal of Semitic Languages and Literatures, cild. 51, no. 2, 1935, sayfa 114-125.

[18] Örnek için buraya bakabilirsiniz “Historical Precedents of Imam’s Ruling against Rushdie”, Tehran Times International Weekly, 23 Ocak, 1989.

[19] Mehmed Mansur, Meşhur İskenderiye Kütüphanesi, Günümüz Türkçesine aktaran Dr. Fahri Unan, Ankara, 1995.

17 Kasım 2008 Pazartesi

Osmanlı'da Adalet

Hebrew Üniversitesinde İslam Tarihi profesörü olan Haim Gerber belki de Osmanlı hukuk yapısını ve özellikle Osmanlı mahkemelerini en iyi anlayan yabancı ilim adamlarındandır. Türkçeye henüz tercüme edilmemiş “State, society, and law in Islam : Otttoman law in comparative perspective” isimli kitabından Osmanlı mahkemelerinde sınıf ve statü üzerine birkaç iktibas yapacağım (sayfa 55-57) [1]:

As raw material I have used the collection of court cases by Dabbagzade Numan. On inspection, the collection was found to contain 140 cases of real litigation - that is, cases that had one plaintiff and one defendant and that were resolved judicially. I have analyzed all these cases in terms of the status of the litigants within Ottoman society, which means that a person would be classified according to one of the following categories: (1) as an askeri - that is, a member of the official class; (2) as an alim - that is, a religious functionary of some sort; (3) as a commoner - that is, an ordinary Muslim; (4) as a woman; and (5) as a non-Muslim.
Ham materyal olarak, Debbağzade Numan'ın hazırlamış olduğu dava koleksiyonunu (Tuhfetü's-Sukuk) [2] kullandım. Koleksiyon 140 gerçek hukuk davası içermektedir- davalarda bir davacı ve bir davalı vardır ve hukuki olarak çözümlenmişlerdir. Tüm bu davaları, davacı ve davalıların Osmanlı toplumu içindeki statüleri açısından analiz ettim. Bireyler sözü edilen kategorilerden birine göre sınıflandırılabilirler: (1) askeri - yani resmi görevliler sınıfının bir üyesi; (2) âlim - yani dini görevli; (3) avam - sıradan Müslüman; (4) kadın; ve (5) gayri-Müslim.


Mary Baumgartner's conclusion was emphatic that in New Haven it was mainly aristocrats who initiated lawsuits. But in the society under study, in all but a few cases, it was the social underdog who initiated the case - women versus men, non-Muslims versus Muslims, commoners versus members of the elite. The court is seen mainly as a tool of the common people to defend a modicum of legal rights.
Mary Baumgartner'ın New Haven'deki (Amerika'nın Connecticut eyaletinde bir şehir) davaların çoğunluğunu aristokratların açtığı sonucu önemlidir. Ancak, üzerinde çalıştığımız toplum, bir kaç dava hariç hepsinde, sosyal olarak güçsüz olanlar -kadına karşı erkek, gayrı-Müslime karşı Müslüman, avama karşı elitler - davaları açmaktadır. Mahkeme çoğunlukla, avamın hukukî haklarını bir nebzede olsa savundukları bir araç olarak görülmektedir.


Of course, the most important question to be considered here is the outcome of such lawsuits in terms of social class. Whereas in colonial New Haven the upper class had a clear advantage, this is distinctly not so here. Women won seventeen of twenty-two cases against men; non-Muslims won seven of eight cases against Muslims; commoners won six of eight cases against askeris. Only in the category of commoners against religious doctors do we find a tie of ten cases each. Thus the shari'a court in the area under study cannot be said to have been a tool of the upper class. On the contrary, it seems more proper to view it as a means for people of the lower classes to defend themselves against possible encroachments by the elite.
Şüphesiz, burada düşünülmesi gereken en önemli sual böyle davaların sosyal sınıf açısından sonuçlarıdır. Oysaki New Haven kolonisinde üst sınıf açık bir avantaja sahiptir, bu açık olarak Osmanlı mahkemesinde yoktur. Kadınlar erkeklere karşı oldukları 22 davanın 17'sini kazanmışlar; gayri-Müslimler Müslümanlara karşı oldukları 8 davanın 7'sini kazanmışlar; avam askerilere karşı oldukları 8 davanın 6'sını kazanmış. Sadece avamın dini görevlilere karşı açtıkları davalarda ise başa baş bir durum görülmektedir, her biri 10 dava kazanmıştır. Bu nedenle, Şeriyye mahkemelerinin üst sınıfın bir aracı olduğu söylenmez. Aksine onu, düşük sınıftaki insanların kendilerini elitlerin zararlarına karşı müdafaa etmelerine bir imkan olarak görmek daha münasib gözükmektedir.

Referanslar

[1] Haim Gerber, State, society, and law in Islam : Ottoman law in comparative perspective, New York, 1994.
[2] Tuhfetü's-Sukuk adlı kitabın Evkaf-ı İslamiye Matbaası, 1843 baskısının pdf haline buradan ulaşabilirsiniz [yaklaşık 29 MB]. Hukuk tarihi ve İslam hukuku profesörü Ekrem Buğra Ekinci Ateş İstidası adlı kitabında (İstanbul, 2001, s.47) sükûk geleneği hakkında şu bilgileri vermektedir: "İslâm hukukunun neredeyse ilk devirlerinden beri mahkeme kararlarının yazıya geçirildiği görülmektedir. Hz. Ali ve Basra kadısı Ebû Mûse’l-Eş’arî’nin kimi dâvâ hükümlerini tescil ettiği bilinmektedir. Hicretin 40. yılında Halîfe Muâviye tarafından Mısır’a kadı tayin edilen Süleym bin Itr, bir miras dâvâsında hükmettikten sonra vârislerin bu hükmü görmezlikten gelerek meseleyi tekrar mahkeme önüne getirdiklerini farkedince hükmü iki şâhid tutarak tescil etmek gereğini görmüş ve ikinci talebi reddetmişti. Yine meşhur hukukçu İbni Şübrime de Kûfe’de kadılık yaptığı sırada (Hicretin 120. yılında) halk arasındaki dâvâların arttığını görmüş ve hükümleri tescil etmeye başlamış, daha sonra bu husus bütün İslâm ülkelerinde yaygınlaşmıştı. Bu sahada fıkıh ilminin bir alt disiplini olarak ilm-i sakk veya ilm-i mahâdır ve sicillât denilen bir metod da doğmuş, mahkeme kararları kâtiplerce kayda geçirilegelmiştir. Mahkeme kâtiblerine yardımcı olmak üzere bu klişe ifadelerin bulunduğu sükûk kitabları yayınlanmıştır [Bu sükûk kitaplarının Osmanlılar zamanında yazılıp basılmış en meşhurları Çavuşzade Aziz Efendi’nin Dürrü’s-Sükûk’u ile Şânizade’nin Envarü’s-Sükûk ve Ziyaeddin Efendi’nin Sakk-ı Cedid’idir. İlki 1288, son ikisi de bir arada 1243 tarihinde İstanbul’da basılmıştır]. Osmanlılarda da kadılar görev yaptıkları mahkemelerde birer sicil defteri tutarlar, gördükleri bütün dâvâlara ilişkin hükümleri buraya kaydederler, görev süreleri bitince de halefleri olan kadılara bu defteri teslim ederlerdi. Kaldı ki mahkemeler verdikleri hükümlerin birer suretini de talep ederlerse belli bir ücret karşılığında ilgililere verirlerdi. Yani icabında mahkemeden bir dâvâya dair hüküm çıkartmış olan bir kimse aynı dâvânın bir daha görülmesini önlemek için elindeki bu eski hükmü de ibraz edebilirdi".

13 Kasım 2008 Perşembe

Kriptolojinin Kökenleri

Bilgi çağında yoğun bir kullanım sahası bulan kriptolojinin ne olduğunu bilmeyen yoktur herhalde... TDK Sözlüğünde "Gizli yazılar, şifreli belgeler bilimi veya incelemesi" olarak tanımlanan kriptoloji, günlük hayatımızın bir çok safhasında bizlerin bilgi güvenliğini sağlıyor.

Şimdi biraz geçmişe gidelim. Kriptolojinin kökleri çok eski devirlere dayanmaktadır. David Kahn, meşhur kriptoloji tarihinde, “Kriptoloji Araplar arasında doğdu”[1] demektedir. Bu konuyu, Prof. Dr. İbrahim A. El-Kadi [2] "Origins of Cryptology: The Arab Contributions (Kriptolojinin Kökenleri: Arapların Katkısı)" isimli makalesinde detaylı olarak ele almaktadır. Makalenin özetinde şunlar yazmaktadır[3]:
Yakın zamanda keşfedilen eski yazmalar kriptolojinin kökeninin ve Arapların katkısının, evvelce sanılandan daha eski ve daha yoğun olduğunu göstermektedir. Avrupa dillerindeki ‘cipher’ kelimesi Arapça sifr kelimesinden gelmektedir. Kriptoloji üzerine bilinen en eski kitabın yazarı olan IX. Yüzyıl Arap bilim adamı el-Kindî kendisinden 300 yıl öncesine atıfta bulunmaktadır. Bu makale yeni keşfedilen el-Kindî, İbn Adlân ve İbn ed-Dureyhim’in kitaplarını esas alarak bazı Arap kriptolojicilerin özel katkılarının altını çizmektedir. Arap kriptolojisinin ortaya çıkışı ve ilerlemesinin arkasındaki faktörler tartışılmıştır. Makalede bildirilen keşifler kriptoloji tarihinin sınırlarını yaklaşık 500 yıl daha geriye çekmektedir.

[1] David Kahn, The Codebreakers: The Story of Secret Writing, New York: Macmillan, 1967, sayfa 93.

[2] 1984 senesinde Standford Üniversitesi Elektrik Mühendisliğinden doktorasını alan El-Kadi, haberleşme sahasında çalışmaktadır. 

[3] Ibrahim A. Al-Kadit, "Origins of Cryptology: The Arab Contributions", Cryptologia, Cild:16, Sayı:2, sayfa 97-126, 1992.

10 Eylül 2008 Çarşamba

Çiçek Aşısı ve Avrupa

Hicrî 300 tarihine gelinceye dek gerek Yunan tıp adamları gerek Arab tıp adamlarından birisi çiçek hastalığına dair bir şey yazmamıştı. İslâm tıp adamlarının en yetişkinlerinden ve H. 300 tarihinde bilim adamlarının önde gelenlerinden ve Rey ve sonra Bağdat hastahanelerini kuran Mehmed bin Zekeriya Ebubekir Râzi türlü fen ve bilim için yazdığı yüzden fazla kitap ve risalelerin çoğu tıp ilmine ait olup bu kitapların birisi de çiçek hastalığına dairdir. Bu büyük hekim H. 320 senesinde vefat etmiştir. İlk önce çiçek hastalığına dair kitap yazan işte bu hekim Râzi’dir. Ondan sonra Ebu Ali İbn-i Sina da buna dair pek çok yazılar yazmıştır.

Aşı ilk olarak Osmanlı devletinde ortaya çıkmıştır. Aşı, hafif çiçek çıkarmış olan çocukların kabarmış ve dolmuş olan çiçeklerinin suyunu alıp henüz çıkarmamış bir çocuğun kolunu çizip o suya sürerek yapılıyor, yapılan yerde bir kabarcık çıkıyor, bununla o çocuk nöbeti savuşturarak çiçek hastalığından kurtuluyor.

Osmanlı Devletinde elçi olarak bulunan İngiltere elçisinin zevcesi olan Lady Montagu Edirne’de aşının iyiliklerini görüp hatta kendi çocuğunda da tecrübe etmişti. Buna dair H. 1130 senesinde İngiltere’ye bir mektup yazmış ve İngiltere’de de tecrübe edilerek iyilikleri görülen olay her tarafa yayılarak Avrupa tıp adamları tarafından kabul edilmiş ise de “böyle Allah tarafından gelen hastalığa bir ilaç yapmak Allah’ın emrine karşı gelmektir” diye Papazlar tarafından karşı konulmuştur. Önceleri Avrupa halkının çoğu aşıyı kabul etmeyip “olur” diyenlere de dinsiz gözüyle bakarlar, belki katlini vacib görürlerdi. Bunun üzerine devlet, her kim evladlarını aşılatırsa bir miktar para vererek güzel bir davranışda bulundu. Lâkin sonra herkes aşının iyiliklerini görerek ve çiçek hastalığına karşı Allah’ın şifahanesinden bir lütuf ve ihsan buyurulmuş bir deva olduğunu itiraf ederek hepsi kabul edip kendileri para sarfı ile çocuklarını aşılatmağa başlamışlardır.

Ahmed Cevdet Paşa, Tarih-i Cevdet, Cild-I, sayfa 203 (Üçdal Neşriyat)

28 Ağustos 2008 Perşembe

XVI. Yüzyıldan Sonra İslâm Biliminin Gerilemesinin Arkasındaki Faktörler


Takdim

Batılı araştırmacıların Doğu medeniyetlerini özellikle İslam'ı ve İslam medeniyetini araştırmaya başlamaları çok eskilere dayanıyor. Bu araştırmaların başlamasının arkasında dinî, siyasî, ticarî ve ilmî sebepler yatmaktadır. Bu çalışmalar yapılırken zaman zaman ilmilikten uzak tavırlar sergilenmiştir. Bunun sebeplerinin başında Doğu’nun farklı kültür ve düşünce yapısına sahip olması ve Batılıların Doğu hakkında bazı önyargılara sahip olmaları gelmektedir. Batılı araştırmacılar İslam medeniyeti üzerindeki incelemelerde işin özüne inemedikleri gözlenmektedir. Ancak, son zamanlarda Doğu kökenli araştırmacıların da sahneye çıkması anlaşılamayan meselelerin açıklığa kavuşmasını sağlamıştır. Bilim tarihi alanında Fuat Sezgin, George Saliba ve Ahmed Yusuf Hassan gibi ilim adamlarının çalışmaları gerçeklerin gün yüzüne çıkmasına vesile olmaktadır. İslam biliminin gerilemesi konusunda yerli ve yabancı dilde yazılmış makale ve eserlerin çoğunda, İslam biliminin XII. yüzyıldan sonra gerilemeye başladığı ve bu gerilemeyi ivmelendiren en büyük âmilin İmam Gazali olduğu savunulmaktadır. Aslında bu eserlere baktığımızda hepsinin de aynı argümanlar ile olaya yaklaştıkları görülmektedir. Prof. Dr. Ahmed Yusuf Hassan’ın “Factors Behind The Decline of Islamic Science After The Sixteenth Century” makalesinin Türkçe’ye çevrilmesiyle Türkçe literatüre konu ile ilgili farklı bir bakışın kazandırılacağı inancındayım. Makalenin yayınlanmasına izin veren Prof. Dr. Ahmed Yusuf Hassan’a teşekkürlerimi sunuyorum [Prof. Ahmed Yusuf Hassan 28 Nisan 2012 tarihinde 86 yaşında vefat etmiştir]. Makalenin orjinal halini bu bağlantıdan okuyabilirsiniz.

XVI. Yüzyıldan Sonra İslâm Biliminin Gerilemesinin Arkasındaki Faktörler [1]

Prof. Ahmed Yusuf Al-Hassan

Giriş

Müslüman bilim adamlarının ve mühendislerin değişik ilmi sahalara katkıları dikkat çekicidir ve çeşitli bilim tarihi çalışmalarında ele alınmaktadır [2]. Çoğunlukla Arapça kullanılarak yapılan bu katkılar, birçok millet ve ırkı içinde barındıran bir toplum tarafından yapılmıştır.

Evrensel bir din olan İslam, birçok ırk ve kültürü barındıran İslam toplumunun evrensel bilime katkıda bulunduğu bir ortam sağladı. İslam dünyasındaki etnik ve kültürel farklılıklar, bir güç kaynağı, bilim adamlarının faaliyetlerinin, fikirlerin ve ürünlerin tetikçisi oldu.

Elverişli ve şümullü ulaşım vasıtalarının ortaya çıkışı ticareti, insanların ve fikirlerin hareketini kolaylaştırdı. Ulaşım ve ticaretteki bu avantajlar bilginin İslam dünyasında hareketine yardımcı oldu. Bu sayede, İslam’ın evrensel hükümleri güç kazandı. Ayrıca, bu bilgi çok farklı kültürlere sahip olan Hindistan, Çin ve Avrupa’ya ulaştı.

Müslüman dünyasındaki bilimsel üretkenliğin yeri sabit değildi. Önemli bilimsel aktivitelerin merkezleri farklı zamanlarda parladı ve umumiyetle, iktidar koltuğunun yeri ile yakından irtibatlıydı. Emevi ve Abbasiler zamanında, İslam dünyasının başşehirleri bilginleri ve bilim adamlarını çekti. Şimdiki tabirle, Şam ve Bağdat’a beyin göçü olmuştur. Güç merkezleri Kahire’ye, İspanya’ya, İran’a ve İstanbul’a kayınca, bilim adamları oralara yöneldi.

İslam’ın ilk yüzyılı boyunca, yöneticiler, iletişimi, ticareti ve ekonomik refahı iyileştiren rasyonel politikalar izlediler. Bu politikalar bilime ve teknolojiye olan ihtiyacı arttırdı. Neredeyse hayatın her yönü - tarımdan sağlık ve ibadete - bazı bilimsel ve teknolojik faaliyetlere dayandı.

İç ve dış şartların birleşmesiyle başlayan düşüş, bilim ve teknolojiye olan talebin azalmasına sebep oldu.

Bilim sadece zengin toplumlarda gelişir
(İbn Haldun’un Tezi)

Her zaman sorulan düşündürücü bir soru: Müslümanların bilimsel çalışmalarındaki düşüşün sebepleri nelerdir? XVI. yüzyılın sonundan itibaren Batı ile İslam dünyası arasında modern bilim ve teknoloji alanlarındaki fark çok büyük oldu? Bu soru bu makalede tamamıyla ele alınamayacak derecede karmaşıktır. Fakat, düşüşün bazı yönlerini irdelemeye kalkışacağız. Umarım makale, bu soru üzerinde daha detaylı incelemeleri teşvik edecektir.

Avrupa’daki bilimsel toplulukların artışa geçtiği yıllarda, İslam bölgelerinin tümü bilim ve bilimsel toplulukların düşüşüne şahitlik ediyordu. Bu hâdise İbn Haldun tarafından Mukaddime’de bir bölümden fazla bahsedilmiştir [3]. Bilimlerin ve diğer mesleklerin parlamasında gerekli olan faktörleri ve onların düşüşüne yol açan faktörleri ele alır. Bir bölümün başlığı şöyledir: “Mesleklere Olan İhtiyacın Artması Durumunda Onların Mükemmelleşmesi ve Çok Olmasına Dair ” [4]. İbn Haldun şöyle söylüyor, eğer bir mesleğe büyük talep varsa, insanlar onu öğrenmeye gayret eder, halbuki bir mesleğe ihtiyaç olmadığında ise o meslek ihmal edilir ve unutulur. “Burada başka bir sır var, o da meslekler ve onların mükemmelliği, meslekler için en büyük bir pazar yeri olan devlet tarafından istenir”. Devletin ihtiyaçları o kadar büyüktür ki, bireylerin istekleri onun yanında çok küçük kalır. Bunun manası, devlet bozulursa, tüm meslekler de bozulur.

Diğer bir bölüm şu başlığı taşımaktadır: “Malî İnhidama (çöküntüye) Yaklaşan Bölgelerin Mesleklerden Yoksun Olacağına Dair” [5]. Bir bölge zayıflar, etkisini kaybeder ve nüfusu azalırsa, maddi olarak desteklenmediklerinden, meslekler yok olana kadar azalacaktırlar. İbn Haldun bilimlere şu başlıkla özel bir bölüm ayırır: “Bir Bölgedeki Medeniyetin Büyüklüğü ve Refahın Artışıyla Bilimlerin Yükselmesine Dair” [6]. İşin teorisini verdikten sonra, şöyle söyler: “Bağdat, Kurtuba, Kayruvan, Basra ve Kûfe hakkında bildiklerimizi ele alalım. İslam’ın ilk asrında bu şehirler kalabalık ve refah içindeyken ve medeniyet istikrarlıyken, bilim denizi büyüdü, taştı. Bilim adamları ilmin ve çeşitli bilimlerin terminoloji ve teknik detaylarında, ve eskilerin ve onları takip edenlerin üstüne çıkana kadar, değişik problemler ve teoriler ortaya koymada olağanüstüydüler. Fakat, şehirlerin refahı düşüp medeniyet gerilediğinde ve nüfus dağıldığında, bu kilim, üzerindekilerin hepsiyle birlikte tamamen katlandı. Buralarda bilim ve tedrisat kayboldu. Diğer İslam beldelerine kaydı.”

Rasyonel bilimleri anlatırken İbn Haldun benzer bir analiz yapıyor, ve şuna dikkat çekiyor: “İslâm imparatorluğu kurulup, İslam medeniyeti diğerlerini geride bıraktığında, Müslümanlar eskilerin rasyonel bilimlerine, onlardan üstün olana kadar gayretle çalıştılar.” İbn Haldun’un devrinde (XV. yüzyılın ikinci yarısı), Mağrib ve Endülüs’ün refahı en alt seviyeye düştüğü için, bölgedeki rasyonel bilimler de azalıyordu. Halbuki, İslam’ın doğu bölgelerinde, özellikle İran’da ve Maveraünnehir’in ötesinde, bölgelerin zenginliğinden ve medeniyetin istikrarından dolayı rasyonel bilimler gelişiyordu. İbn Haldun kendi zamanında Roma ve Avrupa’nın genelindeki rasyonel bilimlere olan büyük talebin, ve bu ülkelerdeki bilimsel faaliyetlerin de farkındaydı [7].

İbn Haldun’un fikirleri çağımız bilginleri tarafından tekrarlanıyor. Öyle ki, Bernal Bilim Tarihi [8] kitabında benzer bir argümanı tekrarlıyor: “Bilimin parlama dönemlerinin, ekonomik faaliyetlerin ve teknik ilerlemelerin artığı zamanlarla çakıştığı görülür. Bilimin takip ettiği yol –Mısır’dan ve Mezopotamya’dan Yunanistan’a, Müslüman İspanya’dan Rönesans İtalya’sına, oradan Hollanda ve Belçika’ya, ve sonra İrlanda ve sanayi devrimi İngiltere’sine– ticaret ve endüstrinin takip ettiği yol ile aynıdır. Bilimsel faaliyetlerin artış gösterdiği periyod içinde, durgun zamanlar, bazen de yozlaşma dönemleri oldu. Bunlar, toplumun yapısı durgun olduğu veya çöküşe geçtiği dönemlerle çakışır.”

Ortaçağ Bilimindeki Durgunluk ve Bir Devrime Olan İhtiyaç

Yukarıda anlatılan hususlar İslam dünyasında bilimsel devrimin neden olmadığını açıklamaya yardım eder. XV. yüzyılın sonlarına kadar, bilimsel bilgi dogmatik ve statik olan birkaç ana sistemin egemenliği altına girmiştir. Bunların esaslıları Aristo fiziği, Batlamyus astronomisi, bitkisel tıp ve Cabir kimyasıdır. Bilim daha fazla ilerlemenin çok zor hatta imkansız olduğu bir noktaya ulaşmıştı [9]. Bu XIII. ve XV. yüzyıllar arasında, hem İslam, hem de ortaçağ Avrupa’sında önemli bilimsel ilerlemelerin az oluşunu açıklamaktadır. Bilimde önemli buluşlar başarmak için, eski baskın düzenin yıkılması gerekliydi. Diğer bir ifadeyle, bilimde bir devrim gerekliydi. Böylesine bir devrim, uzun bir zaman boyunca, gelişen bir ekonomide ve kararlı bir atmosferde özenle çalışan büyük bir bilim adamı kitlesinin varlığını gerektirmektedir. İslam dünyasının aksine, bu topluluk XV. yüzyıldan sonra Avrupa’da mevcuttu ve Avrupa’nın zenginliğinin ve nüfusunun artmasıyla giderek yükselmeye devam etti.

İslam ve Bilim
Yanlış Teşhis -I- Müslüman Bilginler

XIX. yüzyıldan itibaren, bazı yazarlar İslam dünyasındaki bilimin düşüşüne Müslüman bilginlerin olumsuz tutumlarının sebep olduğu öne sürülmektedir. Bunun için Sachau şöyle diyor, “Hicrî IV. yüzyıl İslam tarihinde dönüm noktasıdır. Eş’ari ve Gazali olmasaydı, Araplar Galileolar, Keplerler ve Newtonlara sahip olabilirlerdi” [10]. Eş’ari hakkında konuştuğumuzda, E.G. Browne onun tesirinin oluşturduğu yıkımı, Cengiz ve Hulagu’nun yaptığına benzetir [11]. Benzer bakış açısını, Eş’ari ve Gazali’nin görüşlerini skolastik felsefe olarak sınıflandıran George Sarton benimser. Onlara göre, bu iki bilgin ortaçağda bilimsel ilerlemenin önündeki engellerdi [12]. Sarton’a göre onaltıncı yüzyıla kadar, bilimdeki gelişmeler Doğuda ve Batıda oluyordu. Fakat bu zamandan sonra, doğu medeniyeti durgunluk yaşarken hatta kötüye giderken, Batı bilimi hızlı bir şekilde büyümeye başladı. Sarton şu sonuca varır: Doğu ile Batı arasındaki esas farklılık Batının skolastik felsefenin üstesinden gelmesi, Doğunun ise gelememesidir.

[George Saliba, İslam biliminin düşüşünde İmam Gazali’nin etkisinin olduğuna katılmamaktadır. Kitabında şunları yazmaktadır: “Bu düşüşe, İmam Gazali'nin felsefecilere karşı ataklarının (Tehâfütü'l-Felâsife - Filozofların Tutarsızlığı) veya onun "instrumentalist" bakışının oluşturduğu dini ortamın sebep olduğu sanılmaktadır. Aksine, sadece bize ulaşan bilimsel dokümanlara bakarsak, İmam Gazali'yi takip eden asırlarda neredeyse her bilimsel disiplinde çok iyi giden bir aktivite açıkça gözlenmektedir.”, Islamic Science and the Making of the European Renaissance, sayfa 21 Ç.n.]

XVI. yüzyıldan sonra, İslam dünyası ve Batı arasındaki bilimsel alandaki farkın giderek arttığı doğrudur. Fakat, Müslüman bilginlerin bilime karşı muhalefetinin, aradaki farkın artmasına sebep olduğu varsayımı desteksizdir. İbn Haldun tarafından gösterildiği gibi asıl sebepler politik ve ekonomiktir. Rasyonel bilimlere karşı ilginin azalması ve dini ilimleri çalışma isteğinin devam etmesi birbiri ile ilişkili değildir. İlki İslam memleketlerindeki ekonomik zayıflığın ve politik gücün azalmasının belirtisidir. Bilime ve teknolojiye ihtiyaç olmuş olsaydı, İslam İmparatorluğunun altın çağı boyunca olduğu gibi rasyonel bilimler fasılasız ilerlemeye devam edecekti. İslam dünyasında, tüm eğitim sistemini denetimi altında tutan tek bir dinsel otorite yoktu. Bu ise sistemi serbest bıraktı ve eğitim sistemi Sünnî çevrelerin hakimiyeti altında değildi. Bilim adamlarının artması ve rasyonel bilimlerin parlaması altın çağında imparatorluğun refah ve gücünü yansıtmaktadır. Çok sayıda matematikçiler, astronomlar, fizikçiler, mühendisler ve diğer bilim dallarındaki bilim adamları bu devirde toplumun ve imparatorluğun ihtiyaçlarını karşılıyorlardı. Bu arz ve talep kuralına uymaktadır.

Amacımız din bilginlerini müdafaa etmek değildir. Şu belirtilmeli ki onlar ve felsefeciler arasında meydana gelen tartışmalar rasyonel bilimler üzerine değildi. Başlangıçtan itibaren, matematik, astronomi, tıp, kimya ve diğer bilim dallarındaki çalışmalar iyice özendirildi ve bu çoğunlukla, filozof ve din bilgini olmayanlar tarafından yapıldı. Din bilginleri ve filozoflar arasında tartışmalar olurken, aynı zamanda, bilim altın çağında idi. Rasyonel bilimlerin öğrenimi bu gibi tartışmalardan etkilenmedi. Çünki, bu bilimlerin tedrisatı, teolojik ve felsefi çalışmalardan bağımsız idi. İfademizi izah etmek için, el-Me’mun ve el-Mutevekkil devirlerini ele alalım. El-Me’mun (813-833) Mutezilenin sağlam destekçilerinden biriydi ve onun hükümdarlığında rasyonel bilimler parladı. Onun aksine, el-Mutevekkil (847-861), bir oryantaliste göre, “Sünnî akideye sıkı bir şekilde bağlıydı…”. Onun zamanında “Sünnîliğin gücü moment almaya başladı”, ve Sünnî din bilginleri Mutezileye karşı cephe aldı. Kısa bir süre sonra Sünnîlerin [Irak’taki-ç.n.] başı el-Eş’arî oldu. Fakat, el-Mutevekkil’in Sünnîliği yanında, el-Me’mun gibi ilim ve fennin hamisi idi ve Darülhikme’yi tekrar açarak ona yeni gelirler bağladı. En iyi tercüme işleri onun hükümdarlığında yapıldı… O, bilimsel araştırmalara destek veren cömert biriydi… Darulhikme’nin en iyi çalışmaları onun himayesinde yapıldı ve Huneyn bin İshak’ın etrafını iyi yetişmiş öğrenciler sardı.” [13]

Yanlış Teşhis -II- Medrese Sistemi

Benzer bir düşünce yapısıyla, İslâm âlemindeki rasyonel bilimlerin düşüşünü, bazı yazarlar Nizâmülmülk tarafından Bağdat’ta Nizâmiye Medresesinin kurulmasından sonra gelişen medrese sistemine dayandırırlar. Medreselerin kurulduğu yıllarda (459/1067 ve sonrası) teoloji ve hukuk çalışmaları popülerdi. Lâkin, İslâm dünyasında rasyonel bilimlerin tahsili ayrı ayrı yapılmaktaydı. Teolojik çalışmalar genellikle aynı eğitimcilerin gözetiminde veya aynı enstitülerde yapılmamaktaydı. Astronomi ve matematik, ilgili bilim dallarındaki kitaplarla donatılmış bir kütüphanesi olan ve rasatla ilgili aletlerin sürekli kullanıma açık olduğu rasathanelerde, matematikçi ve astronomların yanında tahsil ediliyordu. Tıp bilimi, olması gerektiği gibi, bir bimaristanda (hastahane) incelenirdi. [Ahmed Çelebi İslâmda Eğitim ve Öğretim Tarihi eserinde bu hususu şöyle dile getirmektedir: “Tıbbın, hususi medreselerde nadiren tedris edilip, üstadların talebelere anlattıkları tıbla ilgili nazari bilgilerin ameli tatbikatına imkan sağlamak için, onun, daha ziyade şifahanelerde tedris edilmiş olmasıdır. Bu maksadla, talebelerin verilen dersi dinleyebilmeleri için hastahanede eyvân (konferans salonu) yapılmıştır. Öte yandan talebeler, hocalarının nezaretinde hastalıkları ve onların tedavi usullerini görmek için hastalar arasında dolaşırlardı.” Ç.n.] Diğer bilimler çoğunlukla hükümdar tarafından himaye edilen ve ferdî olarak ün yapmış bilim adamlarının nezaretinde tahsil ediliyordu. Uzak İslâm diyarlarından öğrenciler, bu kişilerin bulundukları yerlere seyahat ederlerdi. Bu meşhur üstatların mevcudiyeti ile belli büyük bir şehir veya beldelerde “profesörler fakültesi” olarak isimlendirebileceğimiz yerler teşekkül etti. Ayrıca, kütüphaneleri ve Dârülhikme gibi akademileri unutmayalım. Bu yerler rasyonel bilimlerin araştırılmasına ve öğretilmesine tahsis edilmişti. Diğer taraftan, medreselerin çoğu iktidarı elinde tutanlar tarafından veya servetlerinin bir kısmını vakıflara vererek öğretim kurumlarını destekleyen hayırsever zengin insanlar tarafından kuruldu. Amaç her zaman dinî idi, ve tedrisat tabiatıyla büyük ölçüde hukuk ve teoloji üzerine idi. Bundan dolayı şöyle söylenebilir: Medrese esas olarak bir teoloji ve hukuk fakültesidir ve son araştırmalara göre, Batı üniversitelerindeki fakülte sisteminin öncüsüdür [15]. [Bu öncülük kılık-kıyafette de olmuştur. “Endülüs ulemasının ve müderrislerin kıyafetleri Avrupa üniversitelerine sızmıştır. "Gown", "Hood" ve "Cap"; cübbe, taylasan ve sarık'ın kısmen değiştirilmiş şeklinden başka bir şey değildir.” Ç.n.]

Fakat, Batı’da görülen ve teoloji, hukuk, fen-edebiyat ve tıp fakültelerini içeren üniversiteler, İslam memleketlerinde Batıdakilerle aynı zamanda gelişmedi. Bunun sebebi, vakıf sistemi ile desteklenen ve hukuk, teoloji ve rasyonel bilimlerin beraberce tedris olunduğu medreselerde, hukuk ve teoloji tedrisatının kesintisiz devam edip, devletin refahına ve gücüne bağlı olarak rasyonel bilimlerin tedrisatının gerileyip, İslam devletlerinin zayıflamasıyla varlıklarının son bulmasıdır. İslam memleketlerindeki bilimsel bilgi, bundan ötürü Bilimsel Devrimden sonra Avrupa’daki hızlı ilerlemeleri yakalayamadı. Bu devrimden önceki zamanda, Müslüman bilim adamlarının başarıları hakkında konuşmak ve onları Ortaçağ Avrupa’sının bilim adamları ile karşılaştırmak mümkündü. Her iki taraftaki ilerlemeler paraleldi ve aralarında önemli bir fark yoktu. Fakat Copernicus, Galileo ve Newton’un yeni keşiflerinden ve eski bilgi sisteminin çöküşünden sonra, Batı’daki üniversiteler yeni bilimsel aktivitelerin merkezi oldu. Avrupa’daki Bilimsel Devrim’in, İslam memleketlerinde aynı zamanda gerçekleşmesi için, her iki kültüre ait bilimsel cemiyet üyeleri arasında etkili bir iletişim sistemi bulunması gerekiyordu. Oysa böyle bir sistem mevcut değildi. Tüm branşları içeren İslam üniversiteleri yoktu. İslamî bilimsel cemiyet hemen hemen mevcut değildi. Sadece modern zamanlarda İslam ülkelerinde Avrupaî modele dayanan üniversiteler görülmeye başlandı. Medrese sistemini devam ettiren ve eğitim sahası teoloji olan el-Ezher gibi eski üniversitelerin bazıları yakın geçmişte bilim, mühendislik ve tıp eğitimini müfredatlarına [tekrar] dahil ettiler.

Böylece Müslümanların bilimsel alandaki düşüşü ile İslam topraklarındaki politik gücün ve maddi bolluğun azalması arasında bir bağ kurduktan sonra, cevaplanması gereken bir soru kalıyor: İslam topraklarındaki bu düşüşün arkasındaki faktörler nelerdir? Bu konunun araştırılması, bilim tarihi değil, politika ve ekonomi tarihinin sahasına girer. Buna rağmen düşüşteki ana faktörlerin ne olduğunu özetleyeceğiz.


İslam Devletlerindeki Kudret ve Refahın Azalmasının Arkasındaki Faktörler

Toprağın Yapısı

Esas İslam topraklarının çoğu veya Orta Doğu toprakları, az miktarda yaşanabilir alanlar içeren çorak veya yarı-çorak topraklardan ve geniş ekilmemiş veya çöl alanlardan oluşmaktadır [16]. İlk İslam Devleti toprakları göz önüne alındığında, İspanya hariç, yaşamaya elverişli alan, toplam alanın dörtte birini geçmiyordu. Geri kalan ise verimsiz ve çöl sahalardı. Hatta, yağış miktarı tarım için yeterli olmadığından, yerleşim alanları ekinler için önemli derecede sulamaya ihtiyaç duyuyordu. Orta Doğunun bu ekolojisi şunu gösteriyor ki en verimli tarım alanları çoğunlukla Nil, Fırat ve Dicle nehirlerinin havzalarında toplanmıştı. Fakat bu nehirlerdeki sudan istifadeye bireyler teşebbüs etmedi. Bu işi, eski Mısır ve Babil medeniyetlerinden beri, güçlü merkezî hükümetler üstlenmiştir. İslam Devletinin ilk asırlarında, Emeviler ve Abbasiler zamanında, halife ve valiler sulama sistemlerinin yapım ve onarımına büyük önem verdiler. İyi bilinir ki tarımsal devrim İslam Devletinin ilk yüzyılında vuku bulmuştur. Merkezi hükümet zayıfladığında veya düştüğünde, sulama tesisleri ihmal edildi. Dahası bu tesisler Moğol istilaları sırasında yıkıldığından dolayı, XIII. yüzyılda Irak’ta olduğu gibi, tarım alanları çoraklaştı veya bataklıklara dönüştüler ve bölgenin ekonomisi ve medeniyeti tamamen yok edildi.

İklimdeki ve yağmur yağışındaki değişiklikler tarımsal alanların çoraklaşmasına katkıda bulundu. İslam devrinin başlangıcında ve XIII. yüzyılın ortasından beri, Antakya’nın batısındaki alanlar yüksek yağmur oranına sahipti. Burada birçok şehirler kuruldu. Ziraat yaygınlaştı. Mamafih birkaç yüzyıl içinde, arazi çoraklaştı.

Bu ekolojinin önemli bir neticesi olarak bölge tarımsal açıdan verimsizleşmiştir. Ancak bölgenin refahı ve medeniyetinin gelişmesi sadece tarıma bağlı değildi.


Göçebeler

Ortadoğu ekolojisinin diğer bir sonucu da, bölgenin yarı-kıraç toprağı ve sulama sistemlerinin gerilemesi ve harap olması bölgeye mahsus bir olayla sonuçlandı. Bölgedeki medeniyetlerin tarihleri boyunca, çevredeki toprakları hayvancılık için bir otlak olarak kullanan göçebe kabileler mevcuttu. Göçebe kabileler her zaman merkezi idarenin istikrarına ve bölge ekonomisine tesir etti. Merkezi yönetim ve ekonomi güçlü olduğunda, göçebeler genellikle kontrol altında tutuldular. Merkezi yönetim zayıfladığında, bu kabileler üstün geldiler ve bölgedeki birçok hükümette düzensizlik ve anarşiye sebep oldular. Sulama sistemlerinin tahrip olması ve sulanan toprakların otlaklara veya bataklığa dönüşmesi ile göçebeler kontrolleri altındaki alanları arttırdı. Böylece medeniyetin düşüşü daha da hareketlendi. Sulanan toprakların kıraç veya bataklık duruma dönüşme süreci ve önceden yerleşik olan alanların göçebeler tarafından işgali, XIII. yüzyıldan modern çağa kadar Irak ve Suriye’deki nüfusun azalmasına yol açtı.

Doğal Âfetler

Ortaçağda Mısır, Suriye ve Irak’ın sosyal ve ekonomik tarihindeki bir diğer önemli hadise, doğal afetlerin sebep olduğu önemli nüfus azalmasıydı [17]. 968 yılında Nil nehrindeki düşük su seviyesi çok ciddi kıtlığa yol açtı. Bundan dolayı yaklaşık 600,000 insan öldü. Benzer kıtlıklar bunu takip etti. Nil’in düşük seviyesinin neden olduğu bir diğer korkunç kıtlık da, 1066-1072 yılları arasında 7 yıl sürdü. Köylüler köylerini terk etti. Tarımsal üretim çok ciddi derecede azaldı. Bu kıtlıklar Mısır’ın nüfusunun azalmasıyla sonuçlanan doğal felaketler serisinin habercisiydi. 1201 ve 1202 yıllarında, salgın oldu ve çok sayıda insan öldü. Birçok köylerde geriye sadece boş evler kaldı. Kahire’nin bazı yerlerinde oturanların tamamı öldü. Bu Ortaçağda Mısır’ın başına gelen en önemli demografik felaketlerden biriydi.

Mamafih, Ortaçağda en büyük felaket 1347, 1348 ve 1349 yıllarındaki Kara Ölüm (Veba) olarak bilinen ve İslam dünyası ile Avrupa’yı saran salgındı. Her gün binlerce insan öldü. Mısır, Suriye ve Irak’ın nüfusu üçte birine düştü. Kara Ölüm’ü XIX. yüzyıla kadar süren seri salgınlar takip etti. Tahminen, 1353 ve 1515 yılları arası Mısır’da onaltı, Suriye’de ise onbeş salgın hastalık oldu.

Bu tekrar eden felaketler ve salgınlar tarımsal üretimin düşmesine yardımcı oldu. Ölüm, köylülerin ve evcil hayvanların büyük bir kısmını silip yok etti. Sanayi, çok sayıda kalifiye işçinin ölümü ile çöktü. Ayrıca bu, idare üzerinde ters etki yaptı. Memlûklar artık askeri düzeni temin ettirecek yeterli kaynaklara sahip değildi. Bu da ekonomik düşüşü hızlandırmaya yardım edecek istikrarsızlığı, bozulmayı ve baskıyı beraberinde getirdi.

Coğrafi Konum ve Bölge’nin Coğrafyası

Coğrafi faktör, Irak, Suriye ve Mısır’ı, 1006 senesindeki ilk Haçlı seferinden modern zamana kadar, devamlı olarak harici saldırılara veya müdahalelere hedef yaptı. Coğrafi konum, Japonya ve İngiliz Adaları gibi bazı ülkelere en önemli stratejik avantajı sağladı. Topraklarının adada olması, karayoluyla yapılacak saldırılardan onları korudu. Avrupa coğrafyası da benzer istilalardan koruma sağladı. Avrupa toprakları daha engebelidir. Sıradağlar ve büyük ormanlar, dağılmış nüfuz merkezlerini ayırmaktaydı. İklim önemli derecede değişmekteydi. Bu ise kıtanın Moğollar gibi harici güçler tarafından istila edilme ihtimalini düşürüyordu[18]. Buna karşılık, Irak, Suriye ve Mısır, Doğu ve Batı arasında bir yerdeydi. Düz coğrafyası, dış istilalarla karşı bölgeyi her yönden savunmasız kılıyordu.

Haçlı Seferleri

1096 ve 1291’deki son mağlubiyetleri arasında, Araplara karşı en az yedi haçlı seferi düzenlendi. Biri İstanbul’a karşı yapıldı. İlk üçü (1096, 1147, 1189) Filistin dahil Suriye üzerine odaklandı. Dördüncü haçlı seferi (1204) İstanbul’u hedef aldı. Şehir tahrip ve yağma edildi. Beşinci, altıncı ve yedinci haçlı seferleri (1218, 1244, 1250) doğrudan Mısır’a karşıydı. En sonuncusu (1270) Tunus üzerine yapıldı.

Filistin, özellikle Kudüs, Yahudi, Hıristiyan ve İslam dinlerinde kutsal şehir olarak sayılmaktadır. Haçlı seferlerinin açıklanan amacı, kutsal toprakları, özellikle Kudüs’ü ele geçirmek ve yerli Müslüman nüfusu Latinlerle değiştirmekti. İşgaller sırasında, ele geçen Suriye şehirlerindeki Müslüman nüfusa katliam yapıldı. Bu bölgelere işgal ordularının üyeleri ve onlarla beraber gelen maceracılar, tüccarlar ve yolcular yerleştirildi.

Bu savaşların arkasında başka amiller vardı. 1000 yılları civarında, Avrupa nüfusu artıyordu. İslam dünyasının nüfusu ise düşüşte idi. Avrupa nüfusu yaklaşık 38.5 milyondu. Halbuki İslam topraklarındaki nüfus 12.5 milyonu geçmiyordu. Bazı tarihçiler “Haçlı seferleri, esasında yayılmacı emperyalizmin ilk deneyi idi. Psikolojik katalizör olarak kullanılan din kadar, maddi sebeplerle de motive edilmiştir [19].

Haçlı seferleri döneminde Batı Avrupa’da her sahada, nüfus ve üretimde ilerleme vardı. Kârlardaki artış, sermaye birikimine yol açtı. Bu ticarete iştirak eden herkesi, özellikle İtalyan tüccarları ve banka mensuplarını teşvik etti [20]. Haçlı seferleri, Venedik, Piza ve Cenova gibi Kuzey İtalya’nın büyük deniz şehirlerinin genişlemesi için muazzam fırsatlar sağladı. Ele geçirilen yerler ve bu şehirlere verilen imtiyazlar, İtalyan kolonilerinin Suriye sahil şehirlerinde kurulmasını sağladı [21]. Bu koloniler Haçlı seferleri yönetiminde gelişti. Müslümanlar tekrar bu toprakları ele geçirdikten sonra da varlıklarını devam ettirdiler. Kayda değer bir ithalat ve ihracat yaptılar. Koloniler, bazı Yakın Doğu endüstrilerinin üretim teknolojilerinin transferinde ve İtalya’daki bu endüstrilerinin kuruluşunda yararlı oldular. Sürecin terse döndüğü bir zaman geldi. İtalyan endüstrisinin ürünleri, Yakın Doğu’ya ihraç edilmeye başlandı. Bu, muhtemelen Yakın Doğu üzerinde Haçlı seferlerinin esas kalıcı tesiriydi [22].

İki asır süren Haçlı seferlerine göğüs germe ve onları kovma çabaları yerel ekonomiyi çökertti ve Arap şehir merkezlerini zayıflattı. Bu muazzam görev, sınırlı insan ve ekonomik kaynaklar ile tek başına Suriye tarafından temin edilemeyecek müthiş bir ordu gücü gerektirmekteydi. Eyyubiler ve Memlûklerin yönetimi altında bulunan Suriye ve Mısır’ın birleşmesi ve kurdukları askeri sistem sayesinde, Haçlılar yenildi ve ülkeden kovuldu.

Moğollar

XIII. yüzyılın ortalarında Müslüman dünyası Haçlılarla meşgul iken, Doğu’dan başka bir korkunç istila geldi. Cengiz, göçebe Moğol kabilelerini birleştirdi ve İslam topraklarının doğusuna mahvedici saldırı başlattı. 1220/1221 tarihlerinde Semerkand, Buhara ve Harezm ele geçirildi. Taş üstünde taş bırakılmadı. Moğollar, 1221 senesinde, Amu nehrini geçtiler ve İran’a girdiler. Cengiz, 1227’de öldü. Yüzyılın ortalarında, tüm İslam topraklarını ele geçirmek için yeni bir plan öncekinin torunu Hulagu’ya havale edildi. Bazı Arap kaynaklarına göre, Hulagu, 200,000 kişilik ordu ile harekete geçti [23]. 1258 yılının şubat ayında, Bağdat elle geçirildi. Abbasi Halifesi el-Musta’sım öldürüldü ve halifelik yıkıldı. Bu, İslam medeniyetindeki olağanüstü çağın sonuna işaret etti.

Moğol istilalarının en büyük yıkıcı etkisi nüfus azalmasıydı. Bağdat’ın ve bir çok şehirlerin ele geçirilmesini korkunç katliamlar takip etti. İşgalinden sonra Bağdat’ta katledilenlerin sayısı Arap kaynaklarına göre 800,000 ile 2 milyon arasında değişmektedir. Arap olmayan kaynaklar, daha az sayı vermektedir. Fakat bu sayı da 100,000’i aşmaktadır [24]. Diğer tüm şehirlerde katliamlar oldu. Hiç şüphe yok ki Irak’ın Moğollar tarafından işgali demografik bir felâketti. Başka bir çok şehirler harap oldu. Ülke dışında da kıyımlar gerçekleşti. Tarihçi Reşidüddin, Fırat nehrinin her iki kenarındaki şehirlerin çoğunun mahvedildiğini söyler [25].

İlhanlılar zamanında, Irak nüfusunda genel ve devamlı bir düşüş vardı [26]. Irak nüfusunun azalması ve Moğol işgalinin sonuçları öyle büyük bir felaketti ki Hamdullah al-Kazvinî şunu der: “Hiç şüphe yok ki 1000 yıl ülkenin başına hiçbir kötülük gelmese bile, zararı telafi etmek ve toprakları eski haline döndürmek tamamen mümkün olmayacaktır” [27]. Modern araştırmalar, Bağdat dahil Irak’ın doğusundaki Diyala eyaletinin nüfusunun 800 yılında 870,000 iken, 1258 yılında 60,000’e düştüğünü ortaya koymaktadır.

Bağdat’ın düşüşünden hemen sonra, Moğollar ilerlemeye devam edip Suriye’ye ulaştılar. Planları, yok olma tehlikesindeki Mısır üzerine yönelmekti. Memlûkler, tehlikenin boyutunu fark edip karşı koydular. 1259 senesinde Filistin’de cereyan eden Ayn Calut savaşında, Moğollar kesin bir yenilgiye uğradılar ve akınları kontrol altına alındı. Memlûkler, kademeli olarak Suriye’nin tamamını Hulagu ve haleflerinden aldılar. Bu dönemde Moğollar ve Memlûkler arasındaki son karşılaşma 1304 senesinde vuku buldu. Henüz İslamiyete yeni girmiş olan Gazan Han yenildi. Haçlıların ve Moğolların Suriye’den nihai çıkarılması aynı zamanda başarıldı.

Türkistan’da 1370-1405 yılları arasında hüküm süren Timur, Cengiz’in acımasız ve dünya çapında fetihler gerçekleştirme yolunu takip etti. Bir Müslüman ve seferlerini İslam adına yaptığını iddia etmesine rağmen, İslam dünyasında barbar istilası korkusu saldı. 1400-1401 senelerinde Irak ve Suriye’yi işgal etti. Bağdat, Halep ve Şam yağmalandı. Şam’dan elde edilen ganimetler içinde, Timur’un birlikte Orta Asya’daki başkentine götürdüğü bilginler ve zanaatkarlar vardı. Bu, bölge medeniyetine ilave bir darbeydi.

Uluslararası Ticaretin Kaybı

Altın çağı boyunca, esas İslam topraklarının ekonomisi ticaret ve finansa dayalıydı. Çeşitli menfi faktörlerden etkilenmediği sürece, ekonomi Avrupa’nınki ile rahatlıkla baş edebiliyordu. İslam ekonomisinin refahının temel öğesi uluslararası ticaretti. Batı ve Doğu arasındaki İslam topraklarının stratejik konumu ve askerî güç, XV. yüzyıl sonuna kadar, Müslümanların uluslararası ticaretin lideri olmasını sağladı.

1492 yılında Gırnata’nın düşüşü ve Colombus’un, Osmanlı gücünün yayıldığı İslam topraklarını atlayarak, Hindistan’a başka bir rota bulma gayreti için sefer yapışı, sadece bir tesadüf değildi. Böylece Colombus Yeni Dünya’yı keşfetti ve İspanya yeni keşfedilen dünya üzerinde otorite kurdu. Aynı dönemde, Portekiz de İslam topraklarını atlayarak Doğu’ya ulaşmaya ve oradaki zenginlikleri Lizbon’a getirmeye çalışıyordu. Portekiz, Afrika etrafından bir rota buldu. Hint Okyanusunda neredeyse hiç İslam donanması yoktu. Bu sayede Portekiz, Doğu’daki tüm önemli İslam alışveriş merkezlerini ele geçirebildi ve kolonilerini kurabildi.

Portekiz’in Doğu’daki varlığı, Avrupa ile doğrudan ticaret yapabilmesini ve Müslüman tüccar ve gemilerden vergi toplamasını sağladı. Ancak, Doğu mallarına sahip İslam topraklarının kaynağı Müslümanların ellerindeydi.

Hollanda, İngiltere ve Fransa’nın dünya ticaretinde baskın güçler olarak yükselmesiyle, XVI. yüzyılın sonunda durum değişti. Bu ülkeler sürekli politik istikrara, ekonomik, teknolojik ve bilimsel avantaja sahipti. Her biri, gelişmiş topçuluk ve gemicilik tekniklerine dayanan, dünya çapında ticari imparatorluk kurdu. İlâveten kâr elde etme isteğini gerçekleştirirken tamamen acımasız davrandı.

Yeni Dünya’nın ve Doğu’ya giden yeni rotaların keşfi, sayısız zenginliklerin Avrupa’ya ulaştırılmasını sağladı. Böylece Avrupa altın, gümüş, baharat ve diğer ürünlerle zenginleşti. Avrupa ve İslam toprakları arasındaki gelir dağılımı önemli derecede değişti. Uluslararası ticaretin merkezi, Akdeniz ve Hint okyanusundan, Batlık ve Atlantik’e kaydı.

Ticarete dayanan imparatorlukların yükselişi sömürge sistemini ortaya çıkardı. Bu sistemde, Avrupa, yüksek değerli ürünlerin tedarikçisi oldu. Koloniler veya hükmedilen ülkeler -buna İslam toprakları da dahildi- hammadde üreticisi oldular [28].

Kapitülasyonlar

Merkezî İslam toprakları XIX. yüzyıla kadar Batı’dan Haçlı seferleri gibi askeri saldırılara maruz kalmadı. Fakat müdahale döneminde, ekonomik olarak içeriye nüfuz edildi. Dolaylı yoldan, daha sinsi ve zararlı bir istilaya uğradı. Hatta, Haçlıların Suriye sahillerini işgali sırasında kurulan İtalyan liman şehirleri, Müslümanlar Haçlıları yenip kovduktan sonra da devam etti. Bunlar varlık ve çalışmalarını Memlûkler döneminde Mısır ve Suriye’de ekonomiye zarar verme pahasına devam ettirdiler. Osmanlı sultanları bundan daha zararlı politikalar benimsediler. İstanbul’un 1453’te fethinde hemen sonra, Cenevizlilere ticari imtiyazlar verildi. Müslüman şehirlerde yaşayan yabancı gayrimüslimlere verilen bu imtiyazlar ve dokunulmazlıklar, Kapitülasyonlar olarak bilinmektedir. Kelime, hakimiyet ve bağımsızlıkla zıt olan boyun eğme, teslim ve itaat manasına gelmektedir. Osmanlı sultanları yabancılara tanınan bu imtiyazların imparatorluk ekonomisine fayda sağlayacağını düşünmüşlerdi. 1535’te Fransa diğer önemli tavizlerle birlikte ticari imtiyazlar elde ettiler. İngiliz Doğu Akdeniz Şirketi 1580’de önemli imtiyazlar sağladı [29]. İran’da, güçlü bir hükümdar olan I. Şah Abbas benzer şekilde davrandı. İngiliz Doğu Hindistan Şirketine benzer imtiyazlar verdi. Müslüman hükümdarların bahşettiği bu imtiyazlar, Avrupalıların İslam topraklarındaki ekonomik hayatın büyük bir bölümünü denetimleri altına alma fırsatı sağladı.
[Bu imtiyazları Bizans ve Memluk tanımıştı. Osmanlılar yerinde bıraktı. Sonra da genişletti. Ekonomik gelişme yanında, siyasi hakimiyete yardımcı olur maksadıyla böyle yaptılar. Ama görülen o ki, zamanla silah geri tepmiştir. Baykan Sezer konu hakkında şunları yazmaktadır (Batı Dünya Egemenliği ve Endüstri Devrimi, Ankara, 1997, s.59):"Marco Polo'nun zenginliklerini efsaneleştirdiği Uzak-Doğu ülkelerine ulaşabilmek umuduyla Doğu'nun savunucusu ve Batı soygununa izin vermeyen Osmanlı ile karşılaşmamak için kulağını başının üzerinden göstermeye benzer bir serüvene girişmekten çekinmemiştir. Osmanlı, dünya ticaretinin kendi denetiminin dışına çıktığını görünce (yeryüzündeki ilk Amerika haritalarından biri Pirî Reis haritasıdır. Osmanlı sanıldığınca yeryüzünde olup bitenden bilgisiz değildir) Yakın-Doğu ticaretini canlandırabilmek için yerlerini Doğulu tüccarlarla doldurtamadığı Batılılara, açık deniz ticaretinin çekiciliğini gölgeleyebilmek amacıyla kapitülasyonlar vermeyi kabul etmiştir" Ç.n.]

Osmanlı İmparatorluğunun gücünün zayıflamasıyla, kapitülasyonlar kuvvetlendirildi. Yabancılara kendi konsolosluk mahkemeleri kurma ve Hıristiyanların kutsal yerlerini koruma hakkı gibi ticari olmayan imtiyazlar verilmek üzere genişletildi. Doğu Akdeniz’de, Fransa’ya tüm yerli Katolikleri himaye hakkı sağlandı. Rusya ve Britanya diğer mezheplere ait olan yerli nüfus üzerinde benzer haklar iddia etti.

XIX. yüzyıl, Britanya’nın önderlik ettiği Avrupa emperyalizminin yükselişine şahit oldu. İngiliz ürünleri Osmanlı İmparatorluğunu istila etmesine rağmen, henüz hükümet üzerinde güçlü baskı kuramıyor, devlet tekeli sistemini ilgaya zorlayamıyordu. 1838 tarihinde Türk-İngiliz anlaşması imzalanmasıyla, İngiliz ve Avrupalı güçlere İmparatorlukta sadece %3 gümrük vergisi karşılığında ticaret yapma hakkı verildi [30]. Ticari Kanunname olarak bilinen bu anlaşma, Osmanlı hükümetini, devlet tekellerinden elde ettiği gelirlerden mahrum bıraktı. Yabancı ekonomik egemenliğine kapı açtı. Daha ucuz olan Avrupa ürünleri pazarları istila etti. Yerel endüstriler (küçük sanayi tezgahları) adeta yok oldular. Osmanlı ekonomisi Avrupa ile olan ilişkilerinde onların uydusu durumuna düştü. Avrupa’ya sağladığı hammadde işlendikten sonra, geri dönüp, İmparatorlukta satıldı [31].
[Devlet tekeli: Tuz gibi bazı malların alım ve satımının bizzat devlet eliyle yürütülmesidir. Ç.n.]

Modernleşmeyi Engelleyen Batı’nın Askeri Müdahalesi [32]

XIX. asırda, bazı Müslüman hükümdarlar, ülkelerinin ekonomik olarak güçsüzlüğünün farkına vardılar. Reform yapıp modernleşme başlatmanın acil ihtiyaç olduğunu anladılar. Bu girişimler Osmanlı İmparatorluğu’nda, Mısır’da, Tunus’ta vuku buldu. Bu devletlerin hepsi Avrupa güçleri tarafından yapılan doğrudan veya dolaylı müdahaleler ile engellendiler.

Kavalalı Mehmed Ali Paşa hikayesi, Batılı güçlerin yaptığı doğrudan askeri müdahalelerin Müslüman yöneticilerin modernleşme çabalarına engel olmasına bir örnektir. Brockelmann [33] tarafından modern İslam tarihinin en önemli şahsiyetlerinden biri olarak nitelendirdiği Mehmet Ali Paşa 1805 senesinde Mısır’da iktidara geçti. Avrupa gücünün temeli neredeyse, oradan işe başladı. Böylece hayatını modernleşmeye ve Mısır ekonomisini inşa etmeye harcadı. Askeri gücün silahlı asker sayısına veya ithal edilmiş askeri teçhizat miktarına bağlı olmayıp, üretim araçlarının varlık ve kontrolüne, ayrıca Avrupa’ya muhtaç olmamaya bağlı bulunduğunun farkına vardı. Bu sebeple, yoğun bir modernleşme ve sanayileşme programına girişti.

Mehmed Ali Paşa, Memlûk askerî sistemini kaldırıp, yerine Mısırlı köylü çocuklarından oluşan, yaklaşık 180,000 kişilik modern bir ordu kurmakla başladı. İktâ (dirlik) sisteminin kaldırılması, tarımsal alanların mirî mal olarak kalmasının sağlamlaştırılması ve bunların köylülere tahsis edilmesi gibi konuları içeren bir toprak reformu ortaya koydu. Tarımı destekledi. Reformlarında çok ihtiyaç duyulan yabancı paranın elde edilmesi için, ihracat yapılacak ürün olarak pamuk ekimini Mısır’a soktu. Dış ticareti devlet tekelinde yaptı. Batılı güçler tarafından Osmanlı İmparatorluğuna empoze edilen Ticari Kanunname’nin yürürlüğe konmasını reddetti. Çünkü, bunun Mısır ekonomisini yok edeceğine inanıyordu.

Mehmed Ali Paşa, ülke genelinde ve kara ve deniz kuvvetlerinde ihtiyaç duyulan ürünlerin üretimi için çok sayıda endüstriyel fabrikalar kurdu. Bunlar tekstil, giyim, kağıt, boya, şeker, kimyasal ürünler, deri, cam, makine parçaları, pompa, silah, mühimmat ve bir çok diğer ürünlerdir. Hatta İskenderiye’de deniz araçları imal etti. Sanayideki işçilerin sayısı yaklaşık olarak 400,000’e ulaştı. Avrupa’daki fabrikalarda eğitilmek üzere işçiler gönderdi ve bazı endüstriler için yabancı mühendisler kiraladı. Her yıl Avrupa eğitim görmek ve uzmanlaşmak için Mısırlı öğrenciler gönderildi. İlk olarak, Mısır’da tıp, veterinerlik, mühendislik, lisan, bürokrasi, piyade, topçu okulları gibi bir çok modern okullar yapıldı. Bu okullardaki öğrenci sayısı 10,000’e ulaştı. Bu öğrencilere konaklama, yiyecek ve burs imkanları sağlandı. Amaç, modern hükümeti ve ekonomiyi sevk ve idare edecek kadrolar oluşturmak, orduya ihtiyaç duyduğu eğitimli insan gücünü sağlamaktı.

Mehmed Ali Paşa Mısır, Suriye, Hicaz ve Sudan’ı içine alan birleşik bir Arap devleti kurdu. İslam tarihinde görüleceği üzere Mısır ve Suriye, bilhassa Suriye öteden beri çok büyük önemi haizdi.

Batılı esas güçler gittikçe kaygılandılar. Kendi çıkarlarına karşı duran, yükselmekte olan bu İslamî güç tehdidiyle alarma geçtiler. Bilhassa İngiltere, Mehmed Ali Paşa’yı kendi menfaatlerine karşı çok büyük bir tehdit olarak gördü. İngiliz dışişleri bakanı Palmerston, resmi bir yazıda Fransa’daki büyükelçisine şöyle yazmıştır: “Bir barbardan başka bir şey olmayan Mehmed Ali’den nefret ediyorum. Onun en büyük tiran ve zalim olduğuna inanıyorum”. İngiltere, Hindistan ve Doğu’ya giden rotasında bir tehdit olarak gördüğü Mehmed Ali Paşa’nın gücünün, Kızıl Deniz’in tüm doğu ve Arabistan’ın güney sahillerine yayılmasıyla ciddi olarak telaşa kapıldı. Tüm Batılı süper güçler, O’nun ekonomik politikaları ve artan gücünü kendi menfaatlerine ve İslam topraklarındaki pazarlarına karşı bir tehdit olarak gördüler.

İngiltere, Avrupa’nın beş büyük gücü olan Fransa, Prusya, Avusturya ve Rusya’yı Mehmed Ali Paşa’yı Suriye’den çıkarmak ve gücünü kırmak için ittifak yapmak üzere örgütlemeye girişti. Bu güçlerin çatışan çıkarlara sahip olmalarına rağmen, yine de bu durumda Mehmed Ali Paşa’ya karşı birleşmekte hemfikir oldular. 1840 senesinde, İngiltere tarafından yönetilen müttefik donanması Paşa’nın oğlu İbrahim’e saldırmak için Suriye sahiline toplandılar. Halk arasındaki dini farklılıklardan istifade ederek yerel ayaklanma başlattılar ve sonra Beyrut’a çıktılar. İbrahim Paşa, geri çekilmeye mecbur kaldı. Sonra, Akkâ kuşatıldı, bombardıman edildi ve ele geçirildi. Bunu, İskenderiye’nin kuşatması takip etti. Mehmed Ali Paşa yenileceğinin farkına vardı. Müttefiki olan Fransızlar onu terk etti ve Avrupalı güçlerle yalnız savaşamadı.

1841 yılında yapılan Londra Antlaşması hükümleri gereğince, Mehmed Ali Paşa Suriye ve Hicaz’dan çıkmak zorunda kaldı. Askeri gücünü 180,000’den (bazı raporlara göre 250,000’den) sadece 18,000’e indirmek ; ayrıca Osmanlı İmparatorluğu ile yabancı güçler arasında yapılan, Ticari Kanunname dahil, antlaşmaların geçerliliğini kabul etmek zorunda kaldı [34].

Osmanlı İmparatorluğunun Yükselişi ve Gerilemesi

Aşırı Genişleme, Sürekli Yapılan Haçlı Seferleri ve Kültürel Engelin Üstesinden Gelme

Osmanlılar yükselişte iken, imparatorluğa eklenen yeni yerlerde ekonomik faaliyetleri desteklemeye her zaman istekliydi. Yeni şehirlerde, tüm ticaret ve zanaatlar, askeri kuvvete önemli bir destek olarak kuruldular [35]. XVI. yüzyıl boyunca, Osmanlılar üstün askeri güce sahiptiler. Ağır silahlarına ve teçhizatlarına karşı konulamazdı [36]. Osmanlı ve İslam medeniyeti genel olarak, bilim ve teknolojide büyük bir ilerleme veya bir devrim olmaksızın artık ilerlenemeyecek noktaya ulaşana kadar yalnız başına gelişti. Osmanlılar barut teknolojisinde önde oldukları sürece büyük bir güç idiler. Barut teknolojisi, İslam medeniyeti tarafından XIII. yüzyıldan XVI. yüzyılın sonuna kadar geliştirildi. Bu teknolojide önemli hiçbir şey Batı’dan alınmadı. Şunu rahatça söyleyebiliriz ki, genellikle, XVI. yüzyılda İslam teknolojisi, devrinde bilinen en üst seviyeyi temsil etmektedir. Bu, İstanbul’da XVI. yüzyılın sonlarında yıldızı parlayan Takiyüddin’in makine mühendisliği alanındaki kitaplarında görülür. Kendisi, ayrıca, İslam dünyasındaki son müstakil örneklerinden biri olan gelişmiş rasathaneyi İstanbul’da kurdu. Aynı asırda, Suriye’deki bir İngiliz gezgin İngiltere’deki insanların, neden Türklerin Batı’daki insanlardan üstün oldukları fikrinin etkisi altında kaldıklarını araştırıyordu [37].

XVI. yüzyıldan hemen sonra gelen düşüşü ve Batı’nın Osmanlı’ya yetişip ona üstünlük sağlamasını nasıl açıklayabiliriz? Yukarıda, Osmanlı İmparatorluğu’nda olduğu gibi, İslam ülkelerindeki düşüşe neden olan, başta kapitülasyonlar olmak üzere, muhtelif faktörler verdik.

Osmanlılar XVI. yüzyıldan sonra askeri teknolojideki üstünlüklerini kaybetti. Ekonomi, bilim ve teknolojileri, ortaçağ standartlarının ötesine gidemedi. Avrupa’da ise bir şeyler önemli derecede değişmeye başladı. XVI. ve XVII. yüzyıllar, Avrupa ekonomisinin büyük ölçüde parlamasına şahitlik etti. Coğrafi keşifler, Yeni Dünya, Hindistan ve Uzak Doğu ile yeni bulunan ticaret yollarından Avrupa’ya büyük zenginlikler getirdi. Diğer dahili faktörler, yerel ticaret ve endüstrinin ekonomik ilerlemesini destekliyordu. Avrupa topraklarının verimliliği ve nüfus büyümesi, bu ekonomik büyümenin arkasındaki faktörlerdendir.

XIX. yüzyılın ortalarında Osmanlı İmparatorluğu’nun nüfusu sadece 17 milyondu [38]. Nüfusun 5 milyondan fazlası Avrupa’da, 6 milyonu Anadolu ve İstanbul’da, 2-3 milyonu Mısır’da, yaklaşık 1’er milyonu Suriye ve Irak’ta, ve 2-3 milyonu Kuzey Afrika’dadır. Aynı dönemde, Batı Avrupa’nın nüfusu ise yaklaşık 190 milyondur ki bu Osmanlı İmparatorluğu’nun nüfusunun 11 katından daha fazladır [39]. Rusya ve Doğu Avrupa ile toplam nüfus 274 milyondu ve bu Osmanlının nüfusunun 16 katından fazlaydı. Müteakip Batı Avrupa ülkelerinin her biri Osmanlı İmparatorluğu’nun nüfusundan büyüktü: Büyük Britanya (28.9 milyon), Fransa (36.5), İspanya ve Portekiz (19.7), İtalya (23.9), Almanya (31.7) ve Avusturya-Macaristan (31.3).

Avrupa’nın artan zenginliği ve gücü karşısında, Osmanlı İmparatorluğu hızını kaybetti ve içine kapandı. Osmanlı ordusu, iyi yönetilmesine rağmen; uzun sınır boylarını, muazzam insan ve para maliyeti olmaksızın koruyamadı. İspanya, Hollanda ve İngiltere’den farklı olarak, Osmanlı İmparatorluğu ekonomik gelişmeden fazla pay elde edemedi. XVI. yüzyılın ikinci yarısına kadar, Orta Avrupa’ya yerleşmiş büyük bir ordu, Akdeniz’de masraflı bir operasyon, İran’a karşı yerleşmiş birlikler, Kuzey Afrika, Ege, Kıbrıs ve Kızıldeniz’de birlikler, yükselen Rus gücüne karşı Kırım’ı tutmak için gereken takviye kuvvetler ile İmparatorluk ümit verici genişleme sinyalleri gösteriyordu [40].

Düşüşteki önemli bir unsur, Avrupa ile Osmanlılar arasındaki kültürel bariyerdi. Bu, bilim ve teknoloji alanında gerçekleşen yenilikleri, İmparatorluktan uzak tuttu. Ayrıca, Haçlı seferlerinin bir devamı olarak algılanan ve İmparatorluğun enerjisini bitiren düşmanca ilişkilere sebep oldu.

Gelişmişlik düzeyleri arasındaki aralık artmaya devam etti. Osmanlılar, XIX. yüzyılda modernleşme ihtiyacının farkına vardıklarında, reformları geciktiren o kadar fazla engel yoktu. Ancak Batılı güçler tarafından oluşturulan karşı güçler vardı.

İslam Bilimi’nin Geleceği

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, çoğu İslam toprakları bir kez daha bağımsız oldu. Fakat uzun süren sömürgeci kuralların izleri devam etti. İslam ve Arap ülkelerinin daha küçük ülkelere bölünmesinde, Filistin’e uygulanan zulüm ve baskıda, Irak’ın yıkıcı istilasında, Batı ve İslam arasındaki kültürel bariyerin güçlenmesi ve İslam imajını çarpıtmak için sürdürülen faaliyetlerde, mezhebî ve etnik kavgalarda, bazı ülkelerdeki mahvedici iç savaşlarda, yabancı güçlerin ekonomik ve politik hakimiyetinde ve yüksek öğretimde ulusal dilden ziyade yabancı dilin kullanılması örneğindeki kültürel hakimiyette, hep bu izleri görebiliriz.

Fakat İslam diyarının karşı karşıya olduğu tüm bu zorluklara ve engellere rağmen, gelecek ümit vaat etmektedir. Bu topraklar bilinen en zengin medeniyetlerden bazılarının beşiğidir. Bilim, Nil Vadisi’nde, Suriye’de ve Mezopotamya’da meydana çıktı. Hiç sekteye uğramadan binlerce yıl devam etti, İslam çağında zirveye ulaştı. Ardı arkası kesilmeden akmaya devam etti. Günümüzdeki geniş aralık, 200 yıldan az bir zaman önce, endüstri devrimiyle başladı. Bu yüzden, bölge insanının özünde mevcut olan kültürel gelenekler, Müslüman dünyasının medenileşmesi için sağlam bir temel teşkil eder. Üstelik, binlerce yılın mirası el sanatları ve endüstriyel yetenekler mevcuttur. Bu ırsî yetenekler, bazı Müslüman ülkelerin istiklal mücadelesinde, İkinci Dünya Savaşı sonrasında sanayileşmeye başlamasında ve bütün Müslüman şehirlerde binlerce atölye ve fabrikalar kurulmasında önemini ispatladı. Hatta en küçük makine atölyesindeki ustalar, en hassas modern makineleri, ithal edilen veya taklit edilen versiyonlarından hiçbir yönden aşağı olmayacak şekilde, üretebildiler.

Modern bilim ve teknolojiye baktığımızda, gelecekten umutlu olmamıza yardım edecek bu tarihi dersleri kendimize hatırlatmalıyız. Çünkü tarih gösteriyor ki herhangi bir kültüre mensup herhangi bir insan tarafından geliştirilemeyecek bilimsel veya teknolojik herhangi bir husus yoktur. Hemen hemen hiçbir toplum bütünüyle düşman değildir. Kültürler tamamıyla birbirine muhalif değildir. Aksine çağlar boyunca büyük insan toplulukları, ortak bilgi ve teknik mirasa önemli katkı yaptılar. Bunlar arasında en başta gelen İslam dünyasında yaşayan insanlardır.

Bilim ve teknolojinin içeriğinin kültürel bariyerler taşımadığının bir kez daha farkına varmakla bir diğer tarihi derse ulaştık. Doğruluğu ispatlanmış bir husustur ki, şimdi olduğu gibi geçmişte de bilim ve bilginler, çeşitli dilleri konuşan geniş topluluklar içinde gelişir. Zengin bölgeler, fakir bölgelerden daha avantajlıdır. Tarih boyunca bilim, yalnızca bir imparatorluğun veya milletin güçlü ve zengin olduğunda gerçekten ilerlemiştir. Çünkü bilimin, refahın sağladığı altyapıya ihtiyacı vardır. Bu ise İslam tarihinde fazlasıyla ispatlanmıştır.

İslam dünyası insan kaynakları bakımından zengindir. Petrol ve diğer doğal kaynaklar boldur. Bu bir şanstır. Çünkü İslam memleketlerinde bilimin geleceği bu ikisinin kombinasyonunun başarılı bir şekilde kullanılmasına dayanır. Bir toplum içinde tüm alanlarda gelişme sağlamak, önemli derecede bilimsel hacme bağlıdır. Bu da nüfus ve gayri safi milli hasılanın büyüklüğüyle doğru orantılıdır.

Petrol zengini ülkeler tek tek ele alındığında küçüktür. Her biri kendi kendilerine uygun bir bilim ve teknoloji ortamı veya bağımsız endüstriyel ekonomi oluşturamazlar. Benzer şekilde, insan kaynaklarına sahip bu Müslüman ülkeler bilim ve teknolojinin gelişmesi ve aslında kendi gelişmeleri için gerekli sermayeden mahrumdur. Çoğu İslam devletlerinin bilim ve teknolojinin gelecek için önemini fark etmesine, bazılarının da bu yolda kayda değer başarılar elde etmesine rağmen, zengin-fakir tüm Müslüman ülkelerdeki ilerleme, ekonomik işbirliği ve bölgesel temele dayalı entegrasyonun büyüklüğüne bağlıdır.


Referans ve notlar

[1] Bu makale the Epilogue to Science and Technology in Islam, UNESCO, 2001 (editör Ahmed Y. el-Hassan, yardımcı editörler Makbul Ahmed and Albert Zeki İskender) Bölüm II’nin yeniden gözden geçirilmiş halidir. Makalenin ilk versiyon Islam and the Challenge of Modernity (editör Şerif Şifa El-Attas, Kuala Lumpur, 1996)’nin 351-389 sayfalarında yayınlandı. Yazarın bu konu üzerinde yayınlanmış makaleleri: “Science and the Islamic World”, Science and the Factors of Inequality (editör Charles Moraze), UNESCO, 1979, s. 214-225; “Science and Technology in Islam”, Cultures, Cild. VII, No. 4, UNESCO, 1980, s. 89-89; “Some Obstacles Hindering the Advance of Science and Technology in the Arab Countries”, The Islamic World and Japan, Tokyo, 1981; “L’Islam et la science”, La Recherche, Paris, 1982, ve “An illustrated history”, the Epilogue to Islamic Technology, Ahmed Y. al-Hassan ve Donald Hill, UNESCO ve CUP, 1986.

[2] Özellikle “Science and Technology in Islam”, Bölüm I ve II, Cild IV “The Different Aspects of Islamic Culture”, editör Ahmad Y. al-Hassan ve yardımcı editörler Maqbul Ahmad ve Albert Zaki Iskander, UNESCO, 2001.

[3] . İbni Haldun, el-Mukaddime, beşinci ofset baskı, Beyrut, 1984 (Arapça basım).

[4]. İbni Haldun, a.g.e., s. 403.

[5] İbni Haldun, a.g.e., s. 403.

[6] İbni Haldun, a.g.e., s. 434.

[7] İbni Haldun, a.g.e., s. 481.

[8] J. D. Bernal, Science in History, Penguin Books, Harmondsworth, 1969, I, s. 47.

[9] Aydin Sayılı, The Observatory in Islam, New York, Arno Press, 1981, s. 410.

[10] Aydın Sayılı, a.g.e., s. 408.

[11]. E. G. Browne, Literary History of Persia, 1, 1908, s. 286; bakınız G. Sarton, Introduction to the History of Science, New York, Krieger, 1975, I, s. 626.

[12] G. Sarton, a.g.e., I, s. 28-29.

[13] De Lacy O'Leary, How Greek Science Passed to the Arabs, London, Routledge & Kegan Paul, 1980, s. 168-169.

[14] Sayili, a.g.e., s. 414-415.

[15] George Makdisi, “On the Origin and Development of the College”, Islam and the West, Articles in Islam and the Medieval West, editör Khalil I. Semaan, New York, 1980, s. 26-49.

[16] Nikki R. Keddie, “Socioeconomic Change in the Middle East since 1800: A Comparative Analysis”, Bölüm 24, The Islamic Middle East, editör A. L. Udovitch, Princeton, The Darwin Press, 1981, s.762.

[17] E. Ashtor, A Social and Economic History of the Near East in the Middle Ages, London, 1976.

[18] Paul Kennedy, The Rise and Fall of the Great Powers, Fontana Press, London, 1988, s. 21.

[19] Bernard Lewis, The Arabs in History, London, 1977, p. 150.

[20] Jacques Bernard, “Trade and Finance in the Middle Ages 900-1500”, makale 7, The Fontana Economic History of Europe — The Middle Ages, editör Carlo Cipolla, Collins/Fontana, London, 1977, s. 274-275.

[21] Jacques Bernard, a.g.e., s. 292.

[22] Bernard Lewis, The Arabs..., a.g.e., s. 153.

[23] İbni Kesir, al-Bidāye ve-l-nihāye, Beyrut, 1982, Arapça baskı, XIII, s.200.

[24] Abdülaziz el-Duri, “Bağdat”, Encyclopaedia of Islam, I, s. 902.

[25] Son Irak işgali ve yıkımı 13.üncü yüzyıldaki Moğol istilasını anımsatmaktadır, lakin daha feci neticeler ile.

[26] Ashtor, A Social and Economic History..., a.g.e., s. 253.

[27]. El-Kazvīnī, Hamdüllah, Nuzhat al Qnlub‘in Coğrafi kısmı, Miladi 1340 tarihinde yazıldı, iki cild halinde basıldı: 1. Metin editör Guy le Strange. 2. İngilizce tercümesi le Strange, Leiden, Brill, 1915, s.34.

[28] Ira M. Lapidus, A History of Islamic Societies, Cambridge, 1991, s. 267-275.

[29] William McNeil, The Rise of the West, Chicago, 1963, s. 614.

[30] P. Mansfield, A History of the Middle East, London, Viking, 1991, s. 57.

[31] B.S. Turner, Weber and Islam, London, Routledge & Kegan Paul, 1978, s. 133.

[32] Bu makale Irak'ın trajik işgalinden yıllarca önce yazıldı. Tarih bir kez daha tekerrür etti. Yazarın bu husustaki tezi böylece kesin olarak doğrulandı.

[33] C. Brockelmann, History of the Islamic Peoples, İngilizce tercüme, London, Routledge & Kegan Paul, 1980, c. 347.

[34]. Mehmed Ali Paşa’nın başarılarına iyi bir örnek W. R. Polk tarafından verilmiştir, The Arab World Today, Harvard, 1991, s. 73-81. Avrupa koalisyonu Mehmed Ali Paşa’ya karşı oluşu birçok tarih kitaplarında zikredilmiştir. Bunların arasında şunlar vardır: Polk, ag.e., Brockelmann, History..., a.g.e., ve Mansfield, A History..., a.g.e.

[35] Halil İnalcik, “The Ottoman Economic Mind and Aspects of the Ottoman Economy”, Studies in the Economic History of the Middle East, editör M. A. Cook, Oxford, 1970, s. 207-218.

[36] John Francis Guilmartin Jr., Gunpowder and Galleys, Cambridge, 1974, s. 255.

[37] Henry Maundrell, A Journey from Aleppo to Jerusalem, Beyrut, Hayat, 1963, s.196.

[38] Charles Issawi, “The Area and Population of the Arab Empire”, The Islamic Middle East, editör A. L. Udovitch, s. 389-390.

[39] Elias Tuma, European Economic History, Palo Alto, 1971, s.202.

[40] Paul Kennedy, The Rise..., a.g.e., s. 13.