12 Ekim 2017 Perşembe

Kant'ın Tezindeki Besmele*

Müsteşriklerden Hartmut Bobzin, yazdığı birçok eserin yanında, Kuran-ı kerimi Almanca'ya tercüme etmesiyle tanınır. Kaleme aldığı "Immanuel Kant Und Die Basmala" [1] adlı makalede, Kant’ın tezinde yer alan Besmele’nin hikmetini izah için çok sayıda referansa müracaat eder. Bu makalenin yazılma sebebi; Abdoldjavad Falaturi'nin, bunun bir tesadüf olmadığını; o devirdeki entellektüellerin üstünlüğüne, yani onların düşünce cihetinden çok ileri mertebede bulunduklarına delalet edececeğini iddia etmesidir. Bobzin, makalesinde evvela böyle bir mukayesenin isabetli olmadığını; yani Besmele kullanımının Kant’ın yaşadığı devrin mütefekkirlerinin üstünlüğüne ve derinliğine delalet etmeyeceğini ispata çalışır. Kant’ın yazılarında Besmeleyi kullanmasının, İslam dinine duyulan sempati ile irtibatlı olmadığı aşikardır. Kant, Besmeleyi doktora tezinin kapak sayfasında kullanmıştır. 
Kant'ın "doktordiplom"u

Makalenin Hülasası

Kant, Besmeleyi, kitabın baş sayfasında kullanmış; yani asıl araştırmaya dahil etmemiştir. Falaturi ise Besmeleyi araştırmanın bir parçası olarak görür. Kant’ın Besmeleyi baş sayfada kullanması hususi bir hal değildir. Çünki o devirdeki araştırmacılar ve bilhassa şarkiyatçılar, telifatlarının baş sayfasına farklı lisanlarda hikmetli sözler yazarlardı. Bobzin, bununla alakalı olarak Erlangen ve Jena Üniversiteleri kütüphanesinde 16.ve 17.asra ait takriben 1000 doktora tezini gözden geçirmiştir. Tezlerin bir kısmı 1544 tarihinde kurulan ve İkinci Cihan Harbi’ne kadar meşhur olan bir Protestan üniversitesince neşredildi (Alber-Universitaet Königsberg). Kant, burada felsefe kısmında okumuştu. 

Baş sayfadaki yazılar, aynı zamanda bir davetiyedir. Kant, kendisine Doktora ünvanı (gradum et insignia) verileceğini ve 12 Haziran 1755 tarihinde bir toplantı yapılacağını ilan etmiş oluyor. 

Johann Bernad Hahn'in 1735 tarihli doktora tezi

Eğer Besmele Avrupa’daki bilimsel yazıların çerçevesinden değerlendirilirse ve Kant’ın tezine ait olacağı düşünülürse o zaman Arapça yazının bir mevkii vardır. Bunun adı ‘invocatio’dır  ve Allah’ı zikretmeyi ifade ediyor. O zamanki doktora tezlerinde farklı dillerde baş sayfada ve hatta bazan da asıl metnin başlangıcında zikir veya yalvarış yer almaktadır. (Çeşitli misaller makalede mevcuttur). 

Araştırılan yazıların çoğunda İbranice ve Yunanca sözler de tespit edilmiştir. Arapça, daha az kullanılan diller arasındadır. Kant’ın bilhassa Besmeleyi kullanması, istisnai durumdur ve Bobzin bu hususda sadece bir farklılıktan ibaret olduğuZeitschrift Für Arabische Linguistiknu ifade ediyor.

İslam dünyasında besmele, davet ‘invocatio’ için kullanılmaktadır. Binaenaleyh bu hususu, o devrin aydınlığı ve açık görüşlülüğü ile irtibatlandırmak yanlış olur. Bunun örneği daha önce yazılmış eserlerde mevcuttur. (Resim - 2). Hatta bazı tezlerde, Besmele asıl metnin başlangıcında yer alıyor. Fakat bunun sebebi hakkında müellif tafsilat ve izahat vermiyor. Muhtelif üniversitelerde basılan bazı tezlerde de Besmeleye tesadüf edilmektedir. Fakat üniversitelerin dini aidiyetleri olması (Protestan, Katolik veya Ortodox), bunun İslam dinine karşı hissedilen bir sempati ile alakalı olmadığını gösteriyor.

En eski Besmele yazısı 1640 tarihli doktora tezinde bulunmaktadır. Bunu ‘sadece’ farklı gözükmek için yapmışlardır. Bu hadise Wittenberg ve Jena gibi bazı Protestan üniversitelerinde bulunan eserlerde mevcuttur. 

Theodor Hackspan'in 1640 tarihli doktora tezi
O devir müellifler şark ile irtibatlı bir eser yazmışsa, o kültüre ait bir unsuru tezinde aksetmeye çalışır. İbranice yazılardan bu anlaşılıyor. Bu vesile ile Arapça yazılar için de aynısını ifade edilebilir. Yani metnin müslümanlarla alakalı olduğunu gösteriyor. 

Besmele kullanımının “tolerans” ile de bir irtibatı da olabilir. Nitekim Prusya Krallığı devrinde tolerans (krallığın nezdinde) mühim bir yer alıyordu. Bundan dolayı I. Friedrich Wilhelm 1732’de Türk askerleri için mescid inşa ettirmiştir. Ancak bu hoşgörü anlayışına istinaden Besmele hususunda uç fikirlere varmanın isabetli olmayacağını ifade eder. 

Kant'ın Besmeleyi kullanması yeni bir hadise değildir. Bilakis bu, o zamanlar Almanya'da tezlerde kullanılan bir metot idi. Onun düşüncesine göre Besmele farklı olmaktan ibarettir.

Referans ve notlar

* Ricamı kırmayıp, makaleyi hülasa eden Bochum Üniversitesi Şarkiyat departmanında ihtisas yapan Eyüp Kalyon beye teşekkür ederim. Makale gözden geçirilip neşredilmiştir.

[1] Hartmut Bobzin, “Immanuel Kant Und Die ‘Basmala’ Eine Studie Zu Orientalischer Philologie Und Typographie in Deutschland Im 17. Und 18. Jahrhundert”, Zeitschrift Für Arabische Linguistik, no. 25, 1993, pp. 108–131.

4 Eylül 2017 Pazartesi

Hâricî Zihniyet ve Kemalpaşazâde'nin Müslümanlara Nasihatı

“İndirilmiş Din vs. Uydurulmuş Din” ??? Bu, aslında basit bir slogan değil. Kendisi gibi inanmayan Müslümanları, “Uydurulmuş Din”e tâbi olmakla itham etmek, yani ‘tekfir’ manasına geliyor.... Evet bu sloganı ortaya atanların bir kısmı [1], görünüş itibariyle İŞİD'e benzemiyor olabilir. Hatta hareket tarzları da farklı olabilir. Bunda, bulundukları coğrafya ve cemiyetin tesiri inkâr edilemez. Ancak bu iki grubun müşterek bir noktası var: Hâricî zihniyet. Peki bu hâricî zihniyet nedir?

Şehristânî dinler ve fırkalar tarihini ele aldığı el-Milel ve'n-Nihâl kitabında, Hâricîliği, ümmetin ittifak ettiği meşrû halifeye/imama baş kaldırı olarak tarif etmektedir [2]. Bu aynı zamanda İslâm tarihinde dinî kisve altındaki ilk ayrışmanın da adıdır. Hâricîler, ‘tahkim hâdisesine’, yani Hazret-i Ali ile Muaviye arasındaki siyasî ihtilafın, hakem vâsıtasıyla halline karşı çıkmışlardır. Onlar, müslümanların bu hakem tayinine dair ittifakını reddetmekle de kalmayarak, bu işe taraf olanları, yani Hazret-i Peygamber'in Eshabını Allahü teâlanın âyet-i kerimelerine muhâlif hareket iddiasıyla tekfir etmişlerdir. Buna bakınca, Hâricî zihniyetin ne manaya geldiği daha da ortaya çıkmaktadır. Son devir Osmanlı âlimlerinden İbn Âbidîn, Reddü'l-Muhtâr [3] adlı meşhur eserinde, Hâricîliği târif ederken, “kendilerine karşı çıkan Müslümanları tekfir edenler” ifadesini kullanır [4]. Halbuki Ehl-i sünnet âlimleri, Hâricîlerin bu tekfir hareketine mukabil, onları, dinden çıkmakla itham etmemiştir. Kur’an âyetini hatalı tevil ettiklerini nazara alarak, onlara bâğilerin (isyancıların) hükmünü tatbik etmişlerdir [5].  

Ehl-i sünnetin esas prensiplerinden biri, ehl-i kıblenin tekfir edilmemesidir. Yani dinin usulunden olan ve zaruri bilinmesi/inanılması gereken meseleleri inkâr etmeyenlerin tekfir edilmemesidir. Bütün müctehid fıkıh âlimleri bunda ittifak etmiştir [6]. Bu kâide, İmam Ebu Hanife'nin el-Fıkhu'l-Ebsat kitabında ifade edilmiştir [7]. İmam Gazali de Faysalü't-Tefrika Beyne'l-İslam ve'z-Zendeka adlı risalesinde tekfir meselesini ele almıştır. Ehl-i sünnetin tekfir meselesinde ne kadar hassas hareket ettiği bu müctehid âlimlerin kitaplarından anlaşılmaktadır. Çünki “el-Küfrü şeyün 'azîmün - Küfür, büyük bir şeydir” [8].


*   *  *

Peki, herkesin din adına konuştuğu, hatta birbirlerini tekfir ettiği böyle bir hengamede bir müslümanın tavrı ne olmalıdır? Osmanlı şeyhülislamlarından Kemalpaşazâde, beş asır evvel kaleme aldığı Risâletü’l-Münîre kitabında, buna cevap vermekte ve bugünki müslümanlara yol göstermektedir [9]:

Ben âlim değilim, işlerimi ve sözlerimi şeriate uygun nasıl yaparım’ dersen, cevabında derim ki, “Âhiret yolunu senden iyi bilen bir âlime uy, onun yaptığı gibi yap. Nitekim Allahü teâlâ bunu emrediyor ve Nahl suresi 43. âyet-i kerimesinde meâlen, “Bilmiyorsanız, bilenlere sorunuz” buyuruyor. Yani âhiret işlerinden bir şeyi bilmediğiniz zaman, bunu iyi bilenlere sorunuz.” 
Hangi âlim âhiret bilgilerini ve işlerini daha iyi biliyor, bilemiyorum, bilseydim ona uyardım’ diyorsan, şimdi sana, din işlerinde kendisine uyacağın âlimin sıfatlarını öğreteyim: Kur'ân-ı kerimden ve hadis-i şeriflerden bildirdikleri doğrudur. İşte böyle birinin meclisinde bulunman câiz olur. Âlim o kimseye denir ki, Allahü teâlâdan korkar. Kur'ân-ı kerim ve Peygamber Efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem sünneti ile amel eder. Küçük ve büyük günahlardan sakınır. Şüpheli [helâl mi haram mı olduğu iyi bilinemeyen] şeylerden, uzak durur. Bid'atleri [din diye ortaya çıkarılan yenilikleri] işlemez. İşte bu kimse, âhiret ve din bilgilerini bilir. Salih amel sahibidir. Ona itaat etmen, ona uyman ve sana din bilgilerinden bildirdiklerinin doğru olduğuna inanman ve meclisinde bulunman icab eder. Şeriatın hükmüne göre böyle olana, muti', âdil, sâlih, fakih, şeyh veya mürşid denir. Bunun için Peygamber Efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem buyurdular ki: “İlmi ile amel eden âlimler, dünyaya bağlanmadıkları müddetce Allahü teâlânın ve Resulünün aleyhisselam yeryüzünde emin kulları ve ümmetleridir. Dünyaya gönül verdikleri zaman din hususunda onlardan sakınınız”.  
Âhir zamanda, ilmi ile amel edenlerin nişan ve alâmetleri vardır: Din hususunda zemmedenleri [kötüleyenleri], methedenlerinden [övenlerinden] çok olur. Onun için Peygamber Efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem buyurdular ki: “Âhirzamanda çeşitli kavimler olur. Ümmetimin âlimleri ile din hususunda münakaşa ederler. Emr-i maruf ve nehy-i münker yapanlar, onların arasında yapamaz olurlar”. Bir başka hadis-i şeriflerinde de buyurdular ki, “İslâm dini garib olarak başladı. Başladığı gibi garib gider. İşte o gariblere müjdeler olsun!”.  
Bu zikredilen sıfatlarda bir âlim bulamazsan, başkasına uymaktan kaçın! Nitekim Allahü teâlâ Kehf suresi 28. âyet-i kerimesinde meâlen, “Kalbini bizi anmaktan gâfil eyleyip, nefsinin arzularına uyan, işi zarar ve ziyan olanlara tâbi olmayınız” buyuruyor. Bütün günahlardan bir daha yapmamak üzere tevbe et. Mü'min olsun, kâfir olsun bütün hasımlarını râzı eyle. Kalbini kibirden, yani kendini büyük görmekten, kendini beğenmekten, kinden, kıskançlıktan ve cimrilikten kurtar. Üzerinde geçmiş farz ve vacibleri kazâ eyle. Sonra hayatının geriye kalmış günlerini Rabbine ibadetle geçir. Kendin için sevdiğin ve beğendiğin şeyi din kardeşin için de sev ve beğen. Böylece Rabbinin rızasını kazanır, korktuğundan emin olursun. 
... 
Ey Kardeşim! .. itikâda ait bilgileri İmam-ı Azam'ın el-Fıkhu'l-Ekber'inden ve Eshabına Vasıyyeti'nden ve [Emâli Kasidesi şerhi Nuhbetü'l-Leâli, Birgivi Vasiyetnâmesi Şerhi, Kâdızâde’nin Âmentü Şerhi, Mevlânâ Hâlid’in İtikadnâme gibi] diğer kıymetli din kitaplarından öğrenirsen, itikâdın bid'at ve sapıklıktan kurtulur. Yok, arzularınla aklına uyarsan, itikâd bilgilerini nefsine uygun kitaplardan öğreneyim dersen, câhil, aldanmış, sapık olursun. Başkalarını da yoldan çıkarırsın. 
İtikad bilgilerini öğrendikten sonra, Allahü teâlânın emr ve yasaklarına uymalısın. Bu emr ve yasakları şu kıymetli kitaplardan öğrenmelisin: Kudûrî, el-Câmi’u's-Sağir, Hidâye ve şerhi, Fetâvâ-i Kâdıhan, Hülâsa [Halebi-i Sağir, Mevkufat, Reddü'l-Muhtar, Miftahu'l-Cenne, Mecmû’a-i Zühdiyye, Nimet-i İslâm, İslam Yolu] ve bunlara benzer müellifleri müctehid bulunan veya dinde ilmi ve salâhı belli olan âlimlerin kitaplarından öğrenmelisin.

Kemalpaşazâde'nin bu mühim ikaz ve nasihatleri gösteriyor ki, nasıl hasta olunca tabîb-i hâzık [mütehassıs, uzman hekim] aranırsa, din işlerinde de on dört asırdır üzerinde bir şâibe bulunmayan, ilmi ve takvasıyla ümmetin itimadını kazanmış âlimlerin kitaplarını okumak en emniyetli yoldur. Bu kitaplar Arabi, Farisi ve Osmanlıca olarak kaleme alınmıştır. Bunları okuyamayan bir müslüman, bunların ehil zatlar tarafından günümüz Türkçesine tercüme edilmiş veya aktarılmış hallerini okuyabilir.


Referans ve Notlar

[1] Meselâ Y. N. Öztürk, A. Bayındır, M. İslamoğlu, C. Taslaman.

[2] Şehristânî, Terceme-i Milel ve Nihâl, Trc: Nuh bin Mustafa, İstanbul: Tabʾhane-i Âmire, 1279, s. 50.

[3] Reddü'l-Muhtâr, her Osmanlı âliminin evinde bulunan ve fetvâ vermek için müracaat edilen muteber hacimli bir fıkıh kitabıdır. Osmanlı âlimlerinden Reisu'l-ulemâ Tikveşli Yusuf Ziyaeddin Efendi [Mecelle azası Ömer Hilmi Efendi'nin hocasıdır], Reddü'l-Muhtâr için “hiçbir âlimin evinde eksik olmayan” ifadelerini kullanmaktadır. Muhammed Zâhid el-Kevserî, Makâlâtü'l-Kevserî, Kahire: Matbaatü'l-Envâr, 1373, s. 107. Reddü'l-Muhtâr'ı Türkçeye tercüme eden Ahmed Davudoğlu Hocaefendi de kitabın vasıflarından biri olarak âlimlere rehber oluşunu zikretmektedir. Bu tercüme 17 cild olup, ilk 10 cildini Ahmed Davudoğlu Hocaefendi tercüme etmiştir. Böyle bir tercüme, zamanın imkanları dikkate alındığında muazzam bir hizmettir. Maamafih, tercüme, tam bir tercüme değildir. Bazı yerlerde atlamalar yapılmış ve bazı yerler ihtisar edilmiştir. Çok olmamakla birlikte manaya tesir edecek tercüme hataları da mevcuttur. Tercümenin elden geçirilip tekrar neşrinin büyük bir hizmet olacağı âşikârdır.  

[4] Allâme İbn Âbidîn, Hâricîler için söylenen "Sahabileri tekfir ederler" ifâdesini şu şekilde izah etmektedir: “Havâric [Hâricîler] ile isimlendirmede, bunun [Sahabileri tekfir etmelerinin] şart olmadığını bilirsin. Bu şart, hazret-i Ali'ye karşı çıkanları beyân içindir. Havâric olarak isimlendirilmesi için, kendilerine karşı çıkan Müslümanları tekfir etmeleri kifâyet eder. Zamanımızda Necd'de ortaya çıkıp Harameyni [Mekke-i mükerreme ve Medine-i münevvere] ele geçiren İbnü Abdülvehhab'ın tâbîlerinde olduğu gibi. Hanbeli mezhebinde olduklarını iddia ederlerdi. Ancak sadece kendilerinin müslüman; itikadlarına muhalefet edenlerin ise müşrik olduğuna inanırlardı. Bu sebeple, Ehl-i sünnet müslümanların ve âlimlerinin öldürülmesini helâl görürlerdi. Ta ki Allahü teâla onların şevketini [kuvvetini] yok edip memleketlerini yıkana kadar. Müslümanların askerleri 1233 [hicri/1817 milâdî] senesinde zafer kazandı”. Reddü'l-Muhtâr, Derse'âdet: Matbaatü Osmaniyye, 1324, III/427-428. 

[5] İbn Âbidîn, Reddü'l-Muhtâr, III/427.

[6] İbn Âbidîn, Reddü'l-Muhtâr, III/428. Fukahanın bu icmaını İbn Münzir haber vermektedir. Burada fukahadan maksadın, müctehid fukaha olduğu Reddü'l-Muhtâr'da tasrih edilmektedir. Devamında, “müctehid olmayanın sözüne itibar yoktur” denilmektedir.

[7] İmam Azam'a fıkh-ı ekberden sual oldunduğunda şöyle buyurur: “Günahından dolayı ehl-i kıbleden kimseyi tekfir etmemektir”. Zâhidü'l-Kevserî, fıkh-ı ekber için şu dipnotu düşer: “İtikadı tashihe [düzeltmeye] müteallik ilm murad edilmiştir. İmam Ebu Hanife'nin indinde, fıkh, ale'l-ıtlak [umumiyetle] itikad, amel ve ahlaka müştemildir [şâmildir]. Nitekim O, fıkhı, ma'rifetü'n-nefsi mâ lehâ ve mâ aleyhâ (nefsin kendi lehine ve aleyhine olan şeyleri bilmesi) olarak tarif eder”. İmam Ebu Hanife, el-Fıkhu'l-Ebsat - Rivâyetü Ebi Muti (el-Âlim ve'l-Müteallim içinde), tahkik: Muhammed Zâhid el-Kevserî, 1368, s. 40.

[8] İbn Âbidîn, Reddü'l-Muhtâr, III/393.

[9] Kemalpaşazâde, Risaletü'l-Münîre, İstanbul: Matbaatü Cemal Efendi, 1308, s. 17-18, 20. A. Faruk Meyan'ın tercümesi, orjinal metinle mukabele edilerek, bazı küçük değişiklikler yapıldı. İlâveler, köşeli parantez içinde yapıldı. Kemalpaşazâde, Risaletü'l-Münîre (Vesiletü'n-Necât – Seadet Yolu içinde), Trc. A. Faruk Meyan, İstanbul: Berekât Yayınevi, 1977,  s. 39-41, 43.

  

23 Ağustos 2017 Çarşamba

Sultan Süleyman'dan Ebüssuûd Efendi'ye bir muhabbetnâme

Muallim Cevdet'in kütüphanesinden bir mahtut (yazma) eserin sayfalarını karıştırırken tesadüf ettiğim sayfada Sultan Süleyman'dan Ebüssuûd Efendi'ye bir mektup bulunmaktaydı. Bu mektubun biraz farklı versiyonunun latinizesini görmüştüm ama Osmanlıca halini ilk defa görüyordum.




Kaziyye Merhum Sultan Süleyman Han aleyhi'r-rahme ve'l-ğufrân Sigetvar seferine gitdikde Niş nâm kasabadan merhum Ebussuud Efendi'ye irsâl buyurdukları muhabbetnâmedir:
Halde haldaşım, sinde sindaşım, âhiret karındaşım, tarîk-i hakda yoldaşım Molla Ebüssuûd Efendi Hazretlerine 
Duâyı bî-had iblâğından sonra nedir hâliniz ve nice mizâc-ı lâzimü'l-imtizâcınız? Hazret hızâne-i hafiyyesinden kemâl-i kuvvet, nihâyet-i selâmet müyesser eyliye. 
Bi-mennihi ve keremihi, lütuflarından niyaz olunur ki evkat-ı mübârekede, bu muhlislerin kalb-i şeriflerinden ihrâc ve iz'âc etmiyeler. Olakim küffâr hâksâr [perişan] münhezim [bozguna uğramış] ve mükedder ve asâkir-i İslâm umumen mansur ve muzaffer olub rızaullaha muvâfık ola. 
ed-Du'â sümme'd-du'â,  bende-i Hudâ Süleyman Hân-ı bî-riyâ

9 Ağustos 2017 Çarşamba

İhtisaslaşmada ifrat!

İhtisaslaşmada ifrat olur mu demeyin! 19. asırdan evvel, bir ilim adamı dinî, fennî ve ictimaî ilimlerin hepsinde kalem oynatabiliyordu. Sadrüşşerîa es-Sânî (v. 1346), Ali Kuşçu (v.1474), Suyutî (v. 1505) ve Gelenbevî (v. 1791) gibi neredeyse her ilimde eser bırakmış ilim adamlarına rastlanabiliyordu. Belki bu sayede meseleleri ele alışları daha tutarlı ve sonuca ulaştırıcı oluyordu. Sadece Şark'ta mı? Elbette hayır. Garb'da da... İşte Leibniz (v. 1716)... Ancak günümüz için bunu söylemek zor.

Bir ilim adamından beklenen, mütehassısı olduğu sahayı çok iyi bilmesi ve bu sahaya komşu diğer ilimlerden istifade edebilmesidir. Aksi takdirde, ilimler ifrata varacak, marjinalleşecek ve bu ilimlerden elde edilecek istifade az olacaktır. Günümüzde bunun önüne geçebilmek için, farklı disiplinlerin iştirak ettiği departmanlar kuruluyor, projeler icra ediliyor. Mesela, mühendislik alanında son zamanlarda kurulan çok-disiplinli (multi-disciplinary) departmanlar bu marjinalleşmeyi bir nebze hafifletmeye yardımcı olacaktır. İctimâi ilimlerde de farklı disiplinlerin ortaklaşa çalışmaları mevcut. Maalesef ülkemizde bunun tatbiki az.

Tarih, ictimâi ilimlerde mühim bir yer teşkil ediyor ve araştırmacıda, çalışılan devre göre bazı asgari donanımların bulunmasını icab ettiriyor. Son zamanlarda hayli popüler olan Osmanlı tarihi çalışmalarını ele alalım. Bu saha üzerinde çalışacak biri için, yüksek lisans tahsil müddetince İslam (Osmanlı) Hukuku, felsefe, antropoloji, sosyoloji, psikoloji, arapça, farsça, ve diğer lisanlar şart koşulmuyor. Halbuki, bir cemiyeti tarihî disiplin cihetinden değerlendirmeden önce, o cemiyetin değerlerinin ve düşünce yapısının iyice anlaşılması gerekmektedir. Bunlar hem cemiyetin, hem de devletin reflekslerine oldukça tesirlidir. Sadece arşivlerdeki vesikaları okumakla, eğer maksat hakikati ortaya çıkarmak ise, yapılan analizler tutarsız olmaya mahkumdur. Donanımsız ve usulsüz, hakikate ulaşılamaz.

Benzer problem ilahiyat disiplininde de mevcut. Bırakın diğer disiplinlere dair fikir sahibi olmayı, ihtisası ilm-i hadis olan, fıkıhdan habersiz; fıkıh çalışan tasavvufdan habersiz. Bu misaller arttırılabilir...

Unutmayalım ki, idare etmek ve edilmek arasındaki ince çizgiyi bilhassa ictimâi ilimlerdeki ehliyet tayin etmektedir.

[Zeyl:

Hukuk profesörü Sadri Maksudi Arsal, ihtisaslaşmaya dair şunları ifade eder:

"Bir mütehassısın kendi ihtisası dahilindeki bilgileri ne kadar geniş ve derin olursa olsun, bu bilgiler o ilmin diğer şubelerinde esas olan umumî ve mühim prensiplere bağlanmadıkça tam manasile ilmî mahiyet iktisap edemezler. İhtisas sahasındaki bilgiler, mahiyetleri itibarile mahdutturlar, çünkü bir külün ancak bir cüz'ünden, bir ilim manzumesinin kırıntı ve parçalarından ibarettirler

İhtisas sahasındaki bilgilerile iktifa eden mütehassısın ilmî ufku ve görüş çerçevesi saima dardır, çünkü bir ilmin şubesinin mühim prensiplerini ilmî bir surette kavrayabilmek için, o şubenin ait olduğu ilmin umumî heyetini anlamış olmak lâzımdır. İlim sahasındaki ihtisaslaşmadan doğan bu gibi mahzurları bertaraf etmek için, her ilimde o ilmin muhtelif şubelerinin siklet merkezlerini teşkil eden mühim ve umumî esasları birbirine bağlayarak, bunları bir manzume halinde izah eden bir ilim şubesine ihtiyaç hasıl olmuştur."

Sadri Maksudi Arsal, Hukukun Umumî Esasları - Hukukun Pozitif Felsefesi, Ankara, 1937, I/8.]

13 Nisan 2017 Perşembe

Şeyh Muhammed Zâfir Efendi'nin Kaleminden Sultan Hamid


Sultan Abdülhamid daha şehzâdeliği zamanında Trablusgarblı Şeyh Muhammed Zâfir Efendi'ye (1829-1903) intisab etmişti. Sultan Hamid'in son zevcesi Behice Sultan, Sultan Hamid'in manevi dünyasına dair şunları anlatmaktadır [1]: "Esas itibariyle Şâzelî tarikatine mensuptu. Şeyhi, Arabistanlı [Arab asıllı] idi. Arada bir ziyarete gelirdi. Onu çok uzaklardan arabalarla karşılar; son derece izzet ve ikramda bulunur; sohbetler ederdi. İki-üç gün sonra Şeyh Efendi ayrılırdı. Sonra şeyhi vefat etti. Günlük evrâd-ı şerifeleri [okumayı âdet edindiği tarikat virdlerini, tesbih ve duaları] muhakkak okur, bir gün te’hir etmezdi. Devrinin kutbu olduğunu söylerlerdi. Bazen öyle olurdu ki, sarayda idiği muhakkak olmasına rağmen, her yerde aransa bulunmazdı".

Şeyh Zâfir Efendi, tasavvufa dair kaleme aldığı en-Nûrü’s-Sâtî’ adlı eserinin son kısmında Sultan Hamid'in meziyetlerini anlatıp dua etmektedir [2]:



Tercümesi:
Bu kitabın tahriri, Dâr-ı Hilâfet-i İslamiyye'deki ikâmetimiz esnasında oldu. Âsitane-i Aliyye. Kuvvet ve adalet sahibi, Şeriât-ı Garra'nın kuvvetlendiricisi, fazilet binasının erkanlarını güçlendiren, fazileti büyüklerinden miras alan, halife ve büyük seleflerin yolunda yürüyen, Devlet-i Aliyye'nin ahvalini ıslah eden ve ümmete faydası olan mevzularda çok çaba gösteren, Allahü teâlâya tevekkül eden ve Resulullah'dan meded dileyen, Ravda-i Mu'attara'nın ve Kâbe-i Şerife-i Mutahhara'nın hizmetiyle şereflenen mevlâmız es-Sultan ibnü's-Sultan es-Sultan el-Gâzi Abdulhamid Han-ı Sâni'dir. Her dâim bütün işlerinde melhuz ve es-Seb'u'l-Mesâni ile mahfuz olsun. Allahü teâlâ izzetle ve ikbal içinde mülkünü daim eylesin. Bütün dünyayı onun mülkü eylesin. Onu ve askerlerini yardımın davamıyla kuvvetlendirsin. Zikri [Kuran-ı kerim] muhafaza ettiği gibi onun saltanatını da muhafaza eylesin. 
Âmin  Taha ve Yasin hürmetine. 
Allahü teâlânın salât ve selâmı Peygamber Efendimiz ve tayyib ve tâhir Âli ve Eshab-ı kirâmı üzerine olsun. 
Hamd âlemlerin rabbi olan Allahü teâlâya mahsustur.


Referanslar

[1] Ekrem Buğra Ekinci, Sultan Abdülhamid'in Son Zevcesi Behice Sultan'la Altı Ay, İstanbul, 2017, s. 126-127.

[2] Muhammad ibn Muhammad Hasan Zâfir, en-Nûru's-Sâtıʻ ve'l-Burhânü'l-Kâtıʻ,  İstanbul: el-Matbaatü'l-Behiyyetü'l-Osmaniyye, 1301, s.58

12 Nisan 2017 Çarşamba

Vakfın Ehemmiyeti

Ahmed Cevdet Paşa'nın "Asrımızın İmam-ı A'zamı" dediği Ömer Hilmi Efendi (1307/1887), vakıflara dair kaleme aldığı eserinin ifâde-i mahsusasında vakfın ehemmiyetini bir hadîs-i şerîfin tefsiri ile beyân etmektedir [Ömer Hilmi Efendi, İthâfu'l-Ahlâf fî Ahkâmi'l-Evkâf, İstanbul: Matbaa-ı Âmire, 1307, s.9-10]:

Ez-cümle (İzâ mâte'l-insânü inkata'a amelühu illâ min selâsetin min sadakatin câriyetin ev ilmin yüntefe'u bihi ev veledin sâlihın yed'û lehu) hadîs-i şerîfdir.  Hadîs-i şerîf-i mezkurun terceme ve tefsîri:

İnsân vefât etdikde ameli münkatı' [kesilmiş] olub, artık defter-i a'mâline mesûbât [sevablar] kayd olunmaz olur. Fakat üç şeyden nâşî [dolayı] olan ameli münkatı' olmayub ondan dolayı ile'l-ebed defter-i a'mâline sevâb kayd olunur. 

Bu üç şeyden evvelkisi, ilâ yevmi'l-kıyâme cârî ve bâkî olan sadakadır ki vakf suretiyle inşâ olunan âsâr-ı hayriyedir [hayr eseleri]. Çünki hayatında bezl-i mâl [mâl sarfetme] ile âsâr-ı hayriye inşasına muvaffak olarak vefât eden insânın âsârıyla halk intifâ' ve istifâde etdikce, halk tarafından dâima hayr ve rahmet ile yâd edileceğinden bu sûretle ol insânın vefâtıyla ameli münkatı' olmayub ilâ-kıyâmı's-sâ'ati defter-i a'mâline mesûbât kayd olunur. 

İkincisi, kendisiyle intifâ' olunan ilmdir. Şöyle ki bir âlim ulûm-ı nâfi'adan [faideli ilimlerden] bir ilmi teşnegân-ı zülâl-i ilm ve ma'rifet [ilm ve marifet suyuna susamış] olan tüllâb-ı ulûma [ilim talebelerine] ta'lim ve tedris veyahud ulûm-ı nâfi'aya dâir bir eser-i müfid te'lifine muvaffak olarak vefât ederse, hayâtında kendisinden telakkî-i ilm etmiş olan şâkirdânı ol ilmi tâlibîne neşr ve ifâde veyahud ol âlimin hayatında te'lif etmiş olduğu eserinden erbâb-ı mütâla'a intifâ' ve istifâde etdikce ondan hâsıl olacak ücûr-ı cezileden [çok ecirler] ol âlim-i müteveffâ dahi hissemend olacağı cihetle öyle bir âlimin vefâtıyla ameli münkatı' olmuş olmaz. Ulûm ve ma'ârifin neşri hakkında bundan ziyâde teşvik ve tergib olamaz.

Üçüncüsü, vâlidin irtihalinden sonra ona hayr duâ eder veled-i sâlihdir. Zirâ bir insan hayatında salâh üzerine terbiye etmiş olduğu veledinin a'mâl-i sâliha ve de'avât-ı hayriyesinden ba'de'l-vefât müstefid olacağı cihetle hayru'l-halefe nâil olan pederin vefâtıyla ameli münkatı olmaz. İntehâ.