21 Mart 2025 Cuma

Bir Din Tahrifçisine Cevap

Bâtıl davânın müdafii,

Tahrif eder hakikati!

Mevlid kandili ve diğer kandillerin âlimler ve Müslümanlar nazarındaki kıymeti ortadadır. Hazret-i Peygamber devrinden itibaren kıymet gören bu günler, Selefilik veya modernizm tesirinde kalmış kesimler taraftan değersizleştirilmeye ve İslâm dışıymış gibi gösterilmeye çalışılmaktadır. Ancak bunu yapmaya çalışanlar, tahriften başka bir şeye müracaat edemiyorlar.

Buna misal olarak, bir videodaki iddia ve bu iddianın tahlili ele alınacaktır. İddia sahibi şöyle demektedir [1]:

“Böyle bir geleneğin içerisinde 20 yılı aşkın bir süre bulunmuş biri olarak söylüyorum. O zamanlar İmâm Rabbânî’nin Mektûbât’ını birkaç sefer okumuşluğum vardır. Arapça aslından okumak zevk verdiği için öyle onu okurdum. Şunu da söyleyelim o dönem itibariyle bugünkü bunların bu ritüellerinin çoğu kattıklarının hemen hemen tamamına yakını yok. Daha zühd diyeceğimiz, İslâm’ın zühd hali. Sonradan ihdas edilen, uydurulan, eklenen şeylerin çoğunun olmadığı bir dönem.

Orada bir mektup var. Bir öğrencisinden, halifesinden bir mektup geliyor kendisine. Mektupta halifesi diyor ki: Efendim geçenlerde bir Mevlid-i şerîfte bulunduk. Biliyorum siz hoşlanmıyorsunuz böyle bir merasimden. - İmâm Rabbânî hoşlanmıyormuş böyle bir merasimden. Bunu Şer’-i şerîfe uygun bulmuyor. Böyle bir ibadet biçimi yok diyor. Bu şiiri böyle okuyorsunuz. Şiirde anlatılanın çoğunun aslı esası yok. Buna bir ibadet havası veriyorsunuz. Belli zamanlara, mekanlara, artık periyotlarını, yani namaz gibi böyle yeri ve zamanı da belli. Şu zamanda okunur. Ölünün şöyle gününde okunur, böyle zamanlarda okunur - Siz beğenmiyorsunuz ama geçenlerde böyle bir merasim yaptık biz. Orada perde açıldı ben Resulullah’ı gördüm. Çok da memnundu kendileri.

İmâm Rabbânî cevaba geçiyor. Çok sert bir cevap hafızam beni yanıltmıyorsa. Diyor ki hakkın önünde o kadar çok perde var ki, sen de o kadar uzaktasın ki, Şer’-i şerîfe uymadığına göre, ki en önemli ölçüt o. Senin bu gördüğün bırak Resulullah şeytanın ta kendisi olmalı ve senin gibi adamın da işte böyle bir şeyler söylüyordu. Devamını hatırlamıyorum. Neden benim gibi birine ihtiyacı var, yol göstericiye, mürşide falan. Çünkü diyor bulunduğun durum, seviye ortada.”

İddia sahibi, Mevlid gecesini tes’idin (kutlamanın) ve Mevlid-i şerîf okumanın meşru olmadığını göstermek üzere, İslâm âlimlerinin büyüklerinden İmâm-ı Rabbânî’nin Mektûbât isimli kitabındaki bir mektubu referans gösteriyor. İddianın mesnetsiz bir iftira olduğunu göstermeden evvel Mektûbât ve İmâm-ı Rabbânî’nin tasavvuf telakkisi üzerinde kısaca temas etmekte fayda var.

Mektûbât

Mektûbât, Hindistan’da yaşamış ve Hicrî 1034 (M. 1624) senesinde vefat etmiş âlim ve mutasavvıf İmâm-ı Rabbânî ismiyle maruf Ahmed Serhendî’nin mürîdlerine ve dostlarına yazdığı toplam 536 mektuptan oluşan üç ciltlik ekseriyeti Farsça bir eserdir. Bu eserin takriben yüzde beşlik bir kısmı Arapçadır [2]. 

Birinci cild, üç yüz on üç mektûbu hâvidir. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin mürîdi olan Hâce Yâr Muhammed Bedahşî Tâlekânî tarafından tertip olunmuştur. Bu cild, Dürrü’l-Marife nâmıyla isimlendirilmiş ve İmâm-ı Rabbânî’nin emriyle, 313 mektûbla ikmâl edilerek, Hicrî 1025 (M. 1616) senesinde hitâma erdirilmiştir.

İkinci cild, Nûrul-Halâik nâmıyla isimlendirilmiş olup, 99 mektûbu hâvîdir. Hâce Abdülhay tarafından tertip edilmiştir.

Üçüncü cild ise Hicrî 1031 (M. 1622) yılında Hâce Muhammed Hâşim Kişmî tarafından tertip olunmuş olup, 124 mektûb ihtivâ eder. Bu cild, Marifetü’l-Hakâik nâmıyla meşhûr olmuştur. 1977 yılında, Hüseyn Hilmi Işık Efendi tarafından İstanbul’daki Hakikat Kitabevi’nde, üç cild bir arada olmak üzere iki cild halinde ve toplamda 1270 sayfa olarak tıpkıbasımı yapılmıştır.

İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât’ında İslâmî kâidelere ve Ehl-i sünnete bağlı kalmanın ehemmiyetini sıkça vurgulamış, yaşadığı tasavvufî hâlleri ve seyr u sülûk esnasındaki ruhî tecrübelerini aktarmış, ayrıca vücûd meselesini derinlemesine ele almıştır. Mektuplarında zaman zaman Hindistan’daki dinî ve içtimâî hayattaki hatalara da işaret eden İmâm-ı Rabbânî, bu meselelerde idarecileri ikaz etmiş ve yapılan doğru tatbikatları teşvik etmiştir [3].

Mektûbât, Hicrî 1302 (M. 1887) senesinde Muhammed Murad el-Kâzânî tarafından iki cilt olarak Arapça’ya tercüme edilmiştir. Bu tercüme Hicrî 1316 (M. 1901) yılında Mekke’de basılmıştır. Mektûbât’ın Türkçe’ye ilk tercümesi Hicrî 1158 (M. 1745) yılında Müstakimzâde Süleyman Sâdeddin Efendi tarafından aslından yapılmıştır. Günümüz Türkçesine yapılan tercümelerin biri hariç tamamı, Murad el-Kâzânî’nin Arapça tercümesi esas alınarak yapılmıştır. Bu sebeple, Arapça tercümedeki mühim bir hata, bu tercümeyi esas alarak Türkçeye yapılan tercümelerde de tekrar edilmiştir [4].

Günümüz Türkçesindeki en başarılı tercüme ise, Arapça ve Farsçaya vukufu yanı sıra, fen ve İslamî ilimlere ve bilhassa tasavvufa olan hâkimiyetiyle tanınmış Hüseyn Hilmi Işık Efendi tarafından aslı olan Farsça’dan yapılmıştır [5]. Onun tercümesi, adeta İmâm-ı Rabbânî Türkçe yazmış gibi akıcı ve tesirlidir.

Bid’atler ve Sünnet-i Seniyye

İmâm-ı Rabbânî, sünnet-i seniyyeye büyük bir hassasiyetle bağlıdır. Dinde sonradan ortaya çıkarılan bid’atlerin her türlüsünden sakınılmasının ehemmiyetini mektuplarında sıklıkla vurgulamıştır. Müceddid-i Elf- i Sâni (ikinci bin yılın müceddidi/yineleyicisi) lakabını almasının sebeplerinden biri de budur. İmâm-ı Rabbânî, bu müceddidlik vasfı ile, İslamiyette bulunmayıp, sonradan ortaya çıkan yenilikleri, sünnete uymayan, ters düşen bid’atleri, yani inanç, amel ve sözleri temizleyerek, dini aslî hâline döndürmeye çalışmıştır [6].

Fıkıh ve Tasavvuf

İmâm-ı Rabbânî ve kurucusu olduğu Müceddidiye yolunda tasavvuf, fıkıh ile şekillenmiştir. Bu yolun esaslarından biri, fıkhın rehberliğinde bir tasavvuf telakkisinin kabul edilmesidir. Tasavvufun, Ehl-i sünnet itikâdından ve İslâmiyyetin emirlerinden başka şeylere kavuşmak için olmadığı vurgulanır [7]. Fıkıh olmadan tasavvufun hidayete değil, dalalete sevk edeceği üzerinde ısrarla durulmuş, fıkha muvafık olmayan her türlü işe karşı çıkılmıştır [8]. Diğer bir lakabı olan “Sıla” (birleştirici) da, tasavvufu fıkıh ilmiyle birleştirdiği için devrin âlimleri tarafından kendisine verilmiştir. 

Müteaddit mektuplarında bu hususa işaret vardır. Mesela Ahmed Berkî’ye yazdığı mektupta, “Sizin bu nimete kavuşmanız, İslâmiyet bilgilerini öğretmekle ve fıkıh hükümlerini yaymakla olmuştur” diyor [9]. Bir mektupta fıkıh kitaplarının tasavvuf kitaplarından öncelikle okunmasına işaret ederek, “kıymetli toplantılarınızda, tasavvuf kitapları okunulduğu gibi, fıkıh kitaplarının da okunulması ve öğrenilmesi lâzımdır. … Hattâ tasavvuf kitapları okunmasa da zararı olmaz; çünkü, tasavvuf bilgileri hâl ile, zevk ile, tadını tadarak elde edilir. Okumakla, dinlemekle anlaşılmaz. Fıkıh kitaplarını okumamak ise, zararlı olabilir” yazmaktadır [10].

Başka bir mektupta Müslümanların vazifeleri içinde fıkıh öğrenmenin ehemmiyeti şu şekilde ifade edilir [11]: “Müslümanların birinci vazîfesi, i’tikâdı düzeltmektir. Ehl-i sünnet ve’l-cemâ’at âlimlerinin bildirdiklerine uygun olarak inanmaktır. Çünkü, Cehennemden kurtulacağı bildirilmiş olan bir fırka bunlardır. İkinci olarak, lâzım olan şey, fıkıh bilgilerini öğrenmek ve her şeyi bu bilgiye göre yapmaktır. İki kanat gibi olan bu i’tikâd ve amel elde edildikten sonra, mukaddes âleme uçmalıdır.”

Ehem-Mühim

İmâm-ı Rabbânî, ehem-mühim prensibini talebelerine ve sevenlerine kazandırmayı şiar edinmiş büyük bir İslâm âlimidir. Nitekim Osmanlı son devir âlimlerinden Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretlerinin buyurduğu gibi, “tasavvuf, ehemmi mühimme tercih etmektir” [12]. Yani, mühim bir iş, daha az mühim olanın önüne alınmalıdır.

Bu prensibin tatbikatının bir neticesi, yukarıda bahsi geçen, i’tikâd ve fıkıh bilgilerinin tasavvuftan öne alınmasında görülebilir. Ayrıca zamanı mühim işlerde değerlendirme noktasında dakikaların dahi dikkate alınmasını tavsiye etmektedir [13].

Mevlid-i şerîf

Gelelim Mevlid-i şerîf münasebetiyle yapılan merâsimlere... İddia sahibinin, Mektûbât’ı birkaç defa okuduğunu söyleyerek kitabın muhtevasına hâkim olduğunu göstermeye çalışırken kullandığı bir ifadeye bilhassa dikkat etmek gerekir: “Arapça aslından okumak…”. Oysa, Mektûbât’ın aslı Farsça olup, yalnızca takriben %5’lik küçük bir kısmı Arapça’dır. Bu hal, iddia sahibinin aslında okuduğu metnin Farsça’dan Arapça’ya yapılmış tercümesi olduğunu dahi fark etmediğini göstermektedir.

İddia sahibinin Mevlid-i şerîfi ve buna dair merasimleri İslâm dışı göstermek için söylediklerinde, Mektûbât’ın ilk cildinin 273. mektûbundaki ifadeler tahrif edilmiştir.

Şöyle ki İmâm-ı Rabbânî’nin, Mevlid-i şerîf merâsiminden hoşlanmaması ve bunu Şer’-i şerîfe uygun bulmaması iddiası, 273. ve diğer mektûblar dikkatle okunduğunda hakikate muhaliftir.  273. mektûbda sual edilen mesele şudur [14]: “Teganni ile okumayı ve dinlemeyi sıkı yasak ettiğimiz gibi, Mevlidi de yasak edecek miyiz?”.  Suale “Kıymetli kardeşimiz Muhammed Nu’mân ve buradaki sevdiklerimizden birkaçı, Resulullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin bu mevlid cemiyetlerini çok beğendiklerini rüyada görmüşlerdir” şeklinde bir ifade de eklenmiştir.

İmâm-ı Rabbânî cevapta ilk olarak rüyalara göre değil de mürîdlerin rehberinin sözlerine göre hareket etmeleri lüzumunu ifade eder. Rüyada görülenin Resulullah aleyhisselâm olup olmadığının bilinemeyeceğine dikkat çekerek, rüyalara hüküm çıkaracak şekilde kıymet atfetmenin doğru olmadığını uzunca izah eder. Sonrasında meseleye dair şunları yazar:

“Yolumuza uymayan şey şarkı, raks, dans olsun veya mevlid, kasîde, gazel okumak olsun birdir. Her yolun maksûda kavuşturan özel şartları vardır. Bu tarîkde maksada kavuşabilmek, bu işleri yapmamaya bağlıdır. Bu yolda ilerlemek isteyenlerin bu yola uygun olmayan şeylerden sakınması lâzımdır. Başka yollarda yapıldığına bakmaması lâzımdır. Behâüddîn-i Buhârî ‘kuddise sirruh’ buyurdu ki, (Biz bu işi yapmayız ve kötü de bilmeyiz). Yani bu iş, bizim yolumuza uygun olmadığı için yapmayız. Fakat başka tarîkatlerin büyükleri yaptıkları için, inkâr da etmeyiz” [15].

Buradaki ifadelere dikkat edilirse, İmâm-ı Rabbânî mevlid okumanın tasavvufî seyrü süluk çerçevesinde kendi yollarında uygun olmadığını, diğer tariklerde yapılmasına da karşı çıkmadıklarını açıkça beyan buyurmaktadırlar. Böylece, iddia sahibinin İmâm-ı Rabbânî’ye atfederek ortaya attığı mevlidin Şer’-i şerîfe uymadığı sözleri mezkûr mektupla tenâkuz halindedir.

İmâm-ı Rabbânî, mevlid cemiyetlerinde teganni ile okumaya karşıdır. Bir mektubunda bunu şu şekilde izah eder: “Kur’ân-ı kerîmi, kasîdeleri ve mevlidi güzel sesle okumak câizdir. Harâm olan, nağme yapmak, yani sesi mûsikî perdelerine uydurmaktır ki, harfler değişmekte, mana bozulmaktadır. Bunları, nağme yapmadan ve Allah rızâsı için okumak şartı ile, güzel sesle okumak câizdir. Fakat, dinlerini kayırmayanlar, bu şartları gözetmiyeceklerinden, buna da müsâade etmemek, bu fakîre daha uygun geliyor” [16].

Ayrıca 266. mektûbda da müfessir ve fakihlerden iktibaslarla teganninin âyet-i kerîmelerle yasak edildiğini uzunca izah etmektedir. İçinde teganni olmayan şiir ve kaside, yani Mevlid-i nebî, okumayı bile “başkalarına bırakıp, sessizce, bâtındaki nisbeti muhafaza etmeye” çalışılmasının lüzumuna dair nasihatte bulunmaktadır [17]. Kaside okumanın bazen faydalı olabileceği, ancak şartlarının gözetilmemesi halinde zararlı olacağı da ifade edilmektedir [18].

Birinci cilt 176. mektubda talebelerinden Muhammed Sıddık’a şöyle yazıyor: “Zamanları kıymetlendirmek lâzımdır. Böylece, fâidesiz, boş yere vakit öldürmekten kurtulmuş olursunuz. Şiir, kasîde yani Mevlid-i nebî okumağı düşmanlara bırakıp, sessizce, bâtındaki nisbeti muhâfaza etmeğe çalışmalıdır.”

İmâm-ı Rabbânî, Şeyh Saîd el-Bûsîrî’nin Hazret-i Peygamber için yazdığı ve Kasîdetü’l-Bürde ismiyle meşhur olan kasidesini talebeliğinde okumuş ve Kâdı Behlûl Bedahşânî’den icazet almıştır [19].

Bütün bunlar dikkate alındığında, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin, ehemmi mühimme tercih etme düsturu mucibince muayyen şartları hâiz olmayan mevlid cemiyetlerini tasvip etmediği görülmektedir. Mevlide muhalif olmadığı, Mektûbât’ından yapılan nakillerle açıkça anlaşılmaktadır.

Müceddidiye yolunun büyükleri mevlid cemiyetlerinde bulunmuş, mevlid okutup dinlemişlerdir [20]. Aralarında Ömer Ziyaeddin Dağıstanî gibi mevlid kasidesi yazanlar bile vardır. Son olarak, İmâm-ı Rabbânî’nin son temsilcilerinden Seyyid Abdülhakîm Efendi’nin, mevlid okumanın Hazret-i Peygamber zamanında bulunmadığı ve bu sebeple bid'at olduğu bâtıl kanaatinde bulunan Vehhâbî meşreblileri ikaz için Mevlid-i şerîf okumanın meşruiyetine dair risâle kaleme almıştır.

İlmî haysiyet (probité intellectuelle)

Bir ilim adamı, bilhassa dinî bir meseleyi ele alırken, kendi kabullerini, sanki okuduğu metinlerde mevcutmuş gibi atfetme hatasına düşmemelidir. Bu, ilmî haysiyetin asgari gereğidir.

Ve’s-selâmü 'alâ menittebe'a’l-hüdâ...


Referans ve Notlar

[1]  H. Aydemir meal dersinden: “03.07.2017 6 – En’am Suresi 125 – 2” https://youtu.be/pHqVbsuNKKg?si=5ZGa46NLEl77ZJBb&t=252

[2] Mehmet Atalay, “Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbânî’nin Arapça Nüshasında Bir Tercüme Hatası ve ‘Önemi’”, Kilis 7 Aralık Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2019, cilt: VI, sayı: 11, s. 769-794.

[3] Necdet Tosun, İmâm-ı Rabbânî, İstanbul: Kaynak Yayınları, 2006, s. 46.

[4] Mehmet Atalay, a.g.m.

[5] Hüseyn Hilmi Efendi’nin hayatı, tahsili ve eserlerine dair bkz. Ekrem Buğra Ekinci, Ebedî Seâdet Yolunda Bir Ömür – Hüseyn Hilmi Işık, 3. tab, İstanbul: İhlâs Vakfı Yayınları, 2021.

[6] Ekrem Buğra Ekinci, “İmâm-ı Rabbânî’nin Tecdid Anlayışı ve Müceddidliği”, Uluslararası İmâm-ı Rabbânî Sempozyumu Tebliğleri, 2018, s. 121-128.

[7] İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât Tercemesi, trc. Hüseyn Hilmi Işık, cild I, İstanbul: Hakîkat Kitabevi, 2005, s. 379 (266. mektûb).

[8] a.g.e., s. 296 (237. mektûb). Bu mektûbda sağlam bir Ehl-i sünnet itikadı ve fıkıh altyapısı olmadan tasavvufta ilerlemenin felakete yol açacağı şu şekilde ifade edilir: “Ehl-i sünnet i’tikâdı ve fıkıh bilgilerine uygun işler, tayyârenin iki kanadı gibidir. Bu iki kanat sağlam olmadıkça, maddesiz, zamansız âleme uçulamaz. Bu iki kanat elde edilmeden, ahvâl ve mevâcid hâsıl olursa, felâket uçurumuna doğru yuvarlanıldığı anlaşılmalıdır.”

[9] a.g.e., s. 402 (275. mektûb).

[10] a.g.e., s. 49 (29. mektûb). Benzer nasihat 193. mektûbda da yapılmaktadır (s. 230): “İ’tikâdı düzelttikten sonra halâl, harâm, farz, vâcib, sünnet, mendûb, mekrûh olan şeyleri de fıkıh kitaplarından öğrenmek ve her işi bunlara göre yapmak da lâzımdır. Talebeden birkaçına emir buyurunuz da Fârisî dilinde yazılmış fıkıh kitaplarından birisini, toplandığınız zaman okusunlar. Mecmû’a-i Hânî ve Umdetü’l-İslâm adındaki kitapları okumak çok uygun olur.”

[11] a.g.e., s. 139 (91. mektûb). Benzer ifadeler 94,177 ve 210. mektûblarda da yer almaktadır. Hatta 177. mektûbda tasavvuf yolunda ilerlemenin şartları olarak bunlar sayılır (s. 218): “Her şeyden önce, i’tikâdı, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerine göre düzeltmek lâzımdır. İkinci olarak fıkıh bilgisini öğrenmeli ve işleri, bu bilgiye uygun yapmalıdır. Ancak bunlardan sonra, tasavvuf yolunda ilerlemeye sıra gelir. Bunları yapabilen, felâketlerden kurtulur. Yapmayanlar kurtulamaz”. Benzer şekilde 210. mektûbda aynı sıralama verilir (s.252): “Önce, i’tikâdı düzeltmek lâzımdır. Dinden olduğu tevâtür yolu ile, yani çok kimselerin söylemesi ile zarûrî olarak bilinen şeylere inanmak elbette lâzımdır. Bundan sonra, fıkıh kitaplarında yazılı olan şeyleri öğrenmek ve yapmak zarûrîdir. Bundan sonra da tasavvuf yolunda ilerlemek gelir”.

[12] Ekrem Buğra Ekinci, Hayatı ve Hâtıralarıyla Seyyid Abdülhakîm Arvâsî, 4. tab, İstanbul: Arı Sanat Yayınevi, 2022, s. 168.

[13] İmâm-ı Rabbânî, s. 216 (174. mektûb): “Tembelliği, gericiliği çirkin bilirler. Kıymetli dakikaları, yaldızlı pislikler için elden kaçırmazlar. Ömür sermayesini, sonu gelmez hayâller arkasında geçirmezler. Yüksekleri bırakıp, alçaklara bakmazlar. Beğenileni verip, gadab olunanı, kızılanı almazlar.”  Ayrıca başlığında “dakikaları kıymetlendirmek lazım olduğu” ifadesi yer alan 176. mektûbda şu nasihatleri yapar: “Hadîs-i şerîfde, (Bir kimsenin iyi Müslüman olduğu, lüzumlu şeylerle uğraşıp, fâidesiz şeylerden uzaklaşması ile belli olur) buyuruldu. Bunun için, zamanları kıymetlendirmek lâzımdır. Böylece, fâidesiz, boş yere vakit öldürmekten kurtulmuş olursunuz” (s.217). Dünya hayatının kısalığına temas edilen mektûblarda şu nasihatler yapılır: “Yavrum! Dünyâda kalmak zamanı pek azdır. Bu kısa zamanın çoğu da boş yere geçmiş bulunuyor. Pek azı kalmıştır. Âhiret zamanı ise sonsuzdur” (210. mektûb, s. 252,). “Aklı olan, tâli’li bir kimse, dünyânın birkaç yıllık hayâtını fırsat bilir, ni’met bilir. Bu kısa zamanda, dünyânın çabuk tükenen ve hepsinin sonu sıkıntı ve azâb olan, geçici zevklerine, tadına aldanmaz. Bunlarla vakti kaçırmaz. Bu kısa zamanda tohumunu eker. Bir tane iyi iş yaparak, sayısız meyveler elde eder” (214. mektûb, s. 257). “Dünyâ hayâtı çok kısadır. Sonsuz azâblar, buna karşılıktır. Bu zamanı, lüzûmsuz, boş şeyleri ele geçirmekte kullanan ve böylece sonsuz acılara yakalanan kimseye yazıklar olsun!” (226. mektûb, s. 278).

[14] a.g.e., s. 398-399 (273. mektûb).

[15] a.g.e., s. 400 (273. mektûb).

[16] a.g.e., s. 382. Mütercim tarafından Mektûbât’ın üçüncü cildindeki 72. mektûbdan nakledilmiştir.

[17] a.g.e., s. 217 (176. mektûb).

[18] a.g.e., s. 418 (285. mektûb).

[19] M. Haşim Kişmî, Berekât Zübdetü’l-Makâmât – İmâm-ı Rabbânî ve Yolundakiler, trc. A. Fârûk Meyân, 5. tab, İstanbul: Berekât Yayınevi, 1980, s. 122.

[20] Müceddidiye büyüklerinden Abdullah Dehlevî (v. H. 1240/ M. 1824), Mekâtib-i Şerîfe kitabındaki Farsça 85. mektubunda şöyle yazmaktadır: “Simâ’ı tasavvuf büyükleri dinlemişlerdir. Ama bu şiir, kasîde ve ilahîler söylenirken çalgı âleti bulunmamak lâzımdır. Sultân-ı meşâyıh [Nizâmüddîn-i Dehlevî]nin sohbetinde, meclisinde hiçbir çalgı, hiçbir zaman görülmedi. O sohbette bulunanlar, gizlice ağlar, ciğerleri yanardı. Fevâidül-Füâd ve Siyerül-Evliyâ kitâbları bunu uzun anlatmaktadır. Tasavvuf büyüklerinin yolundan ayrılmak kalbi karartır. O büyükler, kalbde hâsıl olan kabzı, bast hâline çevirmek için veya inbisâtı yani bast, rahatlık, ferahlık hâlini arttırmak için simâ’a izin vermişlerdir. Simâ’ kalbdeki Allah sevgisini ve rikkati arttırır buyurmuşlardır. Gâfillerin yani kalblerinde Allah sevgisi bulunmayanların simâ’ları câiz değildir. Böyle simâ’ meclisleri, toplantıları, fısk [günâh] meclisi olur. Her Müslüman böyle simâ’lardan sakınmalıdır. Tasavvufçulardan, [ney gibi] çalgılara câiz diyenler oldu ise de bunu aşk ve muhabbet sarhoşluğu hâlinde söylemişlerdir. İslamiyet’in yasak ettiği böyle sözlere uyulmaz.” Şah Ğulâm Ali Dehlevî, Mekâtib-i Şerîfe, İstanbul: Hakîkat Kitâbevi, 2010, s. 110-111. Türkçe tercümesi için bkz. Hüseyn Hilmi Işık, Tam İlmihâl, İstanbul: Hakîkat Kitâbevi, 2003, s. 767.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder