Doğru Sözler - Acı Hakikatler
Teceddüd Aleminde
Ba’îd Fikirler [*]
Herşeyin yenilenmekde bulunması hasebiyle, fikrî tuhfelerin, amelî ictihadların, yani bu sanat-ı bedî’anın da bir tarz-ı diğere tahavvül edileceğini ihsâs etdiriyor [hissettiriyor]. Bu cümleden olarak arasıra (ictihâd)dan da bahs edildiği görülmekdedir. Çok değil iki söz de bendeniz söylemek arzu etdim. (İctihâd) lafz-ı meşrû’una hürmeten ve teberrüken hatta teeddüben serlevhamı (teceddüd ‘âleminde) diye karaladım. Bazı yerler, hususiyle Amerika gibi kıtalar, ekseriya menba-ı garâib, masdar-ı acâib olmakla şöhretgirdir. Mamafih Türkiye ülkesi de, bu sevgili yurdumuz da acâibatdan ârî, garâibata mecrâ olacak esbâbı tehyie [hazırlama] ve ihzârdan hâli ve bigâne kalmamış ve hisse-i iştiraki bulunduğunu kerraren isbât eylemişdir. Bu silsile-i garâibe vâkıf olmak isteyenler, her hafta, hatta her gün çıkan cerâidi [gazeteleri] mütâlaa etmelidirler. Artık orada ne havârık [harikalar] (?) görürler, ne acîbeler işidirler. İşte (ictihad) bu kâbildendir. Zaten şu zamanda ictihaddan bahs etmek abes ile iştigalden başka bir şey değildir.
Ahlâk-ı milletin inkırâza mahkûm olduğu, tezelzül-i kahkarîye [aşağılık bir sarsıntıya] uğradığı bir zamanda (ictihad) diye bağırmak cinnetden başka bir şeye haml edilemez. Zirâ sefâvet-i kalb yerine, fikr-i şeytanet, ihlâs yerine riyâ, hakikat yerine müdâhinlik kâim olmuşdur. Bâb-ı ictihad istihsânen mesdûddur. Evet mesdûddur. Eğer bundan sonra ıslâh-ı hâlimize, iktisâb-ı ahlâkımıza gayret etmezsek, mesdûdiyeti istihsânen değil, vâciben olacakdır. Ma’lum olduğu üzere ictihadın şerâit-i muayyene-i mukannenesi [kanunlaşmış belli şartları] vardır. Bunlardan birinin ‘adem-i tekemmülü, ictihadının butlanını icâb eder. Zâten bu bir kuvvedir ki irsen ba’de irs, fakat sa’y ile müntakil olmak hâssasını hâiz ise de, bizde ihlas, Ankâ-yı mevhûm kabilinden bulunması sebebiyle, bu hâssa maalesef bize intikal edememişdir. Bâhusus zemânımız ulemasının selîm bir kalbe, metîn bir fikre ‘adem-i mâlikiyyetiyle beraber, hâssa-i ictihadın kuvve-i ma’neviyyesine kendileri tecelligah olamadıklarından, ictihadlarının hiçbir kıymet-i şer’iyyeleri yokdur. Lâkin zemânın (müctehid değil) müteceddid [müceddid taslağı], (müdekkik değil) mütedekkik yetiştireceğine kâniim. Asrımızın u’cube-i dühûr [zamanların en acaibi] olması münasebetiyle, rahîk-i ictihad ile bî-huş [ictihad şarabıyla aklı gitmiş], hülya-yı ictihad ile meşbû [dolu] yeni fikirlilerin yetişmesine pek güzel hizmet edebilecekdir. Fakat müctehid değil. Çünki müctehidlik, konferanscılıkda, gazinolarda kulüb ve tiyatro sahnelerinde arz-ı endâm etmekle tahsil olunmuyor. Müctehidlik demek, câlib-i kulûba, iâde-i haysiyete, te’min-i ikbâle, te’yid-i istikbâle hizmet edecek vesâit-i gayr-ı meşruyu istihsal için ebnâ-yı vaktin hâl ve hareketini, etvâr-i nâ-layıka-i ümmeti şeriatperverâne tefsir ve te’vîl etmek değildir. Ol vakit bunlara konferanscı mücteceddid denilir. Müctehid denilmez. Mezbah-ı ahlak, mezra-ı nifâk olan bu gibi yerlerde bittabi ders-i fazilet, vazife-i kemâl, nezih bir fikir, temiz bir kalb alınamaz.
İrân memleketi gözümüzün önündedir. Bu bize ders-i ibret olmuyor mu? Başlarına gelen felâketin ictihad taslakcılarının yüzünden olduğunu kim inkâr edebilir?
Beyhude yere dem-i ümmet heder oluyor. Yazıkdır. İctihad bu mudur? Faraza bizde de zuhur edecek bir müctehid (?) tabir-i sahihle bir müteceddidin ilk tuhfe-i ictihadı (!!) şer’an ve ahlaken kat’iyyen menfûr ve merdûd bulunan rekz-i heyâkil [heykel dikme] olmayacağını, (ve âleyhi’l-fetvâ) zemzemesi [nağmesi] üzerine kalemini yürüten bir (radıyallahü anhın) takdis ve tebcîl eyleyeceğini kim te’mîn edebilir. Daha geçenlerde bunun bir numunesi görüldü. (Düello) âdeti, garbın yegâne silah-ı medeniyeti (?) (mübâreze) ile te’vîl edildi. Güya Hazret-i Aliyü’l-Murtezâ (radıyallahü anh) ile biz me’âşir-i ehl-i sünnet ındinde pek muhterem olan diğer bir zât arasında böyle bir vak’a cerayan etmiş. Damad-ı Resul o zâtı mübârezeye (düelloya) davet etmiş. Bundan nâşi bu âdetin cevâzında bir be’s yok imiş!! Zehî [ne güzel] te’vîl!! İşte bundan sonraki ictihadları da hep bu kabilden olacağında hiç şübhe yokdur. Ulemamızın derecesini, kıymetini artıracak, ancak ahkâm-ı ilâhiyye ne ise – işkembe-i kübradan, Fetâvâ-yı Hâtifî’den [gâibden/uydurma fetvâlar] birşeyler katmayarak – doğrusunu söylemekdedir. Bunu bazıları kerih görseler bile yine hak, hakdan ayrılmamalıdır.
Gerçi asr-ı eslâfda, ümmet-i İslamiyyeye ihtiyacına mebni, enfa’ olan mesâil-i şer’iyye tevsî’ ve hall ve fasl ediliyordu. Lâkin lehulhamd zemanımıza gelinceye kadar vaktiyle bütün ihtiyâcât-ı beşeriyye te’min ve tekmil edilmiş ve bizim halimize şükürler olsun hâcet mes edecek [ortaya çıkacak] hiçbir mesele bırakmamışlardır.
Meselâ: Hutbelerin Türkçe okunması meselesini [**] yeni çıkmış bir mesele zan edenler bulunur. Halbuki bu Ahd-i Selîm Hân-ı Sânîde Kırım'da Tatarlar tarafından hutbenin Tatarca kıraat edilmesi için Bedî'üzzaman müftiyü’l-enâm cenâb-ı Ebussuud Mehmed 'Imâdüddîn Efendiye müracaat edilmiş. Bu gibi hâlât, sâfiyet, huşû' ve hudû'u izâle edeceği, türlü bid'atin zuhuruna meydân vereceğinden bahisle tecvîz edilmemiş ve fakat cemaat-ı İslâmın istifâde-i mahzı için menfaatları derpîş-i tezekkür olunarak vaz ü nasihata mahsus şimdiki kürsiler vaz olunmuşdur. Acaba biz olaydık neler yapardık. Hayr ola diyelim neler yapmazdık. Maahaza İmam-ı A'zamı geride bırakacak seviyede ulemamızın vücuduna kâil olan biçareler pek çok - sözlerim hüsn-i niyetime haml edilmelidir - ulemâ-ı İslâmın en büyük muhiblerinden biri de bu ahkardır. Ulema-ı hakikiyyenin şânını tebcîlen [yücelterek], zamanımız âlimlerinin meziyetini sıyâneten [koruyarak] söylüyorum. Hak söz, kabul edenedir. Vüs’at-ı karîha, nezâhet-i vicdân, itminân-ı kalb, irâhe-i vücuda sâhib zevât yetişdirmek mümkin olabiliyorsa da, o da vaktiyle meydan-ı cehd ve gayrete konulmuş, ârâ-yı savâib-pîrâ [doğrularla süslü görüşler] ile ictihad olunmuş mesâil ve mu’dilât-ı umûr-ı şer’iyyeyi [şer’î işlerin meselelerini] elde etmek için vâsi’ tetebbuhâneler küşâd [açma] ve ona hasr-ı mâhasal gayret ve müdâvemet olmakla pezîrâ-yı husul olur. Aksi fikrimce mümteni’dir.
Tekrar hâtime-i bend ve makâl olmak üzere şunu da arz eyliyeyim ki: bu mülk ve milletin refâh-ı selâmeti, sa’yin yegâne mahsulü (kırmızı ve mavi kitabları) okumakla değil, belki mâni-i terakki (!!) addedilen o kalın kara kablı kitabları himmet-i faziletle devirmekle olacakdır. Yapabilene aşk olsun.
Olmayan mâye-i feyz-i ezelîden sîrâb [suya kanmış]
Âb-ı Hızrı yine, Hızr olsa da rehber, bulamaz [***]
Kale-i Sultaniyeli
İbnürrahmi Ali Tayyar
Referans ve Notlar
[*] Kale-i Sultaniyeli İbnürrahmi Ali Tayyar, “Doğru Sözler - Acı Hakikatler: Teceddüd Aleminde – Ba’îd Fikirler”, Beyânülhak, cilt: V, sayı: 116, sayfa: 2123-2125, İstanbul: Cem‘iyet-i İlmiye-i İslamiye, 28 Cemâziyelâhir 1329 / 13 Haziran 1327. Metnin latinize halinde, açıklamalar [ ] içerisinde yapılmıştır. Bazı cümleler latinize eden tarafından bold yapılmıştır.
[**] Hutbenin Arapçadan başka dil ile okunması meselesi, fıkıh kitaplarında namaz bahsinde ele alınmıştır. Meselâ, Hanefî mezhebinin mühim fıkıh kitaplarından el-Hidâye’de namazda Arapçadan başka lisan ile kıraat edilmesinin câiz olmamasının, İmameyn’e (İmam Ebu Yusuf ve İmam Muhammed) göre hutbe hakkında da câri olduğu ifade edilmektedir ([Ermenekli] Süleyman Sırrı, Îzâhu’l-Hidâye, Derse’âdet: Hukuk Matbaası, 1330, s. 388; Kemâlüddîn ibnü’l-Hümâm, Fethu’l-Kadîr, Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1424/2003, I/291). Bazıları namazda tekbir, dua ve hutbenin Arapça olmasındaki ihtilafı öne sürerek, günümüzdeki tatbikatı meşru göstermeye çalışmaktadır.
Halbuki asırlardır farklı dilleri konuşan milletler, ibadetlerinde hep Arapçayı kullanagelmiştir. (Mâlikî, Şafiî ve Hanbelî mezheplerinde hutbelerin Arapça okunması, hutbenin şartlarındandır.) Osmanlı Devleti’nde de tatbikat bu şekilde olmuştur. Arabî olan hutbenin, bu lisanı bilmeyenler tarafından anlaşılması için, namazdan sonraki vaazda izah edilmesi maksadıyla Kürsü Şeyhliği ihdas edilmiştir. Bunlar, Cuma Vaizi veya Selâtin Şeyhliği olarak da isimlendirilmiştir. 1914’te Türkçe hutbe meselesini dile getirenler olmuşsa da Dârülhilâfet Bâb-ı Fetvâsının, Cuma ve Bayram namazlarında hutbelerin Türkçe okunmasının tahrimen mekruh olduğuna dair fetvâ verdiği nakledilir (İslâm Mecmuası, yıl: 1, sayı: 6, 27 Cumâdelûlâ 1332 / 23 Nisan 1914, s. 190-191).
Bu meseleyi Harputîzâde Hacı Mustafa Efendi de Red ve İsbât (Dersaadet: Matbaa-ı İslâmiyye, 1330) adlı kitabında temas ederek akli bir delille izah etmektedir (s. 183): “... Türkler ve Arnavutlar ve Kürtler ve Çerkesler ve Acemler ve bi'l-cümle Arabın gayrı olan anâsır-ı muhtelife [farklı unsurlar/milletler] ve elsine-i sâ'ire [diğer lisanlara sahip] ahâlisi lisân-ı Arabî üzere verilen hutbeler ve nutuklardan ne istifâde edebilirler? Edemezler. Binâenaleyh maksad-ı hakîkîyi te'min için her kavmin kendi lisânıyla îrâdı meşru' olmalı idi denilirse. Cevâb bu kâbil hilâf-ı akl ve hikmet su'âllerin ukalâdan sudûru [akıllı insanlardan sâdır olması] pek müsteb'id [uzak] ise de vârid-i hâtır [hatıra gelmiş] olduğundan def'-i iştibâh [şüphenin giderilmesi] için cevâbda deriz ki, bir hükme tâbi' olan akvâm ve anâsır [kavimler ve unsurlar] her ne kadar muhtelif [farklı] lisânlarla tekellüm ederlerse [konuşurlarsa] de esâs i'tibâriyle her cümlesi bir lisân-ı resmîye tebe'iyyet etmek [bağlı kalmak] ve o lisânı tahsîl etmek mecbûriyyetindedirler”.
Türkçe ibadet meselesi, bir zamanlar Türkiye’de devlet politikası haline getirilmişti. Müslümanlar, bu politikaya karşı direnmişlerdir. Ancak, namazlarını muhafaza etmede gösterdikleri muvaffakiyeti, hutbe meselesinde gösterememişlerdir. İnsan hak ve hürriyetlerinin neredeyse tamamen askıya alındığı bir devirde, bu kadarlık bir muvaffakiyet bile küçük görülmemelidir. Müslümanlar şuurlandıkça, ibadetlerinde baskıyla şekillendirilen veya tahrif edilen kısımların aslına rücu edilmesini talep edeceklerdir. Bu şuura evvelâ ilim talebelerinin sahip olması elzemdir.
[***] Koca Râgıb Paşa’nın (v. 1176/1762) hakîmâne beytlerindendir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder