İslâm medeniyeti, bilhassa Osmanlı medeniyeti bir fıkıh medeniyetidir [1]. Hukuk üzerine inşa edilmiştir. Bu sahada harcanan mesâi ve telif edilen eserler adalete gösterilen ehemmiyeti ortaya koymaya kâfidir. Hazret-i Ömer’e nisbet edilen “El-Adlü esasü’l-mülk (Adalet mülkün temelidir)” sözü [2], devletin adaletsiz ayakta duramayacağını ifade eden en veciz sözlerden biridir. Adaletin temini içinse, oturmuş bir hukuk mekanizmasına ve bu mekanizmanın devamını sağlayacak hukukçulara ihtiyaç vardır.
Osmanlı Devleti, İslâm hukukunu tatbik etmiştir. Bunun tatbiki için ihtiyaç duyulan hukukçular, Tanzimat devrine kadar sadece medreselerde yetişmiştir. Ayrıca, medreseler sadece hukukçu yetiştirmekle kalmamış, diğer ilimlerde de mahir nice âlimlerin yetişmesine altyapı oluşturmuştur. Dolayısıyla, medreseler hukuk mekanizmasının işlemesinde ve cemiyetin şekillenmesinde, mühim rol oynamışlardır. Bundan dolayıdır ki, Osmanlı Devleti’nin tarihî, siyasî, ictimaî ve fikrî tarihine, evvela medrese müessesesinin ve ulemânın mahiyetinin ortaya konmasıyla başlamalıdır. Yoksa yapılan analizler havada kalmaya mahkumdur. Ancak bu sahada çalışacakları, eski tâbirle hem âlî (âlet) ilimler (mantık ve lisâna dair ilimler) hem de 'âlî (yüksek) ilimler (tefsir, hadîs, usul-i hadîs, fıkıh, usul-i fıkıh, kelâm ve tasavvuf) açısından bazı zorluklar beklemektedir. Âlet ilimlerde, lisân ve mantık önde gelmektedir. Medreselerde tedrisat ve ilmî faaliyetler Arapça üzerinden yapılmıştır. Nasıl Hristiyan dünyasının lingua francası Latince ise, İslâm dünyasınınki Arapçadır. Dolayısıyla bir araştırmacı, o zamandan gelen bir metni anlayabilmesi için, o zamanda bu metni okuyup anlayanların sahip olduğu asgarî ilmî seviyeyi elde etmelidir. Bir hâdiseyi değerlendirebilmesi için de o devre dâir asgarî kültürel seviyeye sahip olmalıdır. [Bu donanımların tafsilatı için “Osmanlı Düşünce Hayatı Nasıl Anlaşılabilir?” başlıklı yazıya müracaat edilebilir.]
Böyle bir donanımın ehemmiyetini göstermesi açısından meşhur tarihçilerimizden Halil İnalcık’ın bir makalesinden bir pasajı paylaşacağım. İnalcık, Birgivî hakkında şunları söylemektedir: “16. yüzyılda Mehmed Birgivî, 17. yüzyılda Kadı Mehmed’i izleyen Kadızadeliler, sünnetin en katı ve uzlaşmaz temsilcileri olarak, İstanbul’un belli başlı camilerinde, vaazlarında Osmanlı toplumunda tesbit ettikleri şeriata aykırı bid’atlara şiddetle hücuma ve halkı kışkırtmaya başlamışlardır. Meselâ, Mehmed Birgivî, para vakfını şeriata aykırı bir bid’at olarak tanımlarken, bu âdeti müslüman toplum için hayırlı bir kurum sayan şeyhülislâm Ebussuud’a karşı hücuma geçmiş, şeyhülislâm’ı kafir sayacak kadar ileri gitmişti. Bu şiddetli görüş ayrılığı Mehmed Birgivî’nin Hanbelî mezhebini izlemesi, ona karşı şeyhülislam’ın ise çok daha liberal Hanefî mezhebine tâbi olmasından ileri geliyordu.” [3]
İnalcık’ın Birgivî hakkındaki yorumlarında bilgi ve analiz hataları vardır. Birgivî ile Kadızâdeli hareketi arasında düşünce bağlamında bir irtibatın varlığını söylemek zordur. Her ne kadar Kadızâdelilerin, Birgivî’nin telif ettiği eserleri okuttuğu rivayet edilse de, Kadızâdelilerin ve Birgivî'nin fikirlerinin uyuşmadıkları açıktır. Şöyle ki Birgivî, telif ettiği eserlerde, Muhyiddin Arabî gibi meşhur tasavvuf büyüklerinden sıkça iktibas yapar ve tasavvufa değil müteşeyyihlere (şeyhlik taslayanlara) karşı olduğunu açık bir dille ifade eder. Birgivî, bid'at anlayışı ile de Kadızâdelilerden ayrılmaktadır. Ayrıca, Birgivî, dinî açıdan doğru bulmadığı hadiselere, kalemi ile cevap vermeye çalışmıştır. Birgivî’nin devrin şeyhülislamı Ebussuud Efendi ile olan ihtilafı, Hanefî mezhebinde para vakıflarının caiz olup olmaması meselesi üzerinedir. Ebussuud Efendi, mevcut şartları göz önünde bulundurarak, Hanefî mezhebinin önde gelen fakihlerinden İmam Züfer’in kavline göre para vakıflarının caiz olacağı yönünde fetva vermiştir. Birgivî ise, Hanefî mezhebinin zâhir (açık ve güçlü) rivayeti dururken, daha aşağı seviyedeki bir rivayet ile fetva vermesine karşı çıkmıştır. Osmanlı tarihinin kudretli şeyhülislamlarından biri olan Ebussuud Efendi’ye, Birgi kasabasında müderrislik yapan bir âlimin rahatlıkla karşı çıkması ve reddiye yazması, fikir hürriyetini göstermesi açısından da manidardır. İnalcık, her nedense Birgivî'nin Ebussuud'u kâfir saydığı bilgisinin kaynağını vermez.
Daha vahimi, Birgivî’nin Hanbelî mezhebinde olduğu iddiasıdır. Birgivî’nin telif ettiği kitapları biraz okumuş birinin bile rahatlıkla anlayacağı üzere, Birgivî, Hanefî mezhebine bağlı bir Osmanlı âlimidir. Kemalpaşazâde'nin Hanefî mezhebi metin kitaplarından Vikâye üzerine yaptığı tenkidleri reddederek, Hanefîliğin bir anlamda yılmaz savunuculuğunu yapmıştır denilebilir. Kitaplarını da Hanefî mezhebi üzerine telif etmiştir. Zaten Ebussuud Efendi ile aralarındaki ihtilaf, Birgivî’nin Hanefî mezhebine ne kadar sıkı bağlandığını da göstermektedir. Anlaşılan İnalcık, Birgivî'nin tek bir kitabını bile okumadan/okuyamadan, The Encyclopaedia of Islam’ın Birgivî maddesinden etkilenerek, Birgivî’nin Hanbelî mezhebinde olduğunu iddia etmiştir.
Başka bir tarihçi de, Birgivî'nin sık sık İbn Teymiyye'yi (şâz/marjinal görüşleri olan Hanbelî âlimi, v. 728/1328) zikrettiğini iddia etmektedir [4]. Referans olarak Birgivî'nin Tarikat-ı Muhammediyye kitabının tercümesinin tekmilesini [5] kullanan tarihçimiz, burada yazılan ifadelerin tekmileyi hazırlayana ait olduğunu anlayamayacak kadar Osmanlı ilim ve düşünce dünyasından uzak olsa gerek. Halbuki, kitabın orjinalinde İbn Teymiyye'nin ismi dahi geçmemektedir.
Peki, Osmanlı tarihi sahasında ihtisas yapmış bu iki tarihçimiz, meseleyi değerlendirirken neden Birgivî'nin kitaplarına bakmadan böyle bir hükme varmışlar? Maalesef, bilim felsefesinin ehemmiyetle üzerinde durduğu paradigma meselesi burada devreye giriyor. Kendilerinden evvel bu meselede araştırma yapmış kişilerin araştırmalarını tahkik etmek yerine kolaycılığa kaçıp onları sadece takip ediyorlar. Bu taklidde, belkide ezilmişlik/yenilmişlik hissinin de yeri vardır. Taklidden tahkike geçme zamanı gelmedi mi?
Referanslar
[1] Câbirî, İslâm medeniyetinin fıkıh medeniyeti olduğunu söyler. Muhammed Âbid el-Câbirî, Arap-İslâm Aklının Oluşumu, Terc. İbrahim Akbaba, İstanbul, 2001, s. 109.
[2] Ebu’l-Leys Semerkandî, Tefsîru’l-Kur’ân, Trc. Ebu’l-Fadl Musa el-İznikî, Sad. Mehmet Karadeniz, İstanbul, 2007, Cild 2, s. 163.
[3] Halil İnalcık, “Türkiye ve Avrupa: Dün ve Bugün”, Doğu Batı, Yıl 1, Sayı 2, 1998, s. 21. Makalenin pdf haline buradan ulaşılabilir.
[4] Fahri Unan, “Dinde Tasfiyecilik Yahut Osmanlı Sünnîliğine Sünnî Muhâlefet: Birgivî Mehmed Efendi”, Türk Yurdu, X/36, 1990, s. 33-42. Makaleye buradan ulaşılabilir.
[5] Mezkur kitap için bkz. Birgivî, Tekmile-i Terceme-i Tarîkat-i Muhammediyye, Trc. Vedâdî, İstanbul, 1256/1840.
Osmanlı Devleti, İslâm hukukunu tatbik etmiştir. Bunun tatbiki için ihtiyaç duyulan hukukçular, Tanzimat devrine kadar sadece medreselerde yetişmiştir. Ayrıca, medreseler sadece hukukçu yetiştirmekle kalmamış, diğer ilimlerde de mahir nice âlimlerin yetişmesine altyapı oluşturmuştur. Dolayısıyla, medreseler hukuk mekanizmasının işlemesinde ve cemiyetin şekillenmesinde, mühim rol oynamışlardır. Bundan dolayıdır ki, Osmanlı Devleti’nin tarihî, siyasî, ictimaî ve fikrî tarihine, evvela medrese müessesesinin ve ulemânın mahiyetinin ortaya konmasıyla başlamalıdır. Yoksa yapılan analizler havada kalmaya mahkumdur. Ancak bu sahada çalışacakları, eski tâbirle hem âlî (âlet) ilimler (mantık ve lisâna dair ilimler) hem de 'âlî (yüksek) ilimler (tefsir, hadîs, usul-i hadîs, fıkıh, usul-i fıkıh, kelâm ve tasavvuf) açısından bazı zorluklar beklemektedir. Âlet ilimlerde, lisân ve mantık önde gelmektedir. Medreselerde tedrisat ve ilmî faaliyetler Arapça üzerinden yapılmıştır. Nasıl Hristiyan dünyasının lingua francası Latince ise, İslâm dünyasınınki Arapçadır. Dolayısıyla bir araştırmacı, o zamandan gelen bir metni anlayabilmesi için, o zamanda bu metni okuyup anlayanların sahip olduğu asgarî ilmî seviyeyi elde etmelidir. Bir hâdiseyi değerlendirebilmesi için de o devre dâir asgarî kültürel seviyeye sahip olmalıdır. [Bu donanımların tafsilatı için “Osmanlı Düşünce Hayatı Nasıl Anlaşılabilir?” başlıklı yazıya müracaat edilebilir.]
Böyle bir donanımın ehemmiyetini göstermesi açısından meşhur tarihçilerimizden Halil İnalcık’ın bir makalesinden bir pasajı paylaşacağım. İnalcık, Birgivî hakkında şunları söylemektedir: “16. yüzyılda Mehmed Birgivî, 17. yüzyılda Kadı Mehmed’i izleyen Kadızadeliler, sünnetin en katı ve uzlaşmaz temsilcileri olarak, İstanbul’un belli başlı camilerinde, vaazlarında Osmanlı toplumunda tesbit ettikleri şeriata aykırı bid’atlara şiddetle hücuma ve halkı kışkırtmaya başlamışlardır. Meselâ, Mehmed Birgivî, para vakfını şeriata aykırı bir bid’at olarak tanımlarken, bu âdeti müslüman toplum için hayırlı bir kurum sayan şeyhülislâm Ebussuud’a karşı hücuma geçmiş, şeyhülislâm’ı kafir sayacak kadar ileri gitmişti. Bu şiddetli görüş ayrılığı Mehmed Birgivî’nin Hanbelî mezhebini izlemesi, ona karşı şeyhülislam’ın ise çok daha liberal Hanefî mezhebine tâbi olmasından ileri geliyordu.” [3]
İnalcık’ın Birgivî hakkındaki yorumlarında bilgi ve analiz hataları vardır. Birgivî ile Kadızâdeli hareketi arasında düşünce bağlamında bir irtibatın varlığını söylemek zordur. Her ne kadar Kadızâdelilerin, Birgivî’nin telif ettiği eserleri okuttuğu rivayet edilse de, Kadızâdelilerin ve Birgivî'nin fikirlerinin uyuşmadıkları açıktır. Şöyle ki Birgivî, telif ettiği eserlerde, Muhyiddin Arabî gibi meşhur tasavvuf büyüklerinden sıkça iktibas yapar ve tasavvufa değil müteşeyyihlere (şeyhlik taslayanlara) karşı olduğunu açık bir dille ifade eder. Birgivî, bid'at anlayışı ile de Kadızâdelilerden ayrılmaktadır. Ayrıca, Birgivî, dinî açıdan doğru bulmadığı hadiselere, kalemi ile cevap vermeye çalışmıştır. Birgivî’nin devrin şeyhülislamı Ebussuud Efendi ile olan ihtilafı, Hanefî mezhebinde para vakıflarının caiz olup olmaması meselesi üzerinedir. Ebussuud Efendi, mevcut şartları göz önünde bulundurarak, Hanefî mezhebinin önde gelen fakihlerinden İmam Züfer’in kavline göre para vakıflarının caiz olacağı yönünde fetva vermiştir. Birgivî ise, Hanefî mezhebinin zâhir (açık ve güçlü) rivayeti dururken, daha aşağı seviyedeki bir rivayet ile fetva vermesine karşı çıkmıştır. Osmanlı tarihinin kudretli şeyhülislamlarından biri olan Ebussuud Efendi’ye, Birgi kasabasında müderrislik yapan bir âlimin rahatlıkla karşı çıkması ve reddiye yazması, fikir hürriyetini göstermesi açısından da manidardır. İnalcık, her nedense Birgivî'nin Ebussuud'u kâfir saydığı bilgisinin kaynağını vermez.
Daha vahimi, Birgivî’nin Hanbelî mezhebinde olduğu iddiasıdır. Birgivî’nin telif ettiği kitapları biraz okumuş birinin bile rahatlıkla anlayacağı üzere, Birgivî, Hanefî mezhebine bağlı bir Osmanlı âlimidir. Kemalpaşazâde'nin Hanefî mezhebi metin kitaplarından Vikâye üzerine yaptığı tenkidleri reddederek, Hanefîliğin bir anlamda yılmaz savunuculuğunu yapmıştır denilebilir. Kitaplarını da Hanefî mezhebi üzerine telif etmiştir. Zaten Ebussuud Efendi ile aralarındaki ihtilaf, Birgivî’nin Hanefî mezhebine ne kadar sıkı bağlandığını da göstermektedir. Anlaşılan İnalcık, Birgivî'nin tek bir kitabını bile okumadan/okuyamadan, The Encyclopaedia of Islam’ın Birgivî maddesinden etkilenerek, Birgivî’nin Hanbelî mezhebinde olduğunu iddia etmiştir.
Başka bir tarihçi de, Birgivî'nin sık sık İbn Teymiyye'yi (şâz/marjinal görüşleri olan Hanbelî âlimi, v. 728/1328) zikrettiğini iddia etmektedir [4]. Referans olarak Birgivî'nin Tarikat-ı Muhammediyye kitabının tercümesinin tekmilesini [5] kullanan tarihçimiz, burada yazılan ifadelerin tekmileyi hazırlayana ait olduğunu anlayamayacak kadar Osmanlı ilim ve düşünce dünyasından uzak olsa gerek. Halbuki, kitabın orjinalinde İbn Teymiyye'nin ismi dahi geçmemektedir.
Peki, Osmanlı tarihi sahasında ihtisas yapmış bu iki tarihçimiz, meseleyi değerlendirirken neden Birgivî'nin kitaplarına bakmadan böyle bir hükme varmışlar? Maalesef, bilim felsefesinin ehemmiyetle üzerinde durduğu paradigma meselesi burada devreye giriyor. Kendilerinden evvel bu meselede araştırma yapmış kişilerin araştırmalarını tahkik etmek yerine kolaycılığa kaçıp onları sadece takip ediyorlar. Bu taklidde, belkide ezilmişlik/yenilmişlik hissinin de yeri vardır. Taklidden tahkike geçme zamanı gelmedi mi?
Referanslar
[1] Câbirî, İslâm medeniyetinin fıkıh medeniyeti olduğunu söyler. Muhammed Âbid el-Câbirî, Arap-İslâm Aklının Oluşumu, Terc. İbrahim Akbaba, İstanbul, 2001, s. 109.
[2] Ebu’l-Leys Semerkandî, Tefsîru’l-Kur’ân, Trc. Ebu’l-Fadl Musa el-İznikî, Sad. Mehmet Karadeniz, İstanbul, 2007, Cild 2, s. 163.
[3] Halil İnalcık, “Türkiye ve Avrupa: Dün ve Bugün”, Doğu Batı, Yıl 1, Sayı 2, 1998, s. 21. Makalenin pdf haline buradan ulaşılabilir.
[4] Fahri Unan, “Dinde Tasfiyecilik Yahut Osmanlı Sünnîliğine Sünnî Muhâlefet: Birgivî Mehmed Efendi”, Türk Yurdu, X/36, 1990, s. 33-42. Makaleye buradan ulaşılabilir.
[5] Mezkur kitap için bkz. Birgivî, Tekmile-i Terceme-i Tarîkat-i Muhammediyye, Trc. Vedâdî, İstanbul, 1256/1840.