İhtisaslaşmada ifrat olur mu demeyin! 19. asırdan evvel, bir ilim adamı dinî, fennî ve ictimaî ilimlerin hepsinde kalem oynatabiliyordu. Sadrüşşerîa es-Sânî (v. 1346), Ali Kuşçu (v.1474), Suyutî (v. 1505) ve Gelenbevî (v. 1791) gibi neredeyse her ilimde eser bırakmış ilim adamlarına rastlanabiliyordu. Belki bu sayede meseleleri ele alışları daha tutarlı ve sonuca ulaştırıcı oluyordu. Sadece Şark'ta mı? Elbette hayır. Garb'da da... İşte Leibniz (v. 1716)... Ancak günümüz için bunu söylemek zor.
Bir ilim adamından beklenen, mütehassısı olduğu sahayı çok iyi bilmesi ve bu sahaya komşu diğer ilimlerden istifade edebilmesidir. Aksi takdirde, ilimler ifrata varacak, marjinalleşecek ve bu ilimlerden elde edilecek istifade az olacaktır. Günümüzde bunun önüne geçebilmek için, farklı disiplinlerin iştirak ettiği departmanlar kuruluyor, projeler icra ediliyor. Mesela, mühendislik alanında son zamanlarda kurulan çok-disiplinli (multi-disciplinary) departmanlar bu marjinalleşmeyi bir nebze hafifletmeye yardımcı olacaktır. İctimâi ilimlerde de farklı disiplinlerin ortaklaşa çalışmaları mevcut. Maalesef ülkemizde bunun tatbiki az.
Tarih, ictimâi ilimlerde mühim bir yer teşkil ediyor ve araştırmacıda, çalışılan devre göre bazı asgari donanımların bulunmasını icab ettiriyor. Son zamanlarda hayli popüler olan Osmanlı tarihi çalışmalarını ele alalım. Bu saha üzerinde çalışacak biri için, yüksek lisans tahsil müddetince İslam (Osmanlı) Hukuku, felsefe, antropoloji, sosyoloji, psikoloji, arapça, farsça, ve diğer lisanlar şart koşulmuyor. Halbuki, bir cemiyeti tarihî disiplin cihetinden değerlendirmeden önce, o cemiyetin değerlerinin ve düşünce yapısının iyice anlaşılması gerekmektedir. Bunlar hem cemiyetin, hem de devletin reflekslerine oldukça tesirlidir. Sadece arşivlerdeki vesikaları okumakla, eğer maksat hakikati ortaya çıkarmak ise, yapılan analizler tutarsız olmaya mahkumdur. Donanımsız ve usulsüz, hakikate ulaşılamaz.
Benzer problem ilahiyat disiplininde de mevcut. Bırakın diğer disiplinlere dair fikir sahibi olmayı, ihtisası ilm-i hadis olan, fıkıhdan habersiz; fıkıh çalışan tasavvufdan habersiz. Bu misaller arttırılabilir...
Benzer problem ilahiyat disiplininde de mevcut. Bırakın diğer disiplinlere dair fikir sahibi olmayı, ihtisası ilm-i hadis olan, fıkıhdan habersiz; fıkıh çalışan tasavvufdan habersiz. Bu misaller arttırılabilir...
Unutmayalım ki, idare etmek ve edilmek arasındaki ince çizgiyi bilhassa ictimâi ilimlerdeki ehliyet tayin etmektedir.
[Zeyl:
Hukuk profesörü Sadri Maksudi Arsal, ihtisaslaşmaya dair şunları ifade eder:
"Bir mütehassısın kendi ihtisası dahilindeki bilgileri ne kadar geniş ve derin olursa olsun, bu bilgiler o ilmin diğer şubelerinde esas olan umumî ve mühim prensiplere bağlanmadıkça tam manasile ilmî mahiyet iktisap edemezler. İhtisas sahasındaki bilgiler, mahiyetleri itibarile mahdutturlar, çünkü bir külün ancak bir cüz'ünden, bir ilim manzumesinin kırıntı ve parçalarından ibarettirler
İhtisas sahasındaki bilgilerile iktifa eden mütehassısın ilmî ufku ve görüş çerçevesi saima dardır, çünkü bir ilmin şubesinin mühim prensiplerini ilmî bir surette kavrayabilmek için, o şubenin ait olduğu ilmin umumî heyetini anlamış olmak lâzımdır. İlim sahasındaki ihtisaslaşmadan doğan bu gibi mahzurları bertaraf etmek için, her ilimde o ilmin muhtelif şubelerinin siklet merkezlerini teşkil eden mühim ve umumî esasları birbirine bağlayarak, bunları bir manzume halinde izah eden bir ilim şubesine ihtiyaç hasıl olmuştur."
Sadri Maksudi Arsal, Hukukun Umumî Esasları - Hukukun Pozitif Felsefesi, Ankara, 1937, I/8.]
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder